31 Aralık 2007 Pazartesi

ERMENİ İSYANLARI, SOYKIRIM VE KATLİAMLARI

(1)
Berlin Antlaşması'nın imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni sorunu iki yönde gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve müdahaleleri; ikincisi ise, Anadolu, Suriye ve Rumeli'de yaşayan Ermenilerin Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Klikya'da yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır. İlk kışkırtmalar Rusya'dan gelmeye başlamış, Rusların bu tutumu İngiliz ve Fransızları Ermenilerle daha çok ilgilenmeye sevk etmiştir. Doğu Anadolu'daki İngiliz Konsoloslukları'nın sayısı hızla artmış, ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler gönderilmiştir.
Bu kışkırtmalar sonucunda Doğu Anadolu'da 1880'den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu komiteler, Osmanlı yönetiminden şikayeti olmayan, barış ve refah içinde yaşayan Ermeni halkının ilgisini çekmediğinden başarılı olamamıştır.
Osmanlı Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887'de Cenevre'de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak, 1890'da ise Tiflis'te aşırı, terör, isyan, mücadele ve bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya çıkmıştır. Bu komitelere, "Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin kurtarılması" hedef olarak gösterilmiştir.
İstanbul'da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen Hınçakların başlattığı ayaklanma girişimlerini, aralarında siyasi mücadele başlayan Taşnaklarınki izlemiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin ortak özellikleri; Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu'ya yayılan misyonerlerin büyük katkısının bulunmasıdır. İlk isyan 1890'daki Erzurum'da gerçekleşmiştir.
Bunu, yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sasun isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903'te ikinci Sasun isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir. 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000 Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.
İsyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması, dünya kamuoyuna propaganda maksatlı olarak "Müslümanlar Hıristiyanları katlediyor" mesajıyla yansıtılmış ve Ermeni sorunu giderek uluslararası bir sorun niteliği kazanmıştır. Nitekim, döneme ait İngiliz ve Rus diplomatik temsilciliklerinin raporları, "Ermeni ihtilalcilerin hedefinin karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahalesini sağlamak" olduğunu kaydetmektedir.
Öte yandan sömürgeci devletlerin diplomatik temsilcilikleri Anadolu'ya dağılmış Hıristiyan misyonerler ile birlikte Ermeni propagandasının Batı kamuoyuna iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük rol oynamışlardır. Ermeniler, Türk halkına en büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı sırasında giriştikleri katliamlarla vermişlerdir.
Bu dönemde Ermeniler; Ruslar hesabına casusluk yapmış, seferberlik gereği yapılan askere alma çağrısına uymaksızın askerden kaçmış, askere gelip silah altına alınanlar ise silahları ile birlikte Rus ordusu saflarına geçerek, "vatana ihanet" suçunu topluca işlemişlerdir. Daha seferberliğin başlangıcında, Türk birliklerine karşı saldırıya geçen Ermeni çeteleri, büyük katliamlara girişmiş, Türk köylerine baskınlar düzenlemek suretiyle sivil halka büyük zararlar vermişlerdir. Örneğin Van'ın Zeve Köyü'nün bütün halkı, kadın, çocuk ve yaşlı demeden, Ermeniler tarafından öldürülmüştür.
ERMENİLERİN YAPTIĞI KATLİAMLAR
Berlin Antlaşması'nın imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni sorunu iki yönde gelişmiştir. Bunlardan ilki, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve müdahaleleri; ikincisi ise, Anadolu, Suriye ve Rumeli'de yaşayan Ermenilerin Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Klikya'da yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır. İlk kışkırtmalar Rusya'dan gelmeye başlamış, Rusların bu tutumu İngiliz ve Fransızları Ermenilerle daha çok ilgilenmeye sevk etmiştir.
Doğu Anadolu'daki İngiliz Konsoloslukları'nın sayısı hızla artmış, ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler gönderilmiştir. Bu kışkırtmalar sonucunda Doğu Anadolu'da 1880'den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu komiteler, Osmanlı yönetiminden şikayeti olmayan, barış ve refah içinde yaşayan Ermeni halkının ilgisini çekmediğinden başarılı olamamıştır. Osmanlı Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olmayınca, bu kez Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurulması yoluna gidilmiştir. Böylece 1887'de Cenevre'de sosyalist eğilimli, ılımlı militan Hınçak, 1890'da ise Tiflis'te aşırı, terör, isyan, mücadele ve bağımsızlık yanlısı Taşnak Komiteleri ortaya çıkmıştır.
Bu komitelere, "Anadolu topraklarının ve Osmanlı Ermenilerinin kurtarılması" hedef olarak gösterilmiştir. İstanbul'da örgütlenen ve Avrupa devletlerinin dikkatlerini Ermeni meselesine çekerek Osmanlı Ermenilerini kışkırtmayı hedefleyen Hınçakların başlattığı ayaklanma girişimlerini, aralarında siyasi mücadele başlayan Taşnaklarınki izlemiştir. Bu ayaklanma girişimlerinin ortak özellikleri; Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitelerce planlanmış ve yönlendirilmiş olmaları ile örgütlenme faaliyetlerinde Anadolu'ya yayılan misyonerlerin büyük katkısının bulunmasıdır.
İlk isyan 1890'daki Erzurum'da gerçekleşmiştir. Bunu, yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'te Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'te Sasun isyanı, Babıali gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali, 1903'te ikinci Sasun isyanı, 1905'te Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi ve nihayet 1909'da gerçekleşen Adana isyanı izlemiştir. 1914'de Zeytun'da 100, 1915 Van olaylarında 3.000 ve 1914-1915 Muş olaylarında 20.000 Türk, Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir. İsyanların Osmanlı kuvvetlerince bastırılması, dünya kamuoyuna propaganda maksatlı olarak "Müslümanlar Hıristiyanları katlediyor" mesajıyla yansıtılmış ve Ermeni sorunu giderek uluslararası bir sorun niteliği kazanmıştır.
Nitekim, döneme ait İngiliz ve Rus diplomatik temsilciliklerinin raporları, "Ermeni ihtilalcilerin hedefinin karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık vermesini ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahalesini sağlamak" olduğunu kaydetmektedir. Öte yandan sömürgeci devletlerin diplomatik temsilcilikleri Anadolu'ya dağılmış Hıristiyan misyonerler ile birlikte Ermeni propagandasının Batı kamuoyuna iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük rol oynamışlardır.
Ermeniler, Türk halkına en büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı sırasında giriştikleri katliamlarla vermişlerdir. Bu dönemde Ermeniler; Ruslar hesabına casusluk yapmış, seferberlik gereği yapılan askere alma çağrısına uymaksızın askerden kaçmış, askere gelip silah altına alınanlar ise silahları ile birlikte Rus ordusu saflarına geçerek, "vatana ihanet" suçunu topluca işlemişlerdir. Daha seferberliğin başlangıcında, Türk birliklerine karşı saldırıya geçen Ermeni çeteleri, büyük katliamlara girişmiş, Türk köylerine baskınlar düzenlemek suretiyle sivil halka büyük zararlar vermişlerdir. Örneğin Van'ın Zeve Köyü'nün bütün halkı, kadın, çocuk ve yaşlı demeden, Ermeniler tarafından öldürülmüştür.
Şemahi’de yaşayan Müslümanlara Ermeniler tarafından yapılan mezalim Azerbaycan Hükûmeti Fevkalade Soruşturma Kurulu üyesi Novatski’nin, Soruşturma Kurulu Başkanına yazdığı rapor özeti: Şemahi şehrinde oturan Müslümanlar 18 Mart 1918 tarihinde gece Ermeni ve Malakanların silahlı saldırısına uğradılar. Müslümanlar bu saldırıyı beklemiyorlardı.
Çünkü Papaz Bagrat ve Malakan temsilcisi Karabanov İncil üzerine yemin ederek Müslüman halkla iyi geçineceklerine dair söz vermişlerdi. Ancak Ermeniler sözlerini tutmayıp Müslümanlara saldırmaya başlamışlardı. Şehrin zengin ve meşhur isimlerinden olan Şihayev, Gasanov, Cabrailbekov, Müfti Guseyinbekov, Alimirzayev, Efendiyev, Babayev, Böyükbek Guseyinov, Gaci Yagub, Alekperov, Teymur Abutalip, Gaci Fatali, Fattakbekov ve başkalarına ait güzel evleri yaktılar. Tüm değerli eşyaları aldılar.
Ermeniler, yaktıkları evlerin sahiplerini, insanlık dışı işkencelerle öldürüyorlardı. Göğüsleri kesilip, karınları kama ile yarılarak katledilen kadınların cesetleri sokaklarda yatıyordu. Çocukları kazıklarla yere çakmışlardı. İşte Şemahi şehrinde oturan Müslümanlar bu durumda idiler. Sonra Şemahi’ye Müslüman ordusu geldi ve Ermenileri şehirden kovdular. Ermeniler Malakan köylerine kaçtılar.

(2)
Ancak Müslüman ordusu 4 gün sonra Şemahi’den ayrılmak zorunda idi. Müslüman ordusu gittikten sonra Ermeniler tekrar Müslümanlara saldırdılar ve daha şiddetli ve ağır işkenceye başladılar. Birinci ve ikinci saldırı sırasında birkaç bin Müslüman katledildi.
Ölen Müslümanlar arasında ünlü insanlar da vardı; Duma üyesi Mamed Tagı Aliyev, Gaci Baba Abbasov, Aşraf Gaciyev, Gaci Abdul-Halik, Gaci Abdul Guseynov, Gaci İsrafil Mamedov, Mir İbrahim Seidov, Gaci İsrafil Salamov, Ağa Ahmed Ahmedov, Gaci Abdul Kasum Kasumov, Eyup Ağa Veysov, Zeynap Hanum Veysova, Ali Abbas-Bek İbrahimbekov, Alekber Kadirbekov, Abdurrahim Ağa Ağalarov ve daha birçokları. Şemahi Müslümanlarının zararları genel olarak 2 milyar Rus Rublesi değerindedir. Şemahi Müslümanlarının temizlenme planı Stepan Lalayev, Gavriyil Karaoğlanov, Gülbandov, Mihail Arzumanov, Karapet Karamanov, Şuşintsa Ağamalova, Sedrak Vlasov, Samuel Daliyev, Petrosyants, İvanov’lar (oğlu ve babası) tarafından hazırlanmış ve saldırıda yerli Ermeniler kullanılmıştır.
Bu olaylarda, şahit ve suçluların ifadeleri ile aşağıda isimleri geçen Ermenilerin suçlu oldukları tespit edilmiştir. Stepan Lalayev Gavriyil Karaoğlanov Gülbandov Mihail Arzumanov Karapet Karamanov Ağamalov (Karabağ Ermenisi) Sedrak Vlasov Samuel Deliyev Petrosyants İvanov’lar Ovanesov Sandrak Agriyev Artyom Ter-Matevosyants Yakup Martirosyants Armenak Yakuboviç Martirosyants Aleksandır Haçaturov Mihail Haçaturov Andrey Arzumanov ve diğerleri. Bu nedenle, yukarıda adı geçen suçlulara karşı soruşturma başlatılmasını arz ederim. Soruşturma Kurulu Üyesi Novatski İMZA
Kars civarında Ermenilerden kaçan Müslümanların yollarda öldürülmesi:
Artan Ermeni zulmü dolayısıyla Kars köylerinden kaçan Müslümanların yollarda katledildikleri; insanların mal ve eşyalarından vazgeçtikleri; Karçukboğazı civarında yirmi sekiz ceset bulunduğu ayrıca Ayıderesi denilen yerde bir mağarada seksen kişiyi katlettiklerini bizzat Ermenilerin ifade ettiklerini ve Avındır'da sekiz hanenin kesilerek Kosor civarında suların insan cesedinden içilemediği hususlarını ihtiva eden Ersinek karyesi imamının mektubu.
Uluhanlı, Karadağlı, Boğanlı ve Çerbeçalı Köyleri Civarında Ermeniler tarafından yapılan baskı ve soykırım: Soykırımın devam ettiği Uluhanlı'ya iki yüz kadar gönüllü Taşnak milislerinin geldiği; Karadağlı İslam köyü halkının Ermenilerce köylerinden zorla uzaklaştırıldıkları, Çebeçalı halkının tamamen süngüden geçirildiği ve Azerbaycan'da Ermenilerle savaşın devam ettiğinin haber alındığı.
Fransız Askerleriyle Birlikte Ermenilerin Ayıntab, Maraş Ve Adana Civarında Müslüman Ahâliye Zulüm :Ermenilerin zulüm ve işkence yaptıkları Ayıntab (Antep) civarındaki Büyükarablar köyüne giren içlerinde Ermenilerin de bulunduğu yüz elli kişilik bir Fransız müfrezesinin evlerin kapısını kırarak mal ve ırza tasallut etmeleri üzerine köylülerin civar köylere ve dağlara kaçtıkları ancak sabahleyin evlerine dönmekteler iken köylülere makinalı tüfekle yaylım ateşi açıldığı; Maraş'ta da Fransızlarla birlikte Ermenilerin halkı katlettiği ve ahâlinin şehirden dışarı çıkamayıp kasabanın top ateşiyle tahrip edildiği ayrıca Maraş'a yardıma gelen ahâlinin de top ve mitralyöz ateşi nedeniyle şehre giremediği; Adana ve havalisinde de durumun tahammül edilemez bir hal aldığı, bazı köylerin yakılıp, Ermeni köylülerinin silahlandırılarak Müslümanlar üzerine saldırtıldığı; Maraş faciasının yurtta büyük bir infiala yol açtığı ve halkın protesto gösterilerinde bulunarak bir an önce bu olayların sona erdirilmesini istedikleri.
Ermeni Taarruzuna Uğrayan Kürtlere Civardaki Müslüman Köylerin Destek Vermesi :
Ermenilerin Sitağan köyünün doğusunda tarlalarında çalışan Kürtlere top ateşi açmaları üzerine civar köylerdeki Müslüman halkın da Kürtlerle beraber Ermenilere mukavemet ettikleri.
Ermenilerin Fransızların Koruması Altında Adana'da Müslüman Halka Tecavüzlerde Bulunmaları :Ahâlinin saadet ve hürriyetini temin etmek iddiasıyla Adana'ya giren Fransızların bunun aksine olarak İslam ahâliye karşı ihanetkarane tavırlarda bulunmaları üzerine Fransızların bu hareketlerinden destek alan Ermenilerin her türlü saldırgan davranışlardan geri durmayarak, Müslümanların mal ve mülklerini Ermenilerin üzerine geçirtmek için düzmece hakimler heyeti kurarak mallarını gasbettikleri; Hıristiyanlara zarar verdiği veya İttihadçı oldukları iddiasıyla Müslümanların hapsedilip aileleriyle bölge dışına sürgün edildikleri; Gavurdağı'nda oluşan ve siyasi bir hüviyeti olmayan bir Müslüman eşkiya çetesinin daha çok Müslüman köylerini yağmaladığı ancak çetenin Ermenilerin meskun olduğu Şeyh Murad köyüne gelmesiyle başlayan olayların, Ermenilerin çarşıda Müslümanlara hücum etmesiyle büyüyerek dört Müslümanın katl ve beş Müslümanın yaralanmasına yol açarak zabıta kuvvetleri ve İngiliz askerlerinin müdahalesi ile Ermenilerin Müslümanları katletme girişimlerinin sonuçsuz kaldığı; bu kargaşalıktan sonra Fransızların Ermenileri eşkıya takibine ve Müslüman köylerini tahrib etmeye gönderdikleri; eşkıya takibine gönderilen bir Ermeni çetesinin İnepli, Kayalı ve Arapköy karyelerini basarak malları yağma edip şiddetli darb ve tarlalarda rastladıkları suçsuz insanları katlettikleri; Fransızların Adana'yı işgallerinden itibaren Ermenilerin her gece birer ikişer Müslümanı öldürdükleri; İslam din adamlarına yönelik hareketlerle Dörtyol kazası müftüsünün tutuklandığı ve diğer müftilerin azil ve tayinlerine karıştıkları; muhtediye ailelerin evlerinden zorla alınarak Ermeni murahhashanesine gönderilerek bunlarla birlikte ana ve babası olmayan Müslüman çocukların da alındığı; Yumurtalık kazasının Kurtkulağı köyünde Ermeni askerlerinin yedi ay önceden beri ezan okumayı yasakladıkları.
Ermeni Zulmünden Kaçarak Hududlara Yığılan Kafkasyalı Müslümanların Durumu :
Ermeni mezâliminden kaçıp kurtulmak amacıyla Osmanlı hududlarına yığılan Kafkasyalı Müslümanların daha fazla sefalet çekmemeleri için şimdiye kadar Osmanlı topraklarına kabul edildikleri fakat önceden beri geldikleri Erzurum'da kıtlık başgöstermiş olup, yerli halkda çok zor durumda bulunduğundan bundan böyle geleceklerin Mamuretülaziz vilâyetine gönderilmelerinin daha uygun olacağı ve Vedi ile civarında Müslümanlara ait köylerin Ermenilerce muhasara edildiği, dört taraftan makinalı tüfek ve toplarla takviye edilmiş müfrezelerin Müslüman halka saldırdıkları, Aras nehri civarında bulunan Şeti, Şa‘ılnak, Karalar, Şirazlı[Şiranlı cadde], Yenice, Kızan, Nabata (?) ve Bürevan'daki halkın köylerini terkederek dağlara kaçtıkları, onları açlığa mahkûm etmek için adı geçen köylerdeki mahsûlat ve diğer eşyaların Ermenilerce gasbedildiği ve yokolacaklarını anlayan Kafkas Müslümanlarının, Osmanlı Devleti'nden, yapılan katliâmın durdurulması konusunda gerekli girişimlerde bulunmasını istedikleri KARS'TA MÜSLÜMAN KÖYLERİNİN BOŞALTILARAK BURALARA ERMENİLERİN YERLEŞTİRİLDİĞİ Kars'tan Erzurum'a gelen Kurban Efendi'nin verdiği bilgilerden; Ermenilerin Berdik, Kalo, Şüregel, Kineli(?), Karakaş ve Benliahmed köylerinde bütün eşya ve erzâka el koydukları; Erkend, Kinegi, Benekki [Benekli], Savacakkolu(?) köylerinin Müslüman halkını Paldırvan, Kürekdere ve Parkit'e naklederek boşalan köylere Ermenileri yerleştirdikleri; ayrıca İngiltere aracılığıyla Kars’tan Kazaklar'a gönderilen mühimmatın artık Azerbaycan ve Gürcü hükûmetlerince geçmesine izin verilmediğinin anlaşıldığı.
Nahcivan, Kağızman Ve Şarol Havalisinde Müslüman Halka Uygulanan Vahşi Soykırım :
Nahcıvan ve Şarol havalisinde 45 İslam köyünün Ermenilerin saldırısına maruz kaldığı; Ermeni kıtalarına yazılan gizli emirlerde görevlerinin tek bir Müslüman kalmamacasına hepsini Aras çayına dökmek olduğunun ifade edildiği; Kağızman eşrâfından Arslan Bey ve eşinin burun ve kulakları kesilerek katledilip Kağızman'da teşhir edilmesiyle halkın korkarak dağlara çekilmesi üzerine tüm mal ve eşyalarının Ermeniler tarafından yağma edildiği; Ermeniler tarafından yapılan zulüm ve vahşet dolayısıyla Erivan, Kars ve Kağızman havalisinden binlerce Müslümanın her şeylerini bırakarak Türkiye tarafına geçmeye çalıştıkları; Kağızmanlı kâdının oğlu Aziz ve yanındaki arkadaşıyla ailesinin Ermenilerce elleri, burun, kulak ve dudakları kesilerek vücutlarına cep açılmak ve göğüslerinde derileri soyulmak suretinde katledildikleri; Ermenilerin Gümrü ve Nahcivan cihetlerinde bazı İslam köylerini basarak 4000 kadar Müslümanı feci bir şekilde katlettikleri.
Ermenilerce Yapılan Katliâmın Amerika İaşe Heyeti'ne Anlatılması :Görevleri, Müslüman ve Ermeni nüfus miktarıyla, geçimlerini sağlayamayanları belirlemek ve Ermeni zulmünü incelemek olan Amerikan İaşe Heyeti'nden iki görevliye Ermeni zulmünün son derece şiddetlendiğinin ve toplu katliâma başlandığının anlatıldığı; ayrıca heyet mensuplarının katliâm sırasında süngülerle yaralanan, kolları kesilen kadın ve çocuklarla görüştürülerek tam bir kanaat sahibi olmalarının sağlandığı; bundan başka Iğdır'da bulunan bin kadar silahlı Ermeni kuvvetinin Nahcıvan ve Şerber'de Müslüman halkın direnişini kırmak üzere harekete geçtiği.

28 Aralık 2007 Cuma

VATİKAN'IN KÜRTLERİ !..., (1-2) Mustafa Nevruz SINACI

VATİKAN'IN KÜRTLERİ !.. (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Ülkemizde Türk vatandaşı olarak yaşamını sürdüren ve fakat kendini “Kürt”, özellikle de “Alevi Kürt” olarak tanımlayan sayıları on binlere varan kişinin, aslında Ermeni ve Rum dönmesi olduğu artık bilinmektedir. Bu kesimin karakteristik özelliği bilhassa manevi değer ve “Milli Devlet” fikrine karşı olmaları ve PKK'ya kol-kanat germeleri, akla gelen her türlü nam altında yardım ve yataklık faaliyetinde bulunmalarıdır.
Mustafa Kemâl Atatürk tarafından “dahili bedhah” (gizli düşman) olarak tanımlanan iç mihraklar işte bunlardır. Bunların bir dış bağlantıları ve “Vatikan” dahil bütün Hıristiyan ülke ve devletlerinde iştirakçi, destekçi, finansör ve işbirlikçileri vardır. Şimdilerde AB’nin her köşe bucağından fışkıran bu kesim de “harici bedhahlar” dır. Şimdi bazı örneklere bakalım:
VATİKAN'IN KÜRTLERİ !
Aslında Vatikan’da Kürt falan yoktur. Tıpkı içerde olduğu gibi kendilerini bu lâfz ile açıklayan ve tanımlayan sinsi düşmanlar, dönmeler ve bunların uzantıları-piyonları vardır. İşte onlardan biri; Vatikan Kürtleri (!) PKK'ya kol-kanat gerdiler. Nasıl mı ? Buyurun bakalım:
Terörist başı, bebek katili Apdullah Öcalan 1996'da Papa 2. Jean Paul'a çok özel bir mektup göndererek, "Ben Hıristiyanlığa Müslümanlıktan daha yakınım. Türkler Anadolu'daki Hıristiyanlığı yıkmış kişilerdir" diyerek yardım istedi.
Papa ise, "Kürt halkının trajedisini asla sessizlik içinde geçiştiremeyiz" cevabını verdi.
Vatikan'ın Adalet Bakanı konumundaki görevlisi Kardinal Renato Raffaele Martino, ise, Ekim 2007 tarihinde Türkiye ile Irak arasındaki sorunun çözümüne ilişkin önerilerini dile getirdiği bir açıklamasında, Kürtler için ayrı bir devlet imasında bulunmakta idi. Martino’nun "Vatikan, Irak-Türkiye arasındaki sorunun, kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır. Çözümde Kürt halkının (!) ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada eşi benzeri olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var, (?) ama bu halka tekabül eden bir devlet yok" şeklindeki sözleri, Vatikan'ın öteden beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı terör örgütü PKK'yı destekler nitelikteki politikalarının bir yansımasıydı kuşkusuz. Zira, “Ortada bir halk var, (?) ama bu halka tekabül eden bir devlet yok” biçiminde ki sözler; Alenen TC Devletinin iç işlerine suiniyetle müdahale, tahrik ve düşman unsurları teşvik niteliği arz etmektedir.
BU BEYANIN TÜRK DIŞİŞLERİ TARAFINDAN
Türkiye'nin baskıları sonunda Suriye'den çıkmak zorunda kalan terörist başı Öcalan, İtalya'ya gittiğinde Vatikan, hem terör örgütüne hem de terör örgütünün başı bebek katiline sahip çıkarak bu desteğinin en somut örneğini sergiliyordu. Hürriyet Gazetesi'nin, 22 Kasım 1998 tarihli "Vatikan'dan teröre destek" başlıklı haberinde şu ifadelere yer veriliyordu:
"Katolik dünyasının ruhani merkezi olan Vatikan, Apo'ya sığınma hakkı verilmesine taraftar olduğunu bildirdi. (Sözde) Kürt (!) sorununun yalnızca Türkiye ve İtalya arasında bir mesele olarak görülmemesi gerektiğine dikkat çeken Kardinal, bu sorunun bütün Avrupa'yı ilgilendiren uluslararası bir konu olduğunu vurguladı. Vatikan (Papalık) bunun da ötesinde, Kürtçü ayrılıkçılığı kışkırtacak bir tavır sergiliyor. Doğu Kiliseleri Topluluğu sorumlusu Kardinal Achille Silvestrini, Kilisenin Kürt toplumunun ulusal kimlik kazanmasına sempatiyle baktığını hatırlattı."
Şimdi sormak gerekir: Bölücü, tarafgir ve tedhiş örgütü yanlısı tavrı ile dünya barışına darbe vuran bu papalık (katı-fanatik din devleti) nasıl muhatap alınır, neden kınanmaz ve halâ niçin Türkiye Temsilciliği açık tutulur. Dahası “dinler arası diyalog” konusunda niçin Papalık (babalık) ile işbirliği yapılır ?
DİRENİŞ HAKKI !..
Vatikan'ın terör örgütüne ve onun katil başına verdiği desteğin, "dini" referansı sözde “Kurtuluş Teolojisi”dir. Misyoner çevrelere yıkıcı, bölücü ve ayrılıkçı akımlara destek vermek konusunda meşruiyet tanıyan bu teolojiyi, Papa VI. Paul'un sözleriyle anlatmak gerekiyor: Papa şöyle diyor: "Bir halk barışçı direnişin hiçbir yarar sağlamadığı şekilde baskı altındaysa ve başka hiçbir barışçı direniş olanağı kalmamışsa, o zaman en son ihtimal olarak şiddetin kullanılabileceği direniş hakkı vardır."
PAPA'YA MEKTUP:
Roma'da bulunduğu zaman içerisinde kiliseler tarafından sahip çıkılan terörist başı Öcalan'ın Papa' ya yazdığı iki ayrı mektup var. Papa 2. Jean Paul' ün papalığı döneminde yazılan mektupta terörist başı, "Ben Hıristiyanlığa Müslümanlıktan daha yakınım. Türkler Anadolu' da ki Hıristiyanlığı yıkmış kişilerdir. Bize yardımcı olun" diyerek yardım istemiş, Vatikan da bunun üzerine bazı girişimlerde bulunmuştu.
Bu ifade aynı zamanda bir itiraf mıdır ? değil midir.
Şimdi, lütfen hatırlayınız:
Başta Vatikan'daki yazılı ve görsel medya olmak üzere AB ülkelerindeki tüm yayın organları, mektubun yazıldığı 1996 tarihinden itibaren Türkiye' de TSK'ya karşı saldırgan bir tutum izlemeye başladı mı ? başlamadı mı ? Bilhassa Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yapısı ile “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” konusunda baskı ve dayatmalar oldu mu ? olmadı mı ? İşin en ilginç ve enteresan tarafı da Türkiye'ye karşı başlatılan karalama kampanyasını yürüten ise bizzat bugünkü Papa idi.
Papa 2. Jean Paul Ocak 1998'de diplomatik bir dille şu göndermeyi yapıyordu:
ETNİK AYRIŞTIRMA:
"İçinde bulunduğumuz günlerde herkesin dikkatini çeken ‘Kürt halkının trajedisini’ sessizlik içinde seyirci kalarak geçiştiremeyiz. Olağanüstü durumlarda mültecilere yönelik acil merhamet arzusu; Onların (sözde Kürtlerin) güvenli ve kabul edilebilir hayat şartları isteyen milyonlarca kardeşinin arayışını unutmamıza neden olmamalıdır."
Şimdi sorulur: Müslüman sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetinin asli-esas kurucu unsuru olan; Soyda ve boyda bir Kürt kardeşlerimize “merhamet duyguları içinde” karşı kin, nefret ve düşmanlık hisleri (tefrika) aşılama çabası içinde olan bu papa ve Vatikan; Acaba onların bütün Türk halkı ile aynı hakları, en rahat ve özgür biçimde kullandığından; Türkiye da kain Ermeni, Rum ve Yahudi (gayrimüslim) azınlıklar dahil; Batı Trakya ve emsalleri ile kıyaslandığında en ileri düzeyde hak, hukuk, güvenlik ve huzura sahip bulunduklarından haberdar mıdır acaba.
Dahası, bu papalar Srebrenica soykırımı sırasında ne iş görürlerdi ?
Ondan öncesi, Kıbrıs katliam ve soykırımlarına neden müdahil olmadılar ?
Ermenistan’ın Karabağ da sergilediği vahşet ve soykırımı neden görmezler ?
Çeçenistan da tam 480 yıldır süregelen insanlık dışı kin-kan katliam ve soykırımı niçin durdurmaya çalışmazlar ? Düpedüz yalan-dolanla işgal edilen Irakta kadın erkek demeden her kese tecavüz eden, yaklaşık bir milyon kişinin kanına giren, canına kast eden ABD’ye niçin karşı çıkmazlar da haçlı ruhu ile jenosit yapan evanjelistlere arka çıkarlar ?
Prof. Dr. Nadim Macit'e göre, "arayış" tan bahseden Papa, her nedense bu coğrafyayı etnik ayrışma üzerinden parçalayan, çatışma hatları ve kanlı sınırlar oluşturan emperyalist Batılı devletlerden hiç bahsetmiyordu.
PROF. DR. ERKAL, CARİTAS'A DİKKAT ÇEKTİ:
Konu hakkında Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal "Misyonerlik, zannedildiğinden farklı olarak siyasi hedefler gütmektedir" diyor. Misyonerliğin Anadolu'da Türk kimliğini ve milli devleti hedef aldığını söyleyen Erkal'a göre, siyasi ve dini boyutlu misyonerlik hareketleri yeni bir "Haçlı Saldırısı" olarak tanımlanmalı...
***
VATİKAN'IN KÜRTLERİ !.. (2)
Mustafa Nevruz SINACI

Yeni Dünya Düzeni aldatmacası ile bütün insanlık alemini tehdit eden; Başta İlâh (din tüccarlığı) Silâh ve İlâç tacirlerinin emperyalist emellerine niçin engel olmayı düşünmezler. Bu konuda açıklamalarını sürdüren ve;
Misyonerlerin, her tür insani duyguları istismar ederek ve kullanarak Hıristiyanlık propagandası yaptığını belirten Erkal, misyonerlerin asıl amacının "Mutlak Hıristiyanlaştırma" olmadığına da özellikle dikkat çekiyor. Erkal, "Önemli olan, insanları toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, milli-ilmi ve manevi değerlerini aşağılama, yozlaştırma, vatandaşlık ve milli kimliği aşındırma ve maddi yönden tatmin etmektir.”
MİSYONERLİK :
Genellikle misyonerler şahitlik kelimesini kullanmaktadırlar.
Sözde kardeşlik adı altında ve dikkat çekmemek için 'İsa Müslümanları' yaratılmak istenmektedir" görüşünü dile getiriyor ve Vatikan bağlantılı Caritas isimli örgüte özellikle ve bilhassa dikkat çekiyor.
“Caritas'ın adı ilk kez 17 Ağustos 1999 yılında yaşanan büyük Marmara felaketinden sonra duyuldu. İnsani yardım adı altında İncil dağıttıkları öğrenilen bazı grupların, deprem nedeniyle kimsesiz kalan çocuklara da "sahip çıktıklarını" hatta yurt dışına götürdükleri iddia edildi. Afet bölgesine gönüllüleriyle gelen sivil toplum örgütleri ve yardım kuruluşlarının belki de en önemlilerinden biri Caritas'tı.”
1897 yılında Almanya'nın Freiburg kentinde Katolik bir insani yardım örgütü ! olarak kurulan Caritas, pek çok ülkede aynı adla bağımsız yardım kuruluşları açmaya başladı. 1951 yılında papalığın öncülüğünde bir araya gelen 154 Katolik kuruluşu Caritas İnternationalis adıyla bir konfederasyon şekline dönüştü ve örgüt bütünüyle papanın emrine girdi.
Merkezi Vatikan'da Papalık sarayının içinde olan Caritas'ın başkanı, 1999 tarihinde bu göreve seçilen ve daha önce de Caritas Ortadoğu ve Caritas Lübnan'ın başkanlığını yürüten Yohana Fuad El Haci. Bu gün yüz binlerce misyoneriyle 198 ülkede faaliyet gösteren Caritas' ın Türkiye'deki Vatikan Büyükelçiliği nezdinde Caritas Üniteleri Müdürlüğü'nü yürüten kişi ise geçtiğimiz günlerde İzmir'de bıçaklı saldırıya uğrayan Rahip Adriano Franchini idi.
MİSYONERLER ÖCALAN İLE AYNI DİLİ KULLANIYOR :
Türkiye'de Hıristiyan misyoner örgütlerin temsilcileri özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya ziyaretlerde bulunarak oradaki halkla iletişim kurmaya çalışmaktadırlar. Yakın dönemde Milli Güvenlik Kurulu'na sunulan bir raporda, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ne son bir yılda gelen ziyaretçilerin sayısının son 15 yıldaki ziyaretçiler kadar olduğu ve Türkiye'ye yönelik bu hareketlerin hepsinin belli bir merkezden (Papalık ve AB’den) yönlendirildiğinin anlaşıldığı belirtiliyordu.
Bu zaman zarfında tırmanan anarşi, terör ve tedhiş hareketleri de, yoğunlaşan bu ilgi ve alânın doğal sonucu olsa gerektir. Bu arada, Karen Fog’un mektupları, mesajları ve menfur faaliyetlerini de bu bağlamda hatırlamak gerekir. Tabii ki, İnsan hakları, demokratikleşme ve açık toplum adına “küresel emperyalizm ve vahşi kapitalizme” ortam hazırlama gayretlerini sürdüren Soros’u da unutmamak gerek.
Analize devam edelim:
Terörist başının mektuplardaki sözleriyle, Türkiye'de misyonerlik faaliyetini sürdüren kişilerin sözlerinin birebir örtüştüğüne dikkat çeken Prof. Dr. Nadim Macit, şunları söylüyor:
"Ülkemizde misyonerlik yapan kişiler şöyle derler:
‘Türkiye Devleti, Kürtler üzerinde baskı yapmaktadır.
Geçmişte Ermeniler, Süryaniler, Rumlar üzerinde soykırımı faaliyeti yaptılar.
Bunun benzerini şimdi Kürtlere yapmaktadırlar.
Türkiye Devleti, soykırımını sürdürmektedir.
Birçok masum Kürt kimliğini ve hakkını istemesinden dolayı öldürülmektedir.'
İki metin arasındaki benzerlik, bize, terör örgütünün gerçek yüzünü ve ilâh ticareti bağlamında vizyona konulan kutsal sürümünü yeterince tanımlamaktadır.
Acaba, hiç düşündünüz mü?
Batılı devletler (AB) ve kiliseler niçin PKK'yi destekliyorlar?
Bu sorunun açık ve net cevabı İtalyan Evanjelist Kiliseler Federasyonu Başkanı Domenico Maselli'nin şu sözünde gizlidir.
Maselli, der ki:
“Varlıklarını kabul etmeyen beş devlet arasında bölünmüş saygın (!) (burada kendini Kürt olarak tanımlayan ve fakat aslında Ermeni, Rum ve Yahudi dönmelerinden müteşekkil potansiyel hain kitleler hedef kitle durumunda ve konumundadır) Kürt halkının yazgısına kayıtsız kalamayız.”
Gerçekten kalamazlar.
Çünkü iki kutuplu dünya sisteminin çöküşünden sonra ortaya çıkan fiili durum, dünya dengelerini bozacak niteliktedir. Öyleyse Türkiye ile Türk dünyası arasında duvar örmek gerekir. İkisinin arasını tam anlamıyla kesmek için Ermenistan yetmez, bir de Kürdistan gerekiyor. Bütün mesele budur."
BUSH'LA 2003'TE ANTLAŞMA İMZALANDI :
Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal: "Teröristbaşının mektubundan sonra Papalığın Doğu Kiliseler Birliği Komisyonu'nun başı Achille Silvestrini bir açıklama yaparak Vatikan'ın PKK'yi ve onun başını desteklediğini belirtti.
Rusya'da ise; Ortodoks Kilisesi'nin en hararetli taraftar ve savunucularından biri olan bir milletvekili bölücü başını Rusya'ya getirmek ve ona sığınma hakkı tanıtmak için var gücüyle çalıştı.
Bu milletvekili aynı zamanda gizli bir tarikatın üyesi idi.
Tarikatın adı, 'İstanbul Haçı'nın Egemen Askeri ve Hanedansal Tarikatı'idi.
Tarikatın başında yasal Bizans İmparatoru olduğu başta Rusya, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry Paleolog vardı.
İşte bu tarikatın başı Almanya'da PKK örgütüne destek veriyordu.
El altından dağıtılan bildirilerinde aynen şöyle yazıyordu:
“Türkiye'de boyunduruk (esaret) altında yaşayan siz Kürtleri çok yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız."
PAPA'NIN MİSYONU :
Mektup ile birlikte Ortodoks Papa'nın, Evangelist Bush ile bir anlaşma yaptığını ve bu anlaşma çerçevesinde, başta Irak'ın kuzeyindeki Kürtler olmak üzere, tüm coğrafyada etnik ırkçılık yapan Kürt nüfusunu koruma misyonunu üstlendiğini ifade eden Altındal, şu noktalara da vurgu yapıyor:
"Papa ben 'Bush'u destekliyorum' diyor.
Oysa ki Bush evangelist yani Protestan. Bush ile 2003 yılında yapılmış bir anlaşması var. Bu anlaşma, Irak'ta bir Katolik kilisesi kurulmasını öngörmektedir. Amaç, Irak'ın kuzeyindeki Kürtleri korumak ve Türkiye'deki Kürtlere yapılan baskıları yerinde tespit etmekti. Bu kilise kuruldu, 2003 yılından itibaren faaliyete geçti ve Kürtleri koruma görevi Papalığa verildi. Şimdi de BOP çerçevesinde Rusya'ya ve Çin'e karşı ABD'nin yollarını açmaya çalışıyor, açıkları bu yönde. Papa'nın misyonu bu." (bitti)

ABD-AB VE SINIR ÖTESİ

ABD-AB VE SINIR ÖTESİ (1)
Mustafa Nevruz SINACI
  Sağduyu sahibi, aklıselim, uyanık, basiret ve beka sahibi müteyakkız, Türkiye sevdası ile dolu, konjonktürü dikkatle izleyen gazeteci-yazarlar; Bu gün için yaşanan vahim gerçeği korkusuzca ortaya koymaya başladılar. Artık işin saklanacak-gizlenecek tarafı kalmadı. Uzun süredir millet de anladı ve bildi ki; Türkiye büyük bir kırılma noktasına itilmiş ve uçurumun ta kenarına kadar sürüklenmiştir. Bu hakikatle yüz yüze olan, her şeyi en ince ayrıntılarına kadar bilen ve fakat ses çıkartmayan, farkında değilmiş gibi davranan sadece hükümet ve siyasettir. Aslında günümüz siyaseti ve sözde aydınları bu konuda pek de masum sayılmazlar.
Aksine, sırtlarında yıllar önce uygulama imkânı hasıl olmuş bir projeye engel olmanın vebalini ve sorumluluğunu taşımaktadırlar. “Aldatan Put ve Pusudaki İhanet” konulu yazım yayınlandıktan sonra bir hayli olumlu tepki aldım. Bir tanesi, benim hassasiyetime ve yakın zamanda kaçırılan önemli fırsatlara dair açıklamalarıma şöyle cevap vermiş:
Adı bende mahfuz okuyucumun mektubu aynen şöyledir:
“15-16 yıl önce Kuzey Irak'a Özal'ın girmek isteğine karşı çıkan şuursuz devlet ve yönetim anlayışının oluşturduğu kaosu hatırlayınız. O zaman dünya kamuoyu Türkiye'nin (ilk kez!) lehinde idi ve Körfezdeki Irak işgaline karşı savaşı merhum Özal tetiklemişti. Petrol Boru Hattı'nı keserek Irak'a ambargoyu başlatan Özal'ı dinlemeyen, anası Kürt olduğu için onu da Kürt sayan ve ilk kez Misak-ı Millî sınırlarına doğru yürümeyi savunmasını doğru veya inandırıcı bulmayan asker-sivil aydınlarımızın (!) özellikle de basınımızın oluşturduğu hadım siyaseti çok putları canlandırmıştır. O yüzden, askeri göreve çağıran bütün tavırların bir ayağı kaygan zemindedir. Çünkü askerin ne istediğini bizzat askerler bile bilmemektedir. Tezkere çıktıktan sonra ‘Başbakanın Bush'la görüşmesini bekleyeceğiz!’ diyen Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak şu sorunun cevabı verilmediği sürece Kuzey Irak'a yapılacak her harekat başarısız kalmaya mahkum; tıpkı 25 harekatla bir sonuç alamadığımız gibi...
Siz Genelkurmay Başkanı'na sorulacak şu sorunun cevabını alabilirseniz, o cevap üzerine bir kitap bile yazmaya değer: ‘Seçim öncesinde, Milli Güvenlik Kurulu'nda gündeme getirmediğiniz halde, Harp Okulları'nda yaptığınız konuşmada neden Kuzey Irak'a girmeliyiz dediniz? Bu konuşmada söylediğiniz, 'Kuzey Irak'a girince PKK'dan başka Peşmerge ve ABD ile de bir iş tutacak mıyız?' sözlerinin ne anlama geldiğini Türkiye'de kimse değerlendirmedi, ama ABD'li bir askeri gözlemci aynen şöyle dedi: "Bu sözlerden anlaşılan şu ki, Türk Genel Kurmay Başkanı "Kuzey Irak'a girmeliyiz!" dedikten sonra bu mülahazaları serdettiğine göre, o bölgeye girmek istemiyor, ama iç politika malzemesi olarak kullanıyor." Bunları sizin de tuhaf bulduğunuzu sanıyorum. Fakat hepsinin bir anlamı olmalı...
Kısacası, Genel Kurmay Başkanı'ndan sonra kim Kuzey Irak'a girelim dediyse, ya bu iç politikaya alet oldu, yahut da hamasi duygularına mahkum haline geldi... Sınırın bu yanını kontrol altına alamayan Genel Kurmay Başkanı'na sorulacak pek çok soru varken, "Daha ne bekliyor ASKER ?.." diye sormak bence çok anlamsız.
Gelen yüzlerce eleştiri ve öneri arasından, özellikle bu maili sizlerle paylaşmak isteyişimin nedeni şu: Evet Türkiye 1991-92 yıllarında çok büyük bir nimet ve fırsatı kaçırmış ve o zamanki rivayetlere göre, günün Genelkurmay başkanı, başta donanım eksikliği olmak üzere bazı nedenler ileri sürmek suretiyle harekâta karşı çıkmıştı. Bunun bedeli binlerce şehit ve milyarlarca dolar oldu. Oysa, o gün mevcut donanımla bu harekât pekalâ başarılabilir ve şu an tepemizde asılı demoklesin kılıcı bertaraf edilebilirdi. Dolayıyla bu hadisenin ve çok daha sonraları örgüt kongreleri toplandıkça ve belirli mevsimlerde 8000-9000’e yakın militan Kandil kamplarında bir araya geldikçe neden gereği yapılmadı ? Bütün bunlar sorgulanması ve cevap aranması gereken sorulardır.
Ancak, bu sorulara cevap vermek bir yana 25 veya 40 yıllık geçmişi ve bu geçmiş içinde eşkıyanın nereden nereye geldiğini, hangi dahili ve harici kaynaklardan beslendiğini dahi tam olarak sorgulamak mümkün olamamıştır. Gerçek şu ki, tehdit hep büyüye gelmiştir.
TÜRKİYE KİMLERLE SAVAŞIYOR ?
Aslında, bu bağlamda “savaş” ve “bölücü örgüt” terimlerini asla kullanmamak gerek. Zira, savaşın muhatabı aleni düşman ve hukuken var olan bir devlettir. Bu kelimeleri özellikle uluslar arası plâtformlarda ve Irakla ilişkilerde kullanmaktan özenle kaçınmak şarttır. Aksi taktirde salt bu terminoloji dolayısıyla bir takım baskılara ve flebisit taleplerine muhatap olunması ihtimali mevcuttur. Şu hale nazaran muhatap unsurdan sadece “eşkıya” ve “çeteler” olarak bahsetmek mümkündür. Mamafi daha açık ve anlaşılır olması bakımında biz sadece bu araştırma ile sınırlı kalmak koşuluyla bu kelimeleri kullanmaktayız. Devam edelim.
Türkiye kimlerle savaşıyor ? dedik...
Bu soru, şu günlerde herkese sorulmalı.
Millet vahametin tam anlamıyla farkına varmalı.
Zira, Türkiye şu anda başta ABD olmak üzere AB ve OECD üyesi tam 28 ülke ile fiili savaş halindedir. Bu husus bizzat Cemil Çiçek tarafından Adalet Bakanlığı zamanında açıklanmış, aslında yıllardır bilinen ve belli olan bir gerçektir.
Ordu bizim ordumuz. Askerler bizim evlâtlarımız ve kardeşlerimiz. Dahası, hepimiz Türk’üz ve askeriz. Bu bizim atadan ve soydan mesleğimiz. Adaletin, hakkın, hakikatin ve hukukun askerleriyiz biz. Ve dahası biz; Cumhuriyetiz, Demokrasiyiz, Lâiklik ve İnsanca, mertçe, dürüstçe, adalet ve barış içinde yaşamanın yer yüzündeki temsilcileriyiz.
Biz bir hukuk devletiyiz.
Ordumuz Türk ve Atatürk ordusudur.
Bizim ordumuzda lânetli pavyon paşaları, ABD-NATO ve AB kulu-kölesi, yeminli, biatlı dönme, devşirme, mason ve misyoner tohumları yok. Olanlar varsa eğer, bunlar Türk milletinin emrinde ve hizmetinde olamazlar !... Temizlenmeleri ve tasfiyeleri gerekir.
ABD-AB namına ihtilal yapanlar, "NATO" ya sadakat yemini edenler ve "Ours boy" unvanını alanlar asla ve kesinlikle damarlarında “asil kan” akanlar değildirler ve olamazlar da.
Gelin; Doğruya doğru, eğriye eğri, yanlışa yanlış deme cesaret ve cüretini gösterelim.
Mesele, büyük önder Mareşâl Mustafa Kemal ATATÜRK’ün "Ya askerlik ya siyaset" diyerek gösterdiği yoldan gitmeyenleri, sorumsuz olduğu halde milletin kendilerine emanet ettiği silahları millete göstererek siyaset yapanları teşhir etmek, bazı suiniyet ve sızmalara dikkat çekmektir.
Allah için konuşun, 25 yıl savaş mı olur? Tüyü bitmemiş yetimin hakkı ve bu çilekeş halkın, el emeği ve göz nuru olan 500 milyar dolar nasıl sokağa atılır ? Ülkeyi baştan başa üç kez imar ve ihya etmeye kâfi büyük bir servet böyle nasıl hovardaca harcanabilir ?
Hani, 12 Eylül öncesinde bu ülkede çok yaygın bir anarşi ve terör vardı.
Kalleş baronlar kardeş kavgasını tahrik etmiş ve binlerce masum ve müsemmanın alçakça, haince kanına girmişlerdi. 12 Eylül günü askeri müdahale oldu. Anarşi ve terör bir günde bıçakla kesilir gibi kesildi. Bu neydi ? Bir tesadüf mü ? Yoksa mucize mi ? O gün pek alâ muktedir olanlar ondan sonra 25 yıldır hangi stratejiyi geliştirdi ? ve bu 25 yılda güvenlik meselesinde sözde sivil iktidarların gücü ve etkinliği ne oldu ?
Ülke çıkarlarını düşünenlerle, bir yerlere savrulup milletin başında boza pişirenleri ayıralım..
Açık ve net sormak gerek !
Sincan'da İsrail tel’in edildi diye, sokaklarda tank dolaştıran, o Şubat bülbülü, İsrail muhibbi Çevik Bir beyefendi ve avanesi şimdi nerelerde.. Milletin cebinden kaç para alır. Nerelerde yatar, nerelerde kışlar ?
Koskoca 25 yıl ve 500 milyar dolar !...
Sivil siyaset veya ordu, kabahat veya ihmal kimde ise mutlaka hesap vermelidir.
Ve, daha da önemlisi bu trajikomik hikâye burada bitmeli, bitirilmelidir.
ANCAK ! GERÇEKLER AÇIKLANARAK
Fazla söze gerek yok. Irak'ın kuzeyi Türk jetleri tarafından hallaç pamuğu gibi atılıyor.
Başbakan İngiltere'den, ardından da ABD'den sınır ötesi operasyon onayı almak için koşuşturuyor. Kendi ellerimizle palazlandırdığımız Irak'ın kuzeyine en sonunda ekonomik yaptırımlar uygulanması kararı istemeyerek de olsa çıkıyor. Açıkça sınır ötesi tehdit olmasına karşın NATO kollarını kavuşturmuş, olanları seyrediyor.
Her ne kadar uluslar arası bir barış ve güvenlik örgütü olsa bile, cari konsepti itibarıyla NATO, adeta ABD’nin emrine girmiş; Bunun yanı sıra AB çıkarlarını koruma kaygısına düşmüş ve tıpkı Bosna-Hersek’te olduğu gibi, Irak’ın nahak yere işgaline de seyirli kalmıştır. Şu halde, BM veya NATO’dan her hangi bir konuda sağlıklı karar beklemek olanaksızdır.
İşte bu ortamda hâlâ Türkiye K. Irak’a sınır ötesi operasyon yapsın mı – yapmasın mı tartışmaları dinliyoruz. Sınır ötesi operasyonu istemeyenler bölgenin bataklık olduğunu ve TSK'nin bu bataklığa batma tehlikesi olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa 1 Mart tezkeresi öncesi TSK'nin ABD kuvvetleriyle birlikte mutlaka Irak'a girmesi savunuluyordu. O zaman, hele de Saddam döneminde Irak'ın kuzeyinin de güneyinin de bataklık olduğu biliniyordu.
BİR MART TEZKERESİ
Aslında doğru olan bir Mart tezkeresini kabul etmek ve tam bir devlet ciddiyeti içinde uygulamaktı. Ben kişisel olarak 1 Mart tezkeresinin geçmesinden yana olanlardandım. Şimdi de hâlâ aynı düşüncemi koruyorum. Çünkü koşullar ve belgeler çok iyi düzenlenmişti. ABD Türkiye'ye girerse bir daha çıkmaz, gibi sözler söylendi. Kesinlikle öyle bir durum mümkün değildi. Bunların hepsi efsaneydi. Hani, bilmeden fikir üretme var ya. Aynısı yapıldı. Bunları çok aydınlarımız da maalesef yapıyor ve bu ülkeye çok da zarar veriyorlar.
Nitekim o tarihte Türkiye, hissiyattan uzaklaşıp Genelkurmayın yapmış olduğu o çok mükemmel anlaşmalara uygun biçimde oraya girseydi, bugün Irak'ın kuzeyindeki bu (PKK) ve benzeri sıkıntılar, karşımızda önemli bir ulusal güvenlik sorunu olarak durmayacaktı.
Onun dışında bunun ülkemize daha başka getirileri de olacaktı.
Tamam, demokratik bir ülkeyiz. TBMM'nin kararı öyle çıktı.
Ona da saygı duymaktan başka söyleyecek sözümüz yok.
Ancak, bugün yine sınır ötesi operasyona karşı çıkanlar var. Ben buna katılmıyorum. Irak'ın kuzeyi TSK için asla bir bataklık olmaz. Bunu düşünmek bile abestir, yanlıştır. Zira, ne Türkiye Cumhuriyeti dünün devleti ne de TSK dünün silahlı kuvvetleridir. Dolayısıyla TSK bu konuda fevkalade olgun bir noktaya ulaşmış durumdadır. TSK bir avuç eli kanlı PKK' lı katil sürüsünün karşısında bataklığa saplanmış konumuna kesinlikle düşmez. Düşebileceği de söylenemez. Bu türlü konuşanlara şüphe ile bakmak gerekir.
Dahası, şu anda TSK komuta kademesinde yukarda “bir zamanlar için” tanımladığımız “ABD-AB namına ihtilal yapan, "NATO" ya sadakat yemini eden ve "Ours boy" unvanı alan ve damarlarında akan kan şüpheyi calip” kimseler değil; Yürekten bir samimiyet ve sadakatle askerlik mesleğine bağlı, Türk inkılâbı ve Atatürk ilkelerine sahip ve saygılı; Varlığını Türk milleti ve devletinin devamlılığına adamış askerler vardır.
Bu Allah’ın bir lütfudur.
Kıymeti-kadri bilinmeli terör belâsına “şimdi” mutlaka son verilmeli, keza, 25 yıldır bunu sürüncemede bırakan ve anarşi üzerinden rant sağlayanlara hesap sorulmalı, muaheze edilmeli ve bedel ödettirilmelidir. Evet, bedel ödemek değil, bedel ödetmek zamanıdır. Çünkü millet zaten bu güne kadar çok büyük bir bedel ödemiş bulunmaktadır.
Terörle mücadele
Şimdi, bazı provokatif kesimler ve AB uzantısı akredite medya tarafından bu düzenli bir savaş değil, asimetrik bir savaş olması nedeniyle tehlike var, deniliyor... Maksat : TSK’nın sınır ötesi harekâtını önlemek ve menfur amaçlarını adım adım gerçekleştirmektir. Elbette karşı taraf o alçakça saldırılarını yapacak. Bu saldırılar karşısında TSK kayıplar verebilir. Bu, terörle savaşın doğasında var. Özellikle de bu tür bir savaşta kayıpları önlemek, düşünüldüğü kadar komutanların ya da liderlerin elinde değildir. Çünkü terörle mücadele ediyorsunuz.
Karşınızdaki, onurlu bir devletin erdemli bir ordusu değil.
Karşınızdaki, güya sizinle savaştığını söyleyen çeteler. Bunlar herhangi bir ahlaki, insani ya da yasal bir kurala bağlı değiller. Üstelik aralarında dünyanın bütün milletlerinden fırsat düşkünleri ve maceraperestleri var. Elebaşıları ve militanlarının kahir ekseriyeti ise Ermeni asıllı ve ASALA kökenli. Sanıldığı gibi Kürt unsuru falan yok karşınızda. Üstelik bunlar ahlâken düşük marksist ve leninist ideolojiye mensup bir güruh. İslâm’la veya insanla bağdaşır yanları yok. (devam edecek)







Ama siz TSK olarak insani kurallarla, uluslararası hukuk kurallarıyla, kendi ülkenizin hukukuyla bağımlısınız. Dolayısıyla işin zorluğu doğasında. Tabii ki tek bir insanımızın akan kanı bizim için çok değerlidir. Ama bu ülke savunulmak zorunda. Bu ülkeyi savunmasız bırakırsak, onun bunun arzusuna göre yol alacak hale getirirsek o zaman neyimizi koruyabiliriz? Bunu bir sormak lazımdır.
Pskolojik savaş birimleri yok edildi
Onun bunun arzularından kastınız nedir?
Bugünlerde özellikle TBMM çatısı altında bazı sesler çıkıyor. "Başka çözüm bulmak lazım", diyorlar. Tamam, başka çözüm bulmak lazım da karşınızda eli silahlı bir terör örgütü var. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu terör örgütüne, "Gel kardeşim, masaya oturalım. Pazarlık edelim. Ben sana biraz vereyim. Sen de biraz fedakârlık yap. Şu işi bir orta çizgide halledelim" mi demeli?
Talabani de aynı şeyi teklif etmedi mi?
O zaman Türkiye Cumhuriyeti bunu kabul mü edecek? Başından beri Abdullah Öcalan 'ın talebi de oydu. Daha sonra İmralı'dan avukatları aracılığıyla aynı mahiyette birçok mesaj gönderdi. Murat Karayılan 'ın, Osman Öcalan 'ın, hepsinin talepleri bu oldu.
Bugün bu talepleri Irak'ın kuzeyindeki o lider bozuntuları, aşiret reisleri seslendiriyorlar. Onların ne, kim olduklarını biz çok iyi biliyoruz. Bu son 30 yıla yakın zaman içinde bir de oradaki insanları Türkiye Cumhuriyeti besledi. Saddam zamanında ekmekleri yokken ekmeklerini verdi.
ABD'nin Irak'ı işgal etmesiyle ortaya çıkan Irak'ın kuzeyindeki Kürt bölgesine bizim işadamları yatırımlar yaptı. Okul, hastane, konut, devlet daireleri, havaalanı inşa ettiler. Hatta petrol bile çıkardılar. Türkiye'den oraya hepimizin bildiği gibi inanılmaz ucuz fiyattan elektrik veriliyor. Yani Türkiye orayı kalkındırdı. Peki, hangi amaçla o bölge palazlandırıldı, gelip bizim insanlarımızı vursunlar diye mi?
Bu tür komşu ülkelere yönelik faaliyetlerin mantıklı izahları olabilir. "Bu ülke insanları bize dost olsun. Karınları doysun ki başka yerlere göç edip oralarda rahatsızlık yaratmasınlar. Ben onlara kendi evlerinde belli bir hayat standardı sağlayacak biçimde yardımcı olayım. Bir yandan paramı kazanayım, bir yandan da bu yardımı yapayım" diye hükümetler bu yönde karar alabilirler.
Ama bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sizin sorunuz çok geçerli. Acaba bu Türkiye açısından akıllıca bir davranış mı, yoksa değil mi? Şu geldiğimiz aşamada, Barzani ve Talabani'nin Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne böylesine kafa tutacak cesareti bulup "Size bir Kürt kedisini bile teslim etmeyiz" gibi abuk subuk, ne idüğü belirsiz beyanlarda bulunacakları bir noktaya geldiyse Türkiye, kendimize şunu sormalıyız: "Bu katkılar devam etmeli midir?"
TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu geçen gün, "Ulusal güvenliğin söz konusu olduğu bir yerde artık kâr, ekonomi hesabı yapılmaz. Onu yaptığınız zaman ihanetin içinde olursunuz" dedi. Onun üzerine çeşitli iş çevrelerinden Hisarcıklıoğlu'na hücumlar var. Kıyısından köşesinden mazeret üretip halkın gözünün önüne alacalı bir resim koyma gayreti içindeler. Devletin elinde askerden önce kullanabileceği başka kozlar da var. En azından bunları kullanırsınız.
Bir de PKK'nin kaçırdığı sekiz asker konusu var. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir terör örgütüyle pazarlık masasına oturabilir mi?
Bunu da psikolojik propaganda amaçlı kullanıyorlar. Çok iyi baktıklarını söylüyorlar. Meğer ne kadar insancıllarmış. "Türkiye isterse teslim şartlarını konuşuruz" diyorlar.
Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti terör örgütüyle masaya oturacakmış. İş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, bu teröristlerin o şekilde konuşmasına muhatap olacak noktaya geldi. Askeri adımlar atılıyor. Bu şehitler boşuna verilmiyor. Ama bizim güvenlik güçlerimiz teröristle savaş veriyorlar. Terörle savaşın ekonomik, siyasal, sosyal, psikolojik boyutları vardır.
Bana göre psikolojik harekât konusunda devletimiz hemen hemen sıfır noktasındadır. Bizim öyle bir birimimiz yok. Yetişmiş kadrolarımızın olduğunu da pek sanmıyorum. Bu hükümetin işidir.
Bu işle ilgili bir zamanlar devletin ilgili kurumları vardı. Ama AB'nin talebiyle o kurumlar, birimler külliyen bitti. O şartlar nasıl kondu, nasıl oldu? Akıl ermez bir iştir.
Bir zamanlar Barzani ve Talabani sözüm ona düşmanken iki kere onları birbirlerinin tuzağına düşmekten TSK kurtarmadı mı?
Öbürünün tuzağına düşmesin diye aldık adamı, helikopterle başka yoldan götürdük. TSK bütün bunları yaptı. Ama gerek Talabani'nin gerekse de Barzani'nin ne kadar kaypak, ne kadar dönek, ne kadar sözüne güvenilmez yaratıklar olduklarını TSK'den daha iyi hiç kimse bilemez.
Üstelik Talabani, Sovyetler Birliği döneminde Sovyet yanlısıydı. Parti üyelerine "Yoldaşlarım" diye hitap ediyordu. Barzani ABD'ciydi. Ama günün birinde baktık ki Talabani, ABD köstebeği çıkmadı mı?
ABD ajanı olduğu ortaya çıkınca epeyce hayret eden olmuştu, diye hatırlıyorum.
ABD'nin gizli gündemleri
PKK dörde ya da beşe bölündü. Öcalan'ın artık etkisi kalmadı. Bir kısmı Barzani ve takımının etkisi altına girdi, deniyor. Bunlar sonuçta peşmerge. Bunlar bu kadar modern silahları nasıl bulabiliyorlar?
Bu terör örgütü diğer odakların desteği olmadan tek başına ayakta duramaz. Ne yazık ki bunun arkasında buna payanda, destek olan, ona bütün bu söylediklerinizi sağlayan ya da kendisinin bir şekilde sağlamasına göz yuman unsurlar var.
Kimdir bu unsurlar?
İsterseniz yakından uzağa doğru gideyim. En yakında olanlar Barzani-Talabani ikilisi, Irak'ın kuzeyindeki oluşumlar. Bir yandan da dünyaya ve bize, "Biz otonom bir yönetimiz. Yönetimin başkanı da var. Bağımsız da olabiliriz" diyorlar. Ben geçen yıl özel temsilcilik görevindeyken Irak'ın kuzeyinden benimle temas halinde olan bir kişi 2007'nin ajandasını getirdi.
Ajandanın en son iki sayfasını kapsayacak biçimde Büyük Kürdistan haritası vardı. Bu haritaya Mersin ve benim memleketim olan Sıvas, yukarıda Kars da dahildi. Aynı haritanın şeklinde rozetler yapmışlar. O kişi bana, "Bu rozetten bütün peşmergelerin, hatta çocukların bile yakalarında var" dedi. Bunlar çocuklarına hedef olarak bu haritayı gösteriyorlar.
Şu anda Irak'ın kuzeyindeki büyük güç ABD. ABD'nin bilgisi dışında bunları nasıl yapabilirler?
Şu andaki konjonktürde aksini düşünmek mümkün değil. Benim bilebildiğim kadarıyla ABD'nin Irak'ta, Ortadoğu'da, bir kısmını henüz açıklamadığı, ama bir kısmını da açıkladığı ileriye yönelik bazı projeleri var. Açıkladığı projelerden birisi de BOP.
Zaten bizim Başbakan da BOP'un eşbaşkanı olmakla övünmüyor mu?
Ümit ederim neyin ne olduğunu ya da olmadığını çok iyi kavramışlardır. Ama benim anlayabildiğim kadarıyla BOP henüz daha ABD'nin düşündüğünün tam şekliyle ortaya konmuş ya da bizlere deklare edilmiş değil. Benim anlayabildiğim kadarıyla BOP onların kafasında net. Ama o kafalarındaki net şekli bize anlatmış değiller.
Şimdilik göründüğü kadarıyla bölge ülkelerine demokrasi getirilecek, Türkiye bunlara model olacak, ama bunun olabilmesi için Türkiye'nin biraz ılımlı İslama kayması lazım. Anlayamadığım, ılımlı ya da sıcak İslam nasıl oluyor? Bizim bildiğimiz İslam İslamdır. Yarı demokrasi, yarı şeriat, ikisini de idare ediverin. Nasıl idare edilebilir? Onu bir türlü kafamda canlandırabilmiş değilim. Laiklik ilkesinin olmadığı yerde demokrasiden söz edemezsiniz.
Peki, bu peşmerge takımı TSK'nin mevzilendiği noktalarla ilgili bu kadar isabetli haberalma bilgilerine nasıl ulaşabilirler?
Öncelikle bunun hesabını vermesi gerekenler demin sözünü ettiğim Irak'ın kuzeyindeki kişiler. Ondan sonra Irak yönetimi geliyor. Ama bugün Irak yönetimi acınacak halde.
Geçenlerde bir Iraklı yetkilinin, "Biz egemen bir ülkeyiz. Sınırlarımıza müdahale ettirmeyiz" türünden bir beyanını okudum. Doğrusu buna bir hayli güldüm. İşgal altındaki, bir ucundan bir ucuna ABD askerinin kol gezdiği bir ülke nasıl egemen olur? Onu da çözebilmiş değilim. O durumdaki bir yönetimden özellikle bu terör örgütüyle ilgili olarak fazla bir şey bekleyemezsiniz.
Esas terör örgütüyle ilgili yapabilecekleri olup da yapmayanlar var. Bunların başında tabii ki ABD geliyor. Onun yanında da AB ülkeleri... Bunların yapabilecekleri şeyler vardı; halen var, ama yapmadılar. Şimdi, "Yapalım, edelim" gibi bazı beyanlar var. Bilmiyorum. Sonucunu görmedikçe inanmam mümkün değil.
Ben diyorum ki: "Benim dostum olduğunuzu söylüyorsanız, böyle bir terör belasıyla mücadelemde bana katkı sağlayacak, yardımcı olacak bazı şeyleri yapma yeteneğine sahipseniz, ama bunu yapmaktan kaçınıyorsanız o zaman benim gözümde siz benim yanımda değil, o teröristin yanındasınız."
PKK denilen eli kanlı örgüt Türkiye'ye bu kadar kapsamlı harekât yapabiliyor, canını böylesine yakabiliyorsa arkasında çok belirgin güçler vardır. Bu güçler de bellidir.
Türkiye'de demokrasi oyunu oynanıyor
Peki, ya AB?
Onunla ilgili söylemem gerekenleri söylemek istemiyorum. İçim bu konuda çok dolu. Ben biliyorum ki o Avrupa ülkelerinin uyuşturucuya kurban verdikleri her genç insanın kanında PKK'nin kanlı elleri var. Çünkü o uyuşturucunun oralara ulaşmasında en büyük taşıyıcı örgüt PKK. Bu durum kendilerine defalarca bildirilmesine rağmen hâlâ ülkelerinde, başkentlerinde PKK'nin işyerleri serbestçe çalışıyor. Hâlâ Brüksel'deki Grande Place'ın etrafında PKK'nin sekiz-on tane döner dükkânı var. PKK'ye para kesiyorlar. Önlerinde PKK bayrakları sallanan bütün büroları açık. Kendilerine Interpol listesinde arananların isimleri bildirilmiş. Adresi, her şeyi belli. Buna verilen cevap: "Benim ülkemde, yasalarıma aykırı bir şey yapmıyorlar." Bundan sonra da bu insanlar uçağa bindirilip serbestçe Irak'ın kuzeyine gidebiliyorlar. Bunu Öcalan'ın yakalanma süreci içindeki seyahati sırasında da gördük. Bu ülkelerin insanlarıyla ilgili hiçbir sorunum yok. Ama oralardaki yönetimler ne yazık ki böyle bir kasıtlı aymazlığın içinde. Türkiye'yi adam yerine koymuyorlar; talebine aldırış bile etmiyorlar. Benim anlayabildiğim kadarıyla onların Türkiye üzerinde başka hesapları var.
Ne gibi hesapları var?
AB süreci içinde Ermeni meselesini halledin, Kıbrıs sorununu çözün gibi dayatmalarla karşılaştık. Bunlar Kıbrıs'ın Rum kesimini büyük törenlerle AB'ye tam üye yaptılar. Bu ne biçim bir mantıktır? Demek ki bunlar Kıbrıs sorununun çözümünü arzu etmiyorlar. Yunanistan'ı da AB'ye ucuz ve basit bir biçimde aldılar. Çünkü Türkiye'ye Ege sorununu çözmesi söyleniyor, ama Yunanistan'a neden söylenmedi? Yunanistan'dan Kıbrıs sorununu çözmesi neden istenmedi? Demek ki tam anlamıyla riya ve çifte standart içindeler. Sonra çok yanlış bir kanı var. Batılılar, içimizdeki beşinci kol faaliyetleri ya da psikolojik savaş unsurları bunu pompaladılar, sanıyorum. Medyamızın bir kısmı da zaman zaman buna alet oldu. Halkta sanki o bölgenin insanlarının tamamı PKK'yi destekliyor gibi bir düşünce yarattılar. Orada halkımızın büyük çoğunluğu vatanını seven insanlardır.
Ama Güneydoğu'da oyların hemen tamamı AKP'ye ve DTP'ye gitmedi mi?
Oynadığımız bu demokrasi oyununu bir an önce sonlandırmak ve doğru dürüst bir demokrasi uygulamasına başlamak zorunluluğumuz var. PKK gelsin, mezradaki vatandaşın kafasına Kalaşnikof'u dayasın, "Bu mezradaki oyların birisi bile o işaretten başka partiye giderse hepinizi yarın akşam halledeceğiz" desin. O vatandaş ne yapacak? Oralarda her mezranın, her köyün başına asker, korucu koymanız mümkün değil. Dolayısıyla o insanlar oralarda zorunlu olarak istenen yere oy vereceklerdir, veriyorlar da. Başka çareleri yok. Bana göre o oyların çok önemli bir kısmı bu şekilde sağlanmıştır. Ondan sonra da TBMM'de demokrasi oyununu oynamaya başlarsınız.
ABD, Saddam'ı teröre destek veriyor diye yakaladı ve idam ettirdi. Türkiye açısından baktığınızda bu durum Barzani için de geçerli değil mi?
Bana göre Türkiye'ye karşı işlenmiş suç bakımından Öcalan'dan pek farklı değil. Yaptıkları yanına kâr kalmamalı. Bir şekilde cezalandırılması gerekiyor. Marmara Denizi'nde adamız boldur. Hayırsız var, Yassıada var.
Türkiye NATO'nun bir üyesi. NATO tüzüğünün 4. ve 5. maddeleri var. Bir NATO üyesine dışarıdan gelen ve güvenliğini tehdit eden saldırılar karşısında NATO üyelerinin harekete geçmeleri gerekiyor. Sizce NATO hâlâ neden harekete geçmiyor? NATO bir açıklama yaptı. Sanıyorum bütün AB'nin görüşü de o noktada. "Bu, Türkiye'nin iç meselesidir" diyorlar.

İNSAN HAKLARI GÜNÜ "İNSAN SEVGİSİ" VE İSLÂM

İNSAN HAKLARI GÜNÜ “İNSAN SEVGİSİ” VE İSLÂM
Mustafa Nevruz SINACI
Siyaset Bilimci, Hukukçu, Yazar
DP 7. ve 9. Dönem
Genel Başkan Yardımcısı

Bu gün “Dünya İnsan Hakları Günü ve İnsan Hakları Haftası” nın başlangıcı. Mesele malum, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunca 10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” kabul edilmiş ve Türkiye bu kabule 27 Mayıs 1949’da katılarak onay vermiş; Ve 27 Mayıs 1960 “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin Kabul ve Resmen Onayının” 11. yılında, kanlı bir darbe yaparak “en insanlık dışı” cürümünü işlemiştir.
Bu gün “Dünya İnsan Hakları Günü ve İnsan Hakları Haftası” nın başlangıcı.
Mesele malum, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunca 10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” kabul edilmiş ve Türkiye bu kabule 27 Mayıs 1949’da katılarak onay vermiş; Ve 27 Mayıs 1960 “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin Kabul ve Resmen Onayının” 11. yılında, kanlı bir darbe yaparak “en insanlık dışı” cürümünü işlemiştir.
Bu tarih aynı zamanda: Kazak İsyanının önderi Pugaçev’in idam edilişi (1774); Bir zamanların en zararlı tahrip ve taarruz silâhı olan dinamitin mucidi Alfred Nobel’in ölümü (1896); Nedamet içinde kıvranan vahşi batının ilk NOBEL ödülünü, İsviçre’li Henri Dunant’a vermesi (1901); Celâl Bayar tarafından, “Tarihi Şark Raporunun” yayınlanması (1936); AB’ nin, Türkiye’yi sözde “Aday Ülke ilân etmesi” (1999); Siirt seçimlerinin iptal edilmesi ile dokunulmazlığı düşen Fadıl Akgündüz’ün gıyabi tutuklama kararının vicahiye çevrilerek, ceza ve tevkif evine konulması ile; Hukuki engellerinden arındırılmış Recep Tayip Erdoğan’a Milletvekilliği yolunun açılması (2002); AB zirvesine tam bir hafta kala, Leylâ Zana ve 150 civarında (terör ve tedhiş örgütüne yardım ve yataklık faili) yandaşının Herald Tribune ile Le Monde gazetelerine “Kürtler (Ermeniler) Türkiye’ den Ne İstiyor” başlıklı, bölücü içerikli bir ilân vermeleri büyük tepkilere neden oldu (2004); Aslında daha çok şey var yazılacak...
Mesele burada yatan büyük (vahim) çelişkiyi görebilmek.
İnsanlık alemi, (namuslu-dürüst-onurlu ve akil insanlar tarafından kullanılması halinde olabildiğince yararlı) doğal doku (tabiat) ve başta deniz mahlukatı olmak üzere hayvanlara büyük ölçüde zarar veren, “dinamitin mucidinin” dünyayı terk etme günü; Diğeri de, bu günü, “Yeni Dünya Düzeni Yapılanması” bağlamında ilân eden “İlâh, Silâh ve İlâç” tüccarlarının haç (çarmıh) ile simgeledikleri bir peygamberin “o günün muteber insanları (!) tarafından, el ve ayaklarına çiviler çakılarak infazı...
GÜLDÜRMEYİN BENİ
Medeniyetten nasip almamış “uygar batı” ve mezkür batının hapishane kaçkınlarının evlât, ayâl ve torunlarınca ilân edilen bir “İnsan Hakları Günü” de, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” de palavra. 1789 Fransız ihtilâli, Magna Carta ve 1948 bildirgesine baz alarak sözde “İnsan Hakları Savunucuları” da hikâye... Tıpkı bizdeki, terör ve tedhiş örgütü nam ve hesabına “AB katkılı yardım ve yataklık yapan” vakıf ve dernekler gibi.
Hani bu, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” nam belgeyi insan tanımı ve insanlık onuru adına, yukarda dercedilen örneklere ilâveten (Birinci ve İkinci Dünya Harpleri dahil) Bosna-Hersek, Karabağ, Afganistan, Sudan (Darfur), Afganistan, Doğu Türkistan, berdevam olan Irak bağlamında değerlendirmeleri halinde; İnsanlık yönünden hiçbir değeri, insanlık, evrensel barış ve refahın (dünya nimetlerinin adaletle paylaşımı yönünde) her hangi bir yarar ve olumlu katkısının olmadığını göreceklerdir. Yani;
Medeniyetten nasip almamış uygar batının materyalist gözlüğü ile dejenere, atıl ve muattal muharref Hıristiyanlık, Yahudilik ve istikamette oluşup-yerleşen fundamentalizmin paraya tapan perspektifinden “insan haklarını görmeye çalışanlar” tarihi bir yanılgı içindedir. Onlar, insanlık davasına karşı sağır, kör, duyarsızdırlar. Vahşi kapitalizm ve tek yanlı işleyen emperyalizmden başkaca bir şey düşünemezler. Sonuçta bu belge, tam bir paranoya ve bütün insanlık aleminin parçalanıp-un ufak edilerek (tıpkı Atlantis kavminin son zamanlarında olduğu gibi) köleleştirilmesinden başka bir şey amaçlamayan; Hırs ve ihtiraslarının zebunu olmuş dessas insanlık düşmanlarının “hileli” marifetlerinden biridir.
PEKİ: Gerçek “İnsan Hakları, Hukuk ve Adalet” (medeniyet) mebdei nedir ?
EL CEVAP : İnsanı “ins, ünsiyet, meşveret, sevgi-saygı-muhabbet, adâlet ahlâkı ve kadim hukuk” bağlamında birleştiren İslâm da; Medine Muahedesi, Kur’an âyetleri, Resul’ün Hadis-i Şerifleri, Veda Hutbesi, Hazreti Ali ve Ömer’in Valilere mektupları, Siyâsetname ve Milli Şâir Mehmet Âkif’in hitabı ile M.Kemâl ATATÜRK’ün ilkeleri ile Türk İnkılâbıdır.
İŞTE ÖRNEKLER:
Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma günü Peygamberimiz Efendimiz tarafından, bütün insanlık alemine izafeten irad olunan “VEDA HUTBESİ”
Peygamberimiz Hazreti Muhammet Mustafa (s.a.s.) Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevâlden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vâdisi'nin ortasında orada hazır olan 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitabetti:
"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah kime hidâyet ederse, artık onu kimse saptıramaz. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki; Allah'dan başka ilâh yoktur. Tektir, eşi ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür (413/1)
Ey Nâs! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha berâber olamayacağım.
İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz de öylece mukaddestir; her türlü tecâvüzden masûndur.(413/2)
Ashâbım! Yarın rabbınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız.(413/3) Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak hıfzetmiş olur. (414)
Ashâbım! Kimin yanında bir emânet varsa, onu sâhibine versin . Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle bundan böyle fâizcilik yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib'in oğlu amcam Abbas'ın fâiz alacağıdır. (415/1)
Ashâbım! Câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib'in torunu (amcalarımdan Hâris'in oğlu) Rabîanın kan davasıdır(415/2)
Ey Nâs! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emâneti olarak aldınız. Onların nâmus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız, âile nâmusu ve şerefinizi kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer onlar sizden izinsiz râzı olmadığnız kimseleri âile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise, örfe göre her türlü (meşru ihtiyaçlarını), yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir. (416)
Mü'minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allah'ın kitabı Kur'ân ve O'nun Peygamberinin sünnetidir. (417)
Ey Nâs! Devâmlı dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü duruma dönmüştür. Bir yıl, l2 aydır. bunlardan 4'ü Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep hürmetli aylardır.(418)
Ashâbım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanatını kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde ona uyarsanız, bu da onu sevindirir. ona cesâret verir. Dininizi korumak için bunlardan da uzak kalınız. (419)
Mü'minler! Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbınız birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir.(420) Müslüman müslümanın kardeşidir. Böylece bütün müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsinler.(421)
Ey Nâs! Cenâb-ı Hak Kur'an da her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirâsçı için ayrıca vasiyyet etmeye gerek yoktur. (422)Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zina eden için ise mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına soy (neseb) iddiâsına kalkışan soysuz, yahut efendisinden başkasına intisâba yeltenen nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lânetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın. Cenâb-ı Hak böylesi insanların ne tevbelerini ne de adâlet ve şâhitliklerini kabûl eder.(423)
Ashabım! Alllah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekatını verin, âmirlerinize itaat edin. Böylece Rabbınızın Cennetine girersiniz.(424)
Ey Nâs! Yarın beni sizden soracaklar, ne dersiniz? Ashâbı kiram:
- Allah'ın dinini teblîg ettin, vazîfeni hakkıyla yaptın, bize nasihat ve vasiyette bulundun, diye şehadet ederiz, dediler. Rasûlüllah (s.a.s.) mübarek şehâdet parmağını göğe doğru kaldırdı, cemâat üzerine çevirip indirdikten sonra üç defa:
- Şâhid ol Yâ Rab! Şâhid ol Yâ Rab! Şâhid ol Yâ Rab! buyurdu". (1)

17 Aralık 2007 Pazartesi

GO HOME AMERİKA,HINAUS AB

Merak edenler için açıklıyorum: Makale başlığımız “Avrupa (AB) dışarı” ve “Enine Dön Amerika” anlamına gelmektedir.
Peki neden böyle bir başlık ? 
Açıklayayım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin AB ile yakınlaşması üzerinden takriben 60; AB’ye katılma ve ciddi anlamda entegrasyon sürecinin başlamasının üzerinden de (1963-2007) tam 44 sene geçti. Bu zaman zarfında çok hükümetler görüldü. Koalisyonlar geldi geçti.
Sözde kalkınma, gelişme ve “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” yolunda mesafeler alındı. Veya alındığı sanıldı. Millet ne anlasın ki. Hükümetler öyle dedi. Bizde öyle sandık !..
Ta ki, 30.08.2006 tarihinde Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı görevini devralana kadar. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bu vesile ile yaptığı açıklama ve değerlendirmede:
“Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ağır tehditler içeren döneminden geçmektedir” diyinceye kadar.
Aslında bu değerlendirme sadece Genelkurmay Başkanı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin değil, Türk Milletinin büyük kesimlerinin yerleşik kanaatidir. Devletin varlığı ve milletin bölünmezliğine yönelik mevcut hayati tehdidi tek başına yaratan sadece bu iktidar değildir.
Hayati tehdit büyük bir sürecin sonunda oluşmuştur.
Şu anda sadece süreç hızlanmış bulunmaktadır, o kadar...
2007 yılı sonlarına doğru yayınlanan “AB Raporu” ile dünkü Brüksel bildirisi dikkatle incelendiği vakit görülecektir ki: Mevcut iktidarın izlediği politikalar Mustafa Kemal Atatürk ün “gaflet, delalet ve hatta hıyanet diye nitelendirdiği” yanlış politikalar olup, birçok noktada iktidar önderlerinin kişisel-siyasal ve partisel menfaatlerini, yabancı güçlerin menfaatleri ile birleştirdiği görülmektedir.
Bu anlam ve bağlamda Türkiye, hayati tehdit sürecinin zirvesine gelmiş olmaktadır.
Türkiye’ ye yönelik olarak zirveye ulaşmış tehditleri temel olarak dört başlık altında toplamak mümkündür.
Bunlar sırası ile:
İç politik tehditler,
Dış politik tehditler,
Ekonomik tehditler, (ve)
Toplumsal tehditlerdir.
Bu tehdit ve tehlikelerin başlıca kaynağı ve dayanağı ise: AB ve ABD’dir.
Sürdürülen politikaların Türkiye için oluşturduğu hayati tehdidin değişik boyutlarını şu şekilde açıklayabiliriz:
1. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni ve Türk Milleti menfaatleri açısından oluşan kaos. Milli Devlet yapısına muhalif konum ve Milli Devlet yapısından çok etnikli ve federal devlet yapısına dönüşmeyi hedefleyen bir strateji.
2. Dış politikada Türkiye çok boyutlu bir çöküş dönemine sürüklenmiştir. AB tam üyeliği süreci AKP den Önce 57. hükümetin attığı adımlarla Türkiye’nin menfaatleri aleyhine raylar üzerine oturtulmuştu. 57. hükümet döneminde AB tam üyelik sürecinin hızlanmasının nedeni, tarihin çöplüğüne gittiğini fark eden bir lider ve siyasi parti’ nin Anap’ın oylarını arttırmak için Türk toplumunu AB taraftarları ve karşıtları olarak ikiye bölerek AB taraftarlarının oyları ile meclise girme çabasıdır. Bu yolda çok yanlış yapılmıştır.
3. Ekonomik Tehditler had safhaya ulaşmış bulunmaktadır. Millet perişan haldedir.
4. Sözde, anarşi-terör ve tedhiş örgütünü kınayan ve yasa dışı ilân eden AB, bunların elebaşılarına AB Parlâmentosunda söz hakkı vermiştir. Bu, tam bir iki yüzlülük, kirli oyun ve çifte standarttır. Şimdi, onurlu-erdemli ve basirete kalan tek şey:
“Avrupa Dışarı ve ABD evine dön” demekten başka bir şey değildir.