23 Aralık 2009 Çarşamba

“AMAN OYUNA GELMEYİN”
OYUNU
Mustafa Nevruz SINACI
Aradan günler geçti. Hala köşe bucak ‘hayâsızca’ tartışılıyor.
Tokat Reşadiye de 7 erimizin kalleşçe şehit edilmesi neymiş?
Provokasyon! Peki, kim varmış bu kanlı provokasyonun arkasında?
Dönme, devşirme, açılımcı koza ve kripto güruhu sayıyor: “TSK, Ergenekon, Tikko, Tkpml, İntikam Tugayı” gibi ihtimaller... Ama pkk bu ihtimaller arasında yok!..
Yurt çapında karakollar, askeri lojmanlar, araçlar, masum insanlar ve esnafın ekmek kapısı dükkânlara; Tüm ekonomik varlıklar, sosyal donatılar ve kamu mallarına molotoflu saldırılar düzenleyen, pkk, 7 erin şehit edilmesi cürümünün failleri arasında sayılmak istenmiyor. İllâ başkası aranıyor. Çünkü katil pkk çıkarsa açılım iflas eder.
AKP şapa oturur. O yüzden AKP ile pkk’yı kurtarmak için başka fail aranıyor!
PROVOKASYON OYUNU
Çok enteresandır, bir taraftan da terör örgütü ile Ergenekon ilişkilendirilmek isteniyor. Ne yaman bir çelişki bu!.. Sapla saman böyle birbirine karışmış durumda…
Örgüt baronu Murat Karayılan, 3 Aralık2009 tarihinde ne demişti?
“Yeni yapılan cezaevi bir ölüm çukuru, nefes alınamayan bir kafes. Apo’yu imha etmek için oraya koymuşlardır. Bu yaklaşımı bir savaş girişimi olarak görüyoruz. Ciddi bir savaş girişimi...” Arkasından yurt çapında isyan provaları ve provokasyonlar..
Bu defa da: ”Tepkiler halkın insiyatifidir, önderlik konusunda ben kimseye şöyle, böyle yapın demem. Herkes önderlikle doğrudan bağ içindedir, dolayısıyla herkes önderlik karşısında duyduğu sorumluluğun gereğini yerine getirmektedir” demedi mi?
Kaldı ki pkk Reşadiye’nin sorumluluğunu üstlendi...
İHANETLE DANS
Gerçek provokatör belli oldu. Dahası bir kez daha menfur örgütün ardı-arkası ortalığa döküldü, DTP’nin kapatılması ile iğrenç ayrıntı ve menfur bağlantılar bir, bir ortaya çıktı. AB+ABD = pkk. Elli yıllık amansız düşmanlık, fesat ve tefrika sürecinin doğal sonucu… Üstelik çok utanç verici bir durum…
Çünkü 31 Temmuz 1959’dan bu güne tam elli yıldır AB kapısında pinekliyoruz!..
Eğer, 27 Mayıs mason-misyoner+koza-kripto, peşmerge kalkışması olmasaydı, en geç 1963’de Ortak Pazar (AB) tam üyesi idik. Müteakip sürecin “demokrasi, hak-adalet, hukuk ve insanlık düşmanı, vatan haini” aktörleri utansın!..
BAŞ DÜŞMAN AB+ABD
İşte tam bu sıra, terör-tedhiş örgütü yardım, yataklık ve yaltakçılığı, yani, Türk ve Türkiye düşmanlığı tam müseccel, harici bedhaht AB, şer ve şeriklerini kastederek Recep, “AB bizi istemiyorsa baştan söylesin, oyalamasın” demiş. Yuh be, el insaf’.. Talip anlamak istemiyorsa AB istemediklerini nasıl anlatabilir ki!
Üstelik Batı Trakya mezalimine mukabil, patrikhane ve ruhban okulu;
Rum-Yunan soykırımı, iftira ve tefrikalarına rağmen Kıbrıs sorunu;
İğrenç yalan, oyun-düzen ve sahteciliklere karşın Ermeni açılımı!...
Üstüne üstlük sözde katılım süreci ve müktesebat gereği; Zinanın suç olmaktan çıkartılmasından tutun, TCK ve CMUK’un, suç örgütleri ve suçlu lehtarı, ‘iyi insan ve iyi, namuslu-dürüst vatandaş’ aleyhi yapıya dönüştürülmesine kadar, bir türlü insanlık dışı tasarrufun “insan hakları ve demokrasi adına” dayatma mercii AB değil mi?..
Dahası var!.. AB’nin hiçbir ülkesinde demokrasi, hak, adalet, ahlâk ve hukuk yoktur. Bu nedenle: Bizim var olan kete-kullâ demokrasi, birazcık hak, bir miktar adalet ve vaziyeti idare edecek kadar ahlâkınızı da; despotluk-diktatörlük, haksızlık-yolsuzluk, adaletsizlik, ahlâksızlık ve hukuksuzluğa dönüştürmek için “iş bu açılımlar dâhil” elden gelen her türlü menfur dayatma, baskı, zulüm ve çabayı sarf etmektedir.
Buna ve aradan geçen “50 YILA” rağmen halâ “AB” diyenler, Anadolu halkının kendine özgü deyimiyle: “Ya AB köpeği veya Amerikan uşağı” sayılırlar mı, sayılmazlar mı? Sanırım, buna rağmen AB yanlılarına, Atatürk’ün tanımı olan “dâhili bedhaht” (iç düşman) denilmelidir.
DENİZE DÖKÜLDÜKLERİ YERDEN!...
İhanet şebekeleri Kürt kisvesi ile kalkıştıkları ihanet furyasını en son “denize döküldükleri” yerden ayağa kaldırmak istediler. Bu diyalektik ve tarihi materyalizmin bir çeşit diriliş öğretisi gereğidir. “…düştükleri yerden kalkarlar.”
İzmir faşist mi değil mi, muhabbeti çeşitli platformlarda devam ediyor...
Kasıtlı bir dikkat dağıtma olayı veya komplosu var ortada diyebiliriz.
Bir yanda azılı faşist unsurlar “demokrat ve Kürt” kisvesi ile ahkâm kesiyor…
Diğer tarafta ise “Aman oyuna gelmeyin” diye haykıran, yalvaran, yakaran ve terör-tedhiş tarafına yardım ve yataklık yapan işbirlikçiler:
OYUNA GELMEYİN OYUNU
“Aman ha, buna İzmirliler alet olmamalı... “
“Sakın savunma kompleksine girmemeliler...”
“Olgun, ağır, sakin ve vakur olmalıdır…”
“Oyuna gelmemek, tuzağa düşmemek, çoluk-çocuğa uymamak gerek” diyorlar.
AMMA LAKİN’…
DTP kasıtlı olarak gerilla kıyafeti giydirilmiş çocuklar ve zafer işaretleriyle şehir içinde gövde gösterisine kalkışınca ve bu olay Habur’daki rezaletin ertesine rastlayınca beklenir sosyal refleks oluştu... Planlı programlı olmayan ani bir tepki ortaya çıktı.
Kamu malını tahrip, korumasız insanları yaralama, rencide, geniş halk kitlelerini tehditle sindirmeye, korkutmaya yönelik sistemli ajitasyon ve tehlikeli prokasyonlar hız kazanınca, “aman oyuna gelmeyin” diyen “işbirlikçi unsurlar” yüzünden toplumun kimyası bozuldu. Moral ve motivasyonu bozuldu.
OYSA:
Devlet ve hükümet (polis-asker) var olduğu sürece bu ve benzer eylem, teşebbüs ve kalkışmaların asla ve kesinlikle olmaması gerekirdi!.. Zira adalet, emniyet, güvenlik ve huzur, istikrar ve insicam sağlandığı sürece “hükümet” var demektir. Aksi taktirde meşru bir hükümetin varlığından asla söz edilemez.
Hükümet varsa; Demokrasi, adalet, hukuk, özgürlük ve güvenlik vardır.
Bu unsurlar yoksa, devlet işgal altında veya hükümet acz içinde demektir.
Amaç hem İzmir hem ülkenin diğer yanlarında sosyal refleksi öldürmek...
Terör ve tedhiş örgütüne karşı halkın yurt çapındaki haklı ve doğru öfkesini suçluluk duygusuna dönüştürmek…
Çoğu İzmir’de DTP konvoyunun taşlanmasından birkaç gün sonra İdil’de PKK yanlıları öğretmen evini bastı. İnsanlar sabaha kadar ölüm korkusu içine atıldı. İzmir’e faşist diyenlerden tek kelime çıktı mı? Çıkmaz... Çünkü faşist bizatihi kendileri... Çoğu tedhiş örgütü meddahlığıyla geçinen birer zavallı...
Bu hengâme içinde Recep, “Basın Türkiye’de ABD’den çok daha özgür” dedi.
Demeye kalmadı ertesi gün Aydınlık dergisi mahkeme kararıyla bir ay kapatıldı.
Sebep: “Vatanı savunmak suç, bölücülük ve casusluk serbest, Türk ordusuna tasfiye harekâtı” başlıklı yazı... Ya Başbakan eksik söyledi ya gazeteciler yanlış anladı...
Anaların gözyaşı halâ dinmedi.
Terör örgütüne verilen rüşvetlerle de dineceğe benzemiyor!
Şu hale nazaran: AKP’nin açılım süreci neyi gösterdi?
Cevap: “Aman oyuna gelmeyin” oyununu!..
“Rica ile merhamet dilenmekle bir devletin onuru kurtarılamaz” (Atatürk)
***//***
ULAŞIMA ZAM;

BENCİLLİK VE HALK DÜŞMANLIĞI
Mustafa Nevruz SINACI
Genel olarak insan hakları, adalet, hukuk ve ahlâk gibi, medeni boyut, norm (tam doğru, orijinal) yaşam ve davranış biçimleri alanında, (doğrudan yaşam, derin deneysel birikim, analiz ve tecrübi metot dediğimiz) toplumsal sentezler ve yoğun “bilinç” çalışmaları yapan (Bilinç Üniversitesi kurucusu) zoraki bilinçolog Galip Baran: “T.C.’ni Değiştirme ve Dönüştürme” başlıklı yazımı okuduktan sonra şöyle yazdı:
“Bu konuda düşüncem: Türkiye'yi bir diğerkâmlar Cumhuriyeti yapmak.
Önerim uygulamada geliştirilmiş "Diğerkâmlık Andı" üzerinde fiilen ve fikren çalışmak ve and’ı hayata geçirmektir. Eğer, bunu başarabilirsek her türlü iç ve dış problemle baş edebilmek kolaylaşacak, adalet sorun olmaktan çıkacak, hukuk kurumsal ve evrensel kimliğine kavuşacak, bu kadar polise, savcıya, hâkime ve büyük bir orduya asla gerek kalmayacaktır. Ne mutlu diğerkâm olabilene...” diyor, Galip Baran…(İnsan Hakları ve Adalet Ahlakı, 06.12.2009, Anayurt Gazetesi)
DİĞERKAMLIK NE DEMEK?...
Bahusus bilinç üstadı “diğerkâmlık” ı şöylece formüle etmiş veya formatlamış. Daha doğrusu; Yaşamın içinden gelen bir deneyi,m, bilgi ve birikim sonucu kuramlaştırmış. En doğru tanım, açıklama ve anlatım da herhalde “kuram” biçiminde olacak.
DİĞERKAMLIK KURAMI: “Aşırı tüketmemek; Vergi kaçırmamak; Çevreyi kirletmemek; Milli servete zarar vermemek; Trafik kurallarına uymak ve bu kuralları çiğnetmemek; Rüşvet almamak, vermemek; İmar yasasına aykırı işler yapmamak; Sağlığa aykırı alışkanlıklar edinmemek; İş ahlakının korunması için çaba göstermek ve Her şeyi devletten bekleme alışkanlığını terk etmek…”
Çok kısa ve öz bir deyimle “iyi insan ve iyi vatandaş” manifestosu…
Veya tarihte görülen nadir örneklerine nazaran “çağdaş insanlık kuramı”
TAMAMLAYICI VE BÜTÜNLEYİCİ UNSURLAR
Kırmızı’da durmamak; Eş deyişle “bencil” değil “SENCİL” olmak,
Daha açık bir deyişle, aleni bir yolsuzluk olan ”burası Türkiye anlayışı ve bağımlılığı” ile savaşmak; Yani: kırmızı da geçmek isteyen “burası Türkiye bağımlıları” nı Sosyal Yaptırım olarak bilinen yöntemle uyarmak; Uyardıklarına, kendilerinin de kırmızıda geçmeye kalkışan diğer “Burası Türkiye bağımlıları”nı aynı yöntemle uyarmalarını önereceğine dair söz vermek. Kuram’a göre:
Kırmızıda durmak: Bireyi erdeme yönlendiren bir ilkedir.
Sosyal yaptırım: Kırmızıda geçmeğe kalkışanları utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak. Sonuçta: Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı, milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda (okul dışı eğitim çalışmaları)’nda geliştirilen “Diğerkâmlık Andının” yaşama geçmesi halinde, bu kadar polis, savcı ve hâkim’e gerek kalmayacak, adalet, hukuk ve güvenlik sorun olmaktan çıkacak, “yurtta barış” sağlanacaktır. (*)
Şimdi, bütün bu bilgilerden gafil, devletin var oluş hikmetini bilmeyen ve nihayet “insani boyut ve bilinç toplumu” konusunda cahil belediye başkanı, belediye meclisi ve il genel meclisi üyeleri ne yapsın!... Meselâ şu aşamada, ülkemiz geneli ve özellikle Ankara da, hiç yapılmayacak işlerin başında “ulaşım zammı” gelir.
Gerçekte, ulaşım-erişim, yaşamak ve yaşatmak için zaruri ve hayati ihtiyaçların en başında yer alır. Hatta en acil, hayati ve zorunlu ihtiyaçtır. Tıpkı ekmek, su, elektrik, yakıt, hava ve hayati gıdalar gibi… Bu nedenle “toplu taşım” sektöründe, daimi denetim, kamu adına dengeleyici ve düzenleyici hizmet, ücrette rekabet yasağı, istikrar ve insicam esas olmak zorundadır. Devlet, hükümet ve belediye yöneticileri buna dikkat etmelidir. Evet, toplu taşım birinci derecede bir kamu hizmetidir.
Kâr alanı ve fahiş kazanç kapısı değil!..
Böyle düşünenler ile toplu taşımacılığı “saadet zinciri, oy aracı ve servet avcılığı” olarak görenler; Mutasyona uğramış alt varlıklar ve apaçık insanlık düşmanlarıdırlar. Dolayısıyla “ulaşım hizmet ‘toplu taşım’ ücretleri” konusunda bütün Türkiye insanı için durum aynıdır. Aynı kalmak ve birlikte mütalâa olunmak gerekir. Yani sorun, ağırlıklı Ankara olmakla birlikte, gerçekte tüm ülkeyi kapsar. Yaşanan haksızlık, adaletsizlik ve zulmün birinci derecede zanlısı hükümettir. Şöyle ki: Genel olarak petrol ve petrol ürünlerini “acımasız, insafsız, merhametsiz, haksız, hukuksuz ve adaletsiz bir sömürü aracı” olarak kullanan hükümetin buna hakkı yoktur.
Bir kalemde ilâçta %15 ilâ % 170 arası indirime muktedir olan hükümet;
Sadece “toplu taşım araçlarına”, tükettikleri yakıta KDV muafiyeti sağlamak suretiyle, milyonlarca insanı rahatlatacak, “oh” dedirtip nefes aldıracak, ıstıraplarını dindirecek ve sıkıntılarını azaltacak bir nefes aldırabilir!...
Devletin varlık sebebi, Türkiye’nin kuruluş ilkesi ve Cumhuriyetin takdir (seçim) ve tensip hikmeti, “insan için devlet” esası “idrak edilebilirse eğer” ÖTV’ de bu zorunlu ve hayati kullanımdan kaldırılır. Bu takdirde AKP’nin insani boyut’un farkında olduğu söylenebilir. Aksi halde Melih’le başlayan bu zulüm hız kazanır. İşkencenin boyut ve kapsamı giderek genişler. Halk düşmanlığı kara bir kâbus olarak, masum-mazlum, fakir, fukara ve garip-guraba insanların hayatiyeti üstüne kara-kura gibi çöker.
UTANÇ VERİCİ BİR BAŞARISIZLIK
Bakınız: Tüketici Dernekleri Federasyonu (TÜDEF) Başkanı Ali Çetin, Ankara da ulaşım ücretlerine yapılan zammı hakkında, "Ankara'da 15 yılda, tam bilet 350, öğrenci bileti ücreti 400 kat artırıldı. Ankara halkı ülkemizin en pahalı toplu ulaşım aracını kullanmaktadır; Yapılan zamla tek binişlik kartlarda tam bilet 1,69 TL'den 1,85 TL'ye, çok binişli kartlarda tek biniş 1,39'dan 1,50'ye yükseltildi. 45 dakika içinde yapılan transferler de paralı hale getirildi, her transferden 50 kuruş alınacak.”
Bu halka zulüm ve insanlık dışı bir uygulamadır. Genelde ulaşım ücretleri mesafe ve miktar bazında mukayese edildiğinde Ankara halkının Türkiye'nin en pahalı (fahiş) toplu taşım aracını kullandığı görülür. Özellikle bu son zam, adaletsizliğin, haksızlığın, kamu vicdanı ve kamu yararına meydan okuma ve aykırılığın katmerlenmiş halidir. Esas olarak toplu taşım ve ulaşımın yukarda açıkladığım ve önerdiğim şekilde teşvik edilmesi gerekirken; Özellikle Ankara ve İstanbul gibi kentlerimizde tersine işleyen adeta bir soygun aracına dönüşmüştür. Kaldı ki: Türkiye geneline göre Ankara’da öğrenci ücreti yüksektir. Buna göre Öğrenci biletleri tam biletin yarısı kadar olmak zorundadır. Yine bu verilere göre, normal şartlarda, namuslu-dürüst, insanca bir uygulama ile; Hiç bir destek ve muafiyet olmaksızın Ankara da otobüs-dolmuş ve metro ücretinin MAX: “Tam 150 ve Öğrenciye 50 kuruş” olması makul, kabil ve mümkündür.
Bunu akıl edemeyenler, belediye başkanlığını da hak edememiş halk düşmanları demektir!... Bu takdirde halkın bir şeyler yapması, sorumluluk alması, haksızlık ve yolsuzluklara “DUR” demek suretiyle tepkilerini açıkça göstermesi gerekmektedir."
(*) Diğerkamlık (özgecilik): Başkalarının iyiliği için elinden geleni esirgememe durumu., fels. Başkalarının iyiliğine çalışmayı yaşam ve ahlak ilkesi yapan görüş., ruhb. Bencillik ve ben tutkusu yerine sevginin başkalarına yönelmesi durumu., Diğerkam (özgeci) : Kendi yararından çok başkalarını düşünen, başkalarına yararlı olmaya çalışan, başkalarının iyiliği için elinden geleni esirgemeyen..
Erdem: Ahlâkın övdüğü ve ahlâklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adı. İnsanın ahlaksal olarak iyiye yönelmesi, ruhsal yetkinlik.
İlke: Her türlü tartışmanın dışında, üstünde sayılan, ana düşünce ve inanış, baş kural., Temel bilgi, temel kural., Uyulması gerekli davranış kuralı., Fels: Kendisinden başka bir şeyin çıktığı temel, köken; ilk neden.

16 Aralık 2009 Çarşamba

İNSAN HAKLARI VE ADALET AHLAKI
Mustafa Nevruz SINACI
On Aralık tarihi, 1948’den beri “İnsan Hakları Günü” olarak kutlanmakta.
60 yıldır tüm dünyada ‘yalancıktan’ törenler yapılıyor, nutuklar atılıyor ve hatta bir süredir Orhan Pamuk(yan) nam ajan provokatör ile Barak Huseyin Obama gibi savaş ilâhlarına siyaseten edebiyat yahut “barış ödülü” (!) bile verilebiliyor!..
Hayret ki, ne hayret… Dünya ne hale geldi bakınız!...
Örneğin bizde; sadece 1983 yılından bu güne:
Beyan ve kayıtlara göre Kürt kimliği ile maruf çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-ihtiyar, kundaktaki bebek dâhil 7’den 70’e yaklaşık 36 bin civarında vatandaşımız ile Türk, Laz, Arnavut, Boşnak ve sair asli unsurdan 4-5 bin kişi olmak üzere 40 binden fazla insanımızı “Kürt olduğu yalanını söyleyenler” katletti!
Sivil halka “Kürt olduğunu söyleyenler” bombayla saldırdı!
Türk askerine “Kürt olduğunu söyleyenler” pusu kurdu!
“Kürt Sorunu” ve “AÇILIM” diyenler, devletin başına belâ oldular.
Oysa bizim, et ve kemik gibi “TC” idealinde vücut bulduğumuz komşumuz, iyi ve kötü gün dostumuz, yol ve kader arkadaşımız, yakın akrabamız, gönülden sevgi ve saygı ile bağlı olduğumuz; “Türk soyunun en asil boylarından birinin mensubu” Kürt’ler; Bu mütecaviz, müteharrik, terör ve tedhiş ile malul varlıkları asla “Kürt” kabul etmiyor!..
Onlara Ermeni, Rum-Yunan döl’ü, dönme ve devşirme diyorlar.
Nitekim iddialarında samimi ve doğru olsalar bile, bu Kürtler (!) insan değildir.
Olsa, olsa İnsan biçimine bürünmüş canavarlardır!
Tıpkı Aborjinlerin, Avrupalıları “mute” (mutasyona uğramış varlıklar) olarak nitelemeleri gibi bir şey. Yani mutasyona uğramış, kimlik, kişilik ve insani değerlerini yitirmiş, yaratık ve haymatlos sınırına dayanmış Kürt’ler…
Evet, BM tarafından 2009 yılı ana teması “ayrımcılık” olarak belirlenen “Dünya İnsan Hakları Günü” nü, biz Türkiye de böyle idrak etmekteyiz…
Ne acı ve üzücü değil mi?.. Aslında BM Evrensel Beyannamesi’ni dikkatle incelerseniz, ayrımcılık adlı nifak tohumlarının onunla ekildiğini; Yenidünya düzeni, AB, globalleşme ve küreselleşme ile biçildiğini, ibret ve dehşetle görürsünüz.
Hem de sözde, ‘bilgi çağı’nda insanlık; devasa (ısınma, iklim değişikliği, açlık-yokluk, yoksulluk-yolsuzluk, ekonomik kriz, soygun-vurgun, yalan-talan, terör-tedhiş vs. gibi) boyutlarda küresel ve kronik sorunlarla kuşatılıyor, kötülük ve sömürünün ablukası altına alınıyor. Kısaca insanlık “insanlık dışı” bir muameleye maruz kalıyor.
Bu durum: 1215’de İngiltere Kralına kabul ettirilen Magna Karta; Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi; Sözde özgürlük-eşitlik ve kardeşlik sembolü, 1789 Fransız İhtilâli "İnsan Hakları Bildirgesi" ve bu alanda en temel belge kabul edilen 10 Aralık 1948 tarihli ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne aykırıdır.
Çok açık ve net bir anlatımla; Dünyada, insan haklarının teminatı adalet ahlâkı, hukuk ve hak kalmamış, adeta keellem yekün ilga edilmiş gibidir!..
Adalet ahlâkının olmadığı yerde, hukukun üstünlüğünden de bahsedilemez...
Dolayısıyla: Öncelikle “İnsan, insanlık, hak-adalet, hukuk, yasa ve demokrasi” kavramlarının kamu vicdanında sorgulanması ve yargılanması zorunlu hale gelmiştir.
Örnek-1, Genel olarak insan hakları, adalet, hukuk ve ahlâk gibi, medeni boyut, norm yaşam ve davranış biçimleri alanında, (doğrudan yaşam, derin deneysel analiz ve tecrübi metot dediğimiz) toplumsal sentezler ve yoğun “bilinç” çalışmaları yapan (Bilinç Üniversitesi kurucusu) Galip Baran: "T.C.’ni Değiştirme ve Dönüştürme" başlıklı yazımı okuduktan sonra şöyle diyor: “Bu konuda düşüncem: Türkiye'yi bir “diğerkâmlar Cumhuriyeti” yapmaktır. Önerim, uygulamada geliştirilmiş "Diğerkâmlık Andı" üzerinde fiilen ve fikren çalışmak ve and’ı hayata geçirmektir. Eğer, bunu başarabilirsek her türlü iç ve dış problemle baş edebilmek kolaylaşacak, adalet sorun olmaktan çıkacak, hukuk kurumsal ve evrensel kimliğine kavuşacak, bu kadar polise, savcıya, hâkime ve büyük bir orduya asla gerek kalmayacaktır. Ne mutlu diğerkâm olabilene...” diyor, Galip Baran…
Örnek-2, Yolsuzlukla mücadelenin güçlendirilmesi strateji planında, yolsuzluğu ihbar edenlerin korumaya alınması, okullara dürüstlük dersi konulması maddeleri var.
BM başta olmak üzere uluslararası kuruluşların yolsuzluk listelerinin başında yer alan Türkiye'nin durumunu düzeltmek için harekete geçen hükümet, AB istekleri arasında yer alan "yolsuzlukla mücadelenin güçlendirilmesi strateji planı" hazırladı.
2010'da yürürlüğe girecek stratejik plânda “dürüstlük dersi” ile ilgili bölüm:
“….MEB müfredatında dürüstlük konusuna yer verilecek. Yolsuzlukla mücadele ve temiz toplum temasını içeren projeler teşvik edilecek. (Sabah, 10 Aralık 2009)
Oysa yukarda sözü edilen “diğerkâmlık andı” sorunu çözmek için yetelidir.
Örnek-3, ABD Başkanı Obama, Norveç'in başkenti Oslo'da düzenlenen törenle bu yılın Nobel barış ödülünü aldı. Ödül’e lâyık görülmesi dünyada şaşkınlık yaratan Obama bu vesile ile yaptığı konuşmada:
"Eylemlerimiz tarihin yönünü adalete çevirebilir"
“Uluslararası hukuku çiğneyen ülkeler karşısında ‘gerçek bir bedel ödetecek’ yaptırımlar uygulanmalı, ‘güç kullanılmalı’ ve daha sert önlemler alınmalıdır”
“Önce nükleer silahların yayılmasının önlenmesi, dünyanın nükleer silâhlardan arındırılması ve iklim değişikliğiyle mücadele yolunda çaba harcanması zorunludur” gibi “akil adam’lara” mahsus bir öngörü, basiret ve ağırlıkla, gidişat ve konjonktürün zorunlu kıldığı “acil ve güncel” konulardan söz etti.
Yani silâhsızlanma, adalet, hukuk, demokrasi ve barış…
Bütün dünyanın ve insanlık âleminin acil ihtiyacı…
Doğrusu çok akıllıca..
Amma lâkin ABD’nin işgal stratejilerini çağrıştırmakta!...
Bura rağmen Obama “Nobel Barış ödülü” nü aldı!..
Önemli ve zorunlu bir hatırlatma:
“Alfred Nobel, ‘barış ödülünün’ insanlar arasında dostluk, uzlaşma kültürü, karşılıklı barış ve anlayışın gelişmesine katkıda bulunanlara verilmesini öngörmüştü.”
TARİHİN YÖNÜ ADALET’DEN YANA DEĞİL!..
Verilen örnekler, anekdot ve açıklamalar ışığında çok açık, net ve berrak biçimde anlaşıldı ki: Dünya barışa, hukuk ve adalete hasrettir. Bu, özgür bilim’in teminatı olan “demokrasi’nin” yaşam boyutunda yer almadığı anlamına gelir. Dolayısıyla tüm evren ve evrensel nimetlerin bizzat ‘kendisi’ (eşit ve adil yararlanma) için yaratıldığı ‘insan” yeryüzünde melül-mahzun ve mutsuzdur. Büyük çoğunluğu ıstırap çekmekte ve işkence görmektedir. Hükümetler ‘halkın değil’, halk düşmanı ‘hâkim unsurların’ elindedir.
ÇÖZÜM: TARİHİN YÖNÜNÜ
HAK, HUKUK VE ADALET’E ÇEVİRMEKTİR.
Şurası unutulmamalıdır ki:
Özgür ve güvenli, onurlu bir hayat sürme, beslenme, barınma, öğrenme, inanma ve inandığı gibi yaşama hakkı kutsaldır.
Bu hak, her hangi bir fark ve ayrım gözetilmeksizin tüm insanların;
Beslenme, barınma ve korunma yönünden ise, sahipli-sahipsiz tüm hayvanlar ve canlıların hakkı olup; Doğuştan gelen bu ‘tabii’ hakları korumak ve yaşanabilir kılmak hükümetlerin birincil “ÖNCÜL” görev, sorumluluk ve zorunluluğudur. .
Bu hakları “tam bir eşitlik ve adalet ahlâkı ile” yaşatma gücünü kaybetmiş siyasi iktidarlar meşru ve hukuki değildir. İşte, günün ve sözde ‘bilgi çağı’nın sorunu budur.
ASİMETRİK SAVAŞ, İNSAN HAKLARI
VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ
Mustafa Nevruz SINACI
1. Merhum Hablemitoğlu'nun, Köstebek adlı kitabı, sayfa 141: "Devletin gücünü devlet savunucularına karşı kullanma aşamasına gelmiş Fethullahçı’ların, operasyonel anlamda kayda değer başarıları olmuştur. Operasyonlarında, amaca ulaşmada her yolu mübah sayan ve her türlü sınır tanımaz fırsatçılık, ahlaksızlık, takiyye unsurlarını içeren bir konsept çerçevesinde hareket eden istihbaratçıların kullandıkları yöntemler şöyle: Telefon dinleme, tehdit, sahte belge üretimi ve montaj, çarpıtılmış bilgiye yönelik kampanyalar, hırsızlık, kundakçılık, şantaj amaçlı kadın pazarlama ve görüntü kaydı, her türlü illegal kayıt kullanımı (böcek, gizli kamera vb) rüşvet, gasp-darp, bilgisayar sahtekarlıkları, ev ve işyeri kurşunlama, emniyeti suiistimal, "hakim kiralama" v.d…”
2. “DTP'li Kışanak: "Bu saatten sonra bu ülkede dökülecek her damla kanın, yitirilecek her canın sorumlusu AK Parti hükümetidir" (Basın: 09 Aralık 2009)
11 Aralık günü de DTP, Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatıldı.
Soyadı “TÜRK” olan parti başkanı mahkeme kararını tanımadıklarını beyanla; “hukukun üstünlüğü” ilkesini hiçe sayarak, İnsan boyut, hak, hukuk ve adalete yönelik asimetrik savaşın bir parçası olduklarını adeta itiraf etti.
3. “Finlandiya eski Sağlık Bakanı Dr. Rauni Kilde’den domuz gribi hakkında şok açıklama: “Domuz gribi aşısı bir aldatmadır. Aşı ile dünya nüfusunun çoğu öldürülmek isteniyor, Düşüncenin sahibi eski ABD Başkanlarından Henry Kissinger’e ait. Karar 14-15 Mayıs 2009 tarihinde yapılan Bilderberg toplantısında alındı. ABD, hiçbir maddi kayıp yaşamadan hatta milyarlarca dolar kazanarak dünya nüfusunu üçte iki oranında azaltmayı hedeflemektedir. Dünya Sağlık Örgütü’ne domuz gribinin ölümcül bir salgın olduğu yönünde beyanda bulunması için baskı yapıldı. Aşıyı tercihli değil zorunlu yapmak istiyorlar. Özellikle hamile kadın ve çocukların ilk önce aşı ile zorunlu tutulması gelecek nesilleri hedeflediğini gösterir”
Finlandiya hükümetinin sınıflandırmayı kabul etmeyip hastalığın derecesini “normal” olarak gösterdiğini ifade eden Kilde; “Hiç kimse aşının bir yıl, beş yıl ya da 20 yıl sonra ne gibi etkilerinin olacağını bilmiyor: Mutlak kısırlık mı? Kanser mi? Ya da ölümcül herhangi bir hastalık mı? ABD ileride bundan doğacak herhangi sıkıntıdan dolayı ilaç şirketlerine bir sorumluluk yüklenmemesi için şimdiden önlemini aldı ve onları tüm sorumluluklardan muaf tuttu. Bu bile işin ciddiyetini göstermeye yeter” dedi.
4. Baltalı ilâh, halihazır dünyanın dört bir tarafındaki “masum ve mazlumlara karşı” haçlı seferi yürüten, savaş halinde ABD başkanı Obama Nobel barış ödülü aldı!...
5. Domuz gribini Amerika mı üretti? Çin'in Şangay Pudong havaalanında 28 Kasım’da düşen ve 3 ABD’liye mezar olan kargo uçağının, havadan serpilmek üzere mutasyona uğramış grip virüsü taşıdığı belirtildi. Bir diğer korkunç iddia ise, uçağın Çin'den havalandıktan sonra gideceği Kırgızistan'daki gizli İsrail üssünü hedef aldığı ve kaza sonucu değil, İsrail gizli servisi Mossad'ın ajanları tarafından düşürüldüğü oldu.
Kazadan kurtulan bir Endonezya’lının, Endonezya Savunma Bakanı Juwono Sudarsono'nın gizli operasyonlar yürüttüğü gerekçesiyle bir süre önce kapatılmasını istediği ABD Deniz Üssü'nün Tıbbi Araştırma Bölümü'nde görev yaptığı belirtiliyor. Endonezya Sağlık Bakanı Siti Fadilah Supari, A gribinin batılı ülkeler tarafından üretilen biyolojik bir silah olduğunu ileri sürmüştü.
Çin'in yanı sıra Hindistan ve Nijerya'da da şüpheli biyolojik maddeler taşıdıkları gerekçesiyle ABD uçaklarının zorunlu inişe zorlandığı belirtiliyor. Virüsün çok farklı ve akciğerleri ciddi oranda tahrip eden ölümcül bir türü görülen Ukrayna’nın başkenti Kiev'de kasım ayında şüpheli uçaklardan halkın üzerine gaz püskürttüğü iddia edildi. Fakat Ukraynalı yetkililer, yüzlerce görgü tanığına rağmen olayı yalanlamışlardı.
6. Amerikanın Planı: Bu bir komplo teorisi değil, diğerleri de… Buna komplo teorisi diyenler, şöyle bir düşünüp dursunlar. Ülkemizde ve dünyanın pek çok yerinde ABD oyununun küçük bir parçası oynanıyor. Ama bizim için bu küçük dediğimiz oyun, bütün hayatımızı derinden etkiliyor. Amerika basıyor ‘karşılıksız ve teminatsız’ kâğıttan başka bir değeri olmayan dolarları… Kayıtsızca ve sorumsuzca bastığı dolarlar ile 3. dünya ülkelerinde fabrikalar ve yeraltı-yerüstü kaynaklarını satın alıyor. Sözde kredi (borç) verip o ülkeyi esir alıyor, ekonomisine yön veriyor ve hiçbir zaman el attığı ülkenin ekonomisi düze çıkmıyor. Bu gerçeği dikkatle değerlendirip, çocuklarımıza nasıl bir dünya bıraktığımızı bir kez daha düşünelim... Ve biz ülkemizde sağcı, solcu, alevi-sünni, şucu-bucu diye didişip dururken, dünyayı sömüren ABD içimizdeki figüranlarıyla planını haince uyguluyor görelim.
7. 20 yıllık kısırlaştırma “negatif ojenik” projesi: Küçük bir Kaliforniya Biyoteknoloji şirketi olan Epicyte, genetik mühendisliği; “erkeği kısırlaştıran, genetiği değiştirilmiş sperm öldürücü bir tür mısır”ı ABD Tarım Bakanlığından (USDA) aldıkları araştırma fonuyla geliştirdiklerini açıkladı. (1989) Toplumun üremesini engellemek ve erkekleri kısırlaştırmak amacıyla “sperm öldürücü mısır” kullanıma verildi ve "Negatif ojenik" projesi yürütülmeye başlandı.,
Kara baronlar bununla da yetinmediler. Bir başka uygulama da şöyle oldu;
1990'larda BM Dünya Sağlık örgütü, Nikaragua, Meksika ve Filipinler'de 15 ila 45 yaş arası milyonlarca kadının tetanoza karşı aşılanması için bir kampanya başlattı. Erkekler de aşı olabilirdi ama Aşı erkeklere yapılmadı. Bu şüphe uyandırıcı durumdan ötürü Katolik kilise organizasyonu olan Comite Pro Vida de Mexico (Meksika Yaşam Komitesi) aşıları test ettirdi. Test sonuçları ile, Dünya Sağlık örgütü'nün (WHO) yalnızca çocuk doğuracak yaştaki kadınlara dağıttığı aşıların Koryonik Gonadotropin (hCG) Içerdiği ortaya çıktı. Doğal bir hormon olan hCG, Tetanoz toksoid taşıyıcılarıyla birleştiğinde Kadınların hamile kalmasını engelleyen antikorları üretiyordu.
Daha sonradan ortaya çıktı ki Rockefeller Vakfı, Rockefeller Nüfus Konseyi,
Dünya Bankası ve ABD Ulusal Sağlık Enstitüleri, Dünya Sağlık örgütü (WHO) için Tetanoz taşıyıcın bir kısırlaştırma aşısı üretmek için 1972'de 20 yıllık bir proje başlatmışlardı. Ayrıca Svalbard Kıyamet Tohum Deposu'nun ev sahibi Norveç Hükümeti kısırlaştırıcı aşının Üretilmesi için 41 milyon dolar bağış yapmıştı!
NETİCE OLARAK: Yukarıda görüldüğü gibi Dünyanın en büyük devletleri, en etkin kurumları, şirketleri, vakıfları; toplumların sağlık, üreme ve yaşamlarının pek çok evresini olumsuz etkileyen çalışmalar yapmakta ve düşmanca projeler üretmektedirler. Bunlar ve daha binlerce örnekle gözler önüne serilebilecek, benzer menfur faaliyetlerin tamamı: İnsani boyut, medeniyet, hak-adalet ve hukuk algı ve kavramlarına aykırıdır.
YORUM: En basitinden, mufassalına, en etkin ve mükemmeline kadar bunlar; masum, tehdit ve tehlikeden habersiz, korumasız insan unsurunu hedef alan evrensel ve asimetrik bir savaştır. Hak, adalet ve hukuka aykırıdır. Dünya hukuk ve adalet teşkilâtı üstün hukuk zırhına bürünerek “kanun ve koruma” imtiyazıyla pasif-tepkisiz kalmakta.
Oysa hukukun üstünlüğü ilkesi, “hukukçunun üstünlüğü” anlamına gelmez. Bu nedenle, insan hakları konusunda dünya hukukçuları ve yerel (milli) adalet kurumları daha aktif olmak, sorumluluk ve duyarlıkla artık inisiyatif almak zorundadırlar.

TANITIM VE KAYNAKÇALAR
1.. www.loadedparanormal.com...
2. http://nwoobserver.wordpress.com/2009/10/21/dra-rauni-kilde-on-the-swine-flu-hoax
http://www.turkishforum.com.tr/en/content/2009/12/08/the-swine-flu-and-the-depopulation-agenda-dr-rauni-kilde/ http://www.youtube.com/watch?v=nTgyakGAddM&feature=player_embedded
3.Joseph Moshe (MOSSAD mikrobiyolog): Domuz gribi aşısı bioweapon olan Cuma, Ağustos 21, 2009, http://www.unfictional.com/joseph-moshe-mossad-bioweapon-swine-flu-vaccine-westwood

8 Aralık 2009 Salı

GRİP VE ASRIN SOYGUNU
Mustafa Nevruz SINACI
Dikkat edin lütfen!.. Bu bir NBC taarruzu, yani biyolojik-kimyasal savaş..
Aynı zamanda sosyometrik unsurlarıyla tam bir asimetrik saldırı.
Ülkemizde bundan önce kene taarruzu vardı. Aniden tebahur ettiler. (buharlaşıp yok oldular) Ondan önce, Kuş (Tavuk) gribi… Milyonlarca garip, masum ve müsemma hayvan ateşe atılarak veya fırında yakılarak, hunharca katliamlarla telef ve itlâf edildi.
Oysa Anadolu kenesi (böğlek) öldürücü değildir. Katil keneler, ya uçaktan atılma veya içerde üretilip sahradan dağıtılmadır. Sonuçta hedef seçilen insanlar en değerli milli varlığımız; Kuş, tavuk, koyun, inek vs. gibi hayvanlarımız ise milli servetlerimizdi..
Hükümetlerin, Polis ve MİT dahil sorumlu kurumların gözü önünde, düşmanca ve alçakça yok edildiler!.. Zamanla anlaşıldı ve açığa çıktı ki, bazı hükümetler işbirlikçi idiler. Aleni veya gizli iştirak suçundan başbakan ve bakanlar yüce divan’da yargılandı.
Daha da önceleri; Asya, Çin, Japon Gribi, hortumculuk, banka-banker ve döviz zedelik vardı. Mafya-medya-müteahhit-siyaset iştiraki sayesinde bu millet, depremzede de bile oldu. Sahte bunalım ve buhranlar, sanal kaos ve yapay krizler, gerçek kerizler tarafından “soygun-*vurgun” amacıyla tezgâhlanırken, fakir-fukara, garip-guraba takımı, hep yolunan kaz ve soyulan taraf oldu. Yıllar boyu ıstırap, dert ve sıkıntılarla boğuştu ve koyun koyuna yaşadı bu millet..
Ama gerçek şu ki; bir türlü yakamızı bırakmadı bu melânet ve illet…
Ya şimdi. “Grip veya asrın soygunu... (*)
Domuz gribi arkasındaki ekonomik çıkarlar neler?
Dünyada her sene milyonlarca insan malaryadan ölüyor, halbuki basit bir tül sineklik onları koruyabilir. Gazeteler bundan bahsetmiyor!
Dünyada her sene 2 milyon çocuk ishalden ölüyor, halbuki 23 sentlik bir serum onları kurtarabilir. Gazeteler bundan bahsetmiyor! Kızamık ve zatüreden her sene 10 milyon insan ölüyor. Tüm bu insanlar daha ucuz ilaçlarla kurtulabilir.
Gazeteler bunlardan da bahsetmiyor! Bundan yaklaşık 10 yıl önce kuş gribi çıktığında gazeteler bizi bilgiye boğdu "bütün diğer salgınlardan daha tehlikeli dünyayı tehdit eden salgın!" Gazeteler sadece tavukların korkunç hastalığından bahsediyordu.
Buna rağmen toplam insan kaybı 10 sene de 25 milyon. Yani senede 2.5 milyon.
Normal grip senede yarım milyon can alıyor. 25'e karşı yarım milyon!
Niçin kuş gribinden bu kadar bahsedildi? Çünkü bu tavukların arkasında bir "horoz" vardı, Büyük ibikli bir horoz: Uluslararası Roche ilaç grubu.... Bu şirket Asya ülkelerine milyonlarca doz Tamiflu sattı, Ingiltere 14 milyon doz satın aldı. Kuş gribi sayesinde Roche, milyarlarca dolar kar etti. Bugün de domuz gribi psikozu başlatıldı.
Tüm dünya medyası sadece bundan bahsediyor.
Kuzey Amerika da Gilead Sciences şirketi Tamiflu ilacının patent sahibi.
Bu işletmenin en büyük hissedarıysa Donald Rumsfeld: George Bush dönemi savunma bakanı, Irak savaşının stratejisti... Gerçek "Pandemie" (dünyayı etkileyen büyük salgın), çıkar salgınıdır, sağlık (ilâh, ilâç ve silâh ticareti) lejyonların çıkarları.
Eğer domuz gribi söylendiği gibi gerçekten dünyayı tehdit eden büyük bir salgınsa (pandemi ise) dünya sağlık örgütü bu hastalıktan bu kadar tedirgin oluyorsa neden bu hastalığı dünya sağlığını tehdit eden bir hastalık olarak ilan edip, hastalığa karşı aynı ilacın jenerik türevlerinin üretilmesini önermiyor ve Roche'un haklarının iptalini isteyip yerine her ülkenin kendi üreteceği jenerik türevlerini üretmiyor?”
Lütfen bu makaleyi mümkün olduğu kadar çok insanın okumasını sağlayınız.
Herkes bu büyük salgının arkasındaki “dolandırıcılık” gerçeğini görsün.
Çünkü akredite medya (kartel) sadece kendi sponsorlarının haberlerini veriyor.
(Kaynak: 1. Dr. Nazan Önoğlu, 2. Dr. Carlos Alberto Morales, mns: Anayurt, 29.11.2009)
Baş-Bakan CEVAP VERSİN
Mustafa Nevruz SINACI
Önce bir hatırlatma: 2009 yılında SSK ve Bağ-Kur emekli aylıkları ilk 6 ay için % 3,84 ve ikinci 6 ay % 1,83 oranında arttırıldı. Böylece yıllık kümülâtif zam oranı % 5,74'de kaldı. Yani, SSK ve Bağ-Kur emeklilerine diğer kesimlerden % 3 oranında daha az, haksız, adaletsiz, yolsuz ve usulsüz bir zam yapıldı.
İşçi (SSK) ve Bağ-Kur emeklilerine gelince neden aynı hakkaniyet, adalet, hukuk ve eşitlik gözetilmedi? Neden adaletsiz bir tablonun oluşmasına göz yumuldu? Anlamak ve açıklamak mümkün olmadı!.. Oysa bu hesap yanlış, haksız ve adaletsizdi. Bütün ikaz, itiraz ve şikâyetlere rağmen haksızlık, yolsuzluktan ve adaletsizlikten dönülmedi. Şimdi yetkililerden bu yanlışı ortadan kaldıracak bir adım atmaları bekleniyor ve isteniyor.
NİHAYET BİR “SORU” ÖNERGESİ
Bu haksızlık, adaletsizlik, maddi baskı ve zulüm şiddetle sürerken, nihayet Demokratik Sol Parti (DSP) İstanbul Millet-Vekili Süleyman Yağız, 18 Kasım 2009 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı’na “çok önemli” bir soru önergesi verdi ve bu mağdur kitlenin hakkı ve hukuku konusunda sorular sordu.
Kritik hatırlatmalar yaptı “alternatif çare ve acil çözüm öneriler de içeren” bu önergesinin en kısa sürede cevaplandırılmasını istedi... Gerçekte bu başvuru ve istem bir dikkat çekmedir., Fevkalâde ihmal edilmiş bir kitle ve konuda “ACİL” hatırlatma!..
“Soru Önergesi” aynen şöyle: TBMM Başkanlığı’na, Ankara
Aşağıdaki sorularımın, Başbakan Sayın Recep Tayip Erdoğan tarafından yazılı olarak yanıtlanması isteğimi bilgilerinize sunarım. Saygılarımla. 18 Kasım 2009
Süleyman Yağız, DSP İstanbul Milletvekili
“Her kesim gibi emekliler de insanca yaşama talebinde bulunmaktadırlar.
Bu amaçla yıllardır sorunlarına çözüm aramaktadırlar. Ama buna karşın özellikle son yedi yıllık süre içinde yaşamlarının en sıkıntılı dönemini yaşamaktadırlar. O kadar ki, emeklilerin içinde bulundukları bu durum, onları açlık grevi yapma noktasına kadar götürmüştür. Bu bağlamda ve emeklilerin istekleri doğrultusunda şu soruları yöneltme gereksinmesini duydum: (sorular şöyle)
1- Emekli aylıkları arasındaki farklılıkların giderilmesi için intibak yasasının çıkarılması konusunda hükümetinizin bir çalışması var mıdır?
2- Emekli sendikalarının taraf alınacağı statü yasası çıkarılacak mıdır?
3- Emeklilerin TÜFE ve KEY alacakları ne zaman ödenecektir?
4- 2010 M. Yönetim Bütçe Kanunu'nda emeklilere daha fazla pay verilecek midir?
5- Emeklilerin “yılda 2 ikramiye” ve “kış aylarında yakacak yardımı” talepleri karşılanacak mıdır?
6- Emeklilere yaşadıkları kentlerde ve şehirlerarası ulaşım araçlarında indirimli seyahat etme olanağı sağlanacak mıdır?
7- Özetle emekliler için de bir “açılım” yapılacak mıdır?”
Devletten emekli, dul, yetim, malul ve ölüm aylığı alanların sayısı; SSK’dan: 4 milyon 605 bin. BAĞ-KUR’ dan: 1 milyon 783 bin ve Emekli Sandığı’ndan 1 milyon 660 bin olmak üzere toplam: 8 milyon 048 bin kişi..
Ülkemizin en mağdur, malul ve haksızlıklara maruz kesimi; Başta SSK ve Bağ-Kur emeklileri olmak şartıyla, bu kesimin % 95’idir. O’nlar, devlet, millet ve yeni nesli bu günlere taşımalarına rağmen; Minnet ve şükran duyulmak, insanca, hakça muamele görmek yerine, “insanlık dışı” bir mezalime mahkum olarak süründürülmektedirler.
Keza, yalnız yukarıdaki ana konularda değil; daha yüzlerce meselede mağdur, eş ve evlâtlarına karşı mahcup, mustarip ve perişandırlar. Bakan’ların başı ve millet adına vekâlet iddia edenlere “insanlık namına” duyurulur.
UNUTMAYIN: Meşruiyet, sadece adalet ve hikmet iledir.
DEVLETİ TESLİM ALMAYA CÜR’ET
Mustafa Nevruz SINACI
İlk önce bir hususu tespit ve hatırlatmakta zaruret var:
“Türkiye’nin Kürt sorunu var” demek ne kadar abes, anlamsız ve kastı mahsus (düşmanca) bir yalansa; “Dersimi zulüm ve katliam olarak nitelemek”, o kadar hainlik, devlete karşı zalimlik ve tarihi münkirliktir…
Bayramda başlayan ve bugüne kadar aralıksız yaşanan gelişmeleri mutlaka takip etmişsinizdir. Eli kanlı, esbabı (varlık sebebi) kirli menfur örgüt taraftarı, kanunen ceza ehliyetini haiz bulunmayan ve reşit olmayan 15 yaş altı partizan ve sempatizanlar, sözde kuruluş yıldönümlerini havai fişekler ve Molotof kokteylleri ile kutladılar. (!)
Ancak havai fişekler havaya değil, Türkiye Cumhuriyetine karşı atıldı.
Hedef Türk Polisiydi.. Türk askeri, jandarması, iyi vatandaşları ve TC devleti…
Bir taraftan, bebek katili menfur eşkıya başının konforlu-pahalı istirahatgâhına odaklanan tartışmalar; diğer tarafta Anayasa Mahkemesi Raportörü’nün DTP mutlaka kapatılmalı raporu. Beri tarafta ise hâlâ devam eden kuruluş kalkışmaları (!)..
Dikkat edin lütfen…
Bu kutlamalar öncelikle Mersin’de başladı.
ABD, AB + Ermenistan şeytan üçgeninin yardım-yataklığı ile Türkiye düşmanlığı ekseninde menfur örgüt havai fişeklerini polis minibüsünde kullandı. Ardından, ciddi bir engelle karşılaşmadıklarını gören militan ve sempatizanlar; giderek artan bir coşku ile Siteler Karakoluna saldırdılar. Bu defa havai fişeklerle yetinmeyip, Molotof kokteyli kullandılar. Millet, Devlet ve hükümetin karakolu yangın yerine döndü.
Hakkâri ve Yüksekova’da da ihanet kuruluş kutlamalarını (!) sürdürdü. Emniyet güçlerine taş ve sopalarla saldırıldı. Molotof kokteylleri atıldı; Halka ve milli servete tasallut edildi. Bu guruba polis su ve göz yaşartıcı bomba kullanmak zorunda (!) kaldı.
Ağrı’daki gösterilerde menfur örgüt bir markete Molotof kokteyli attı. İçerideki 20 kişi yanmaktan zor kurtuldu. Aynı şaki ve şeamet tarafından İstanbul’da Belediye otobüsüne atılan Molotof kokteyli mağduru genç kız şimdi komada. Vatan hainleri ve ihanet şebekeleri yüzünden ölüm-kalım savaşı veriyor. Bilinen ve belli olan suçluları yakalatıp, aynı şekilde cezalandırmayan yetkili ve sorumlular kahrolsun. Haine af, atıfet ve müsamaha edenlerin Allah belâsını versin.
Doğubeyazıt da kuruluş kutlamalarına (!) katılan yerler arasında.
Hem de DTP, Kandil’den gelen Barış Elçilerini (!) yanına alıp miting düzenledi.
Düzenlenen mitingde güvenlik güçlerine “barış” adına Molotof kokteylleri atıldı.
İzmir’de “şuursuz” coşku seline kapılan sürülerden nasip alan illerimizden...
Karşıyaka’da belediye otobüsüne, içinde insan olduğuna bakılmaksızın “insanlık düşmanı yaratıklarca” Molotof kokteyli atıldı. Yolcular canlarını zor kurtardılar.
Adana’da Molotof kokteylinin yanı sıra havai fişekler de sahnedeydi.
Ateşler yakıldı.
Birkaç yıl sonra, tıpkı Irak’ta milyonlarca masum-müsemma insanın katledilmesine göz yuman Obama gibi, domuzlarca Nobel Barış Elçisi seçilmesi beklenir eşkıya başı, bebek katilinin posterleri eşliğinde devlete-hükümete kafa tutuldu.
Bir ay kadar evvel İzmir’i “Faşist şehir” olarak tanımlayan DTP’li Ahmet Türk; yukarda anılan yerlerde siyasi uzantısı oldukları organize suç örgütüne yardım, yataklık ve yandaşlık yapan, devlete-hükümete karşı gelen, alış-veriş yapanından, kutsal bayram ziyaretine giden otobüs yolcusuna kadar yaklaşık 50 masum-müsemma kişinin hayatına kast edenler için nasıl bir tanımlama yapacak acaba?..
Ayrıca nasıl oluyor da; Yargıtay Başkanını ve yargı mensuplarını henüz mahiyeti kesinleşmemiş bir oluşum namına dinlerken; tüm dünyada, menfur bir terör ve tedhiş örgütü olduğu sabit PKK’ya; yardım, yataklık ve yandaşlık yaptıkları bilinen kişileri dinlenip bu eylemler başlamadan önce tedbir alınmıyor? Bunun sebebi bilinmeli!..
Söz konusu bölgede kelle koltukta görev yapan asayiş unsurları, asker, polis ve onların vefakâr aileleri bilmeli ki; hükümet, menfur suç örgütünü bitirme konusunda en az onlar kadar azimli, kararlı ve elinden geleni yapmak emelindedir.
Ki hainler bilsin; “meydan boş değil”
HELE BİR TARİHE BAJALIM!..
Daha önce, Türkiye ile ilgili ve Osmanlı’dan bu yana süregelen bir “toplumsal dönüşüm projesi” açıklamıştım. Bu, her hangi bir resmiyeti olmayan ve tamamen Türk devleti’ni zaafa uğratıp, dolaylı yollarla ele geçirmek, halkını ve kaynaklarını sömürmek isteyen harici mihraklar tarafından, dâhili işbirlikçilerle beraber yürütülen sinsi bir projedir. Projenin aslı, müsebbibin idamı ile sonuçlanan çok eski bir hikâyedir.
Anlatalım.
1820’lerde Fener Rum Patriği olan Papa V. (Çingene) Gregorius, dönemin Rus Çarı’na Türklerin yola getirilmesi ile ilgili bir mektup yazar. Mektuptan Padişah II. Mahmut haberdar olur. Diğer yıkıcı ve bölücü faaliyetleri nedeniyle zaten patriğin suç dosyası kabarıktır. Mektup da deşifre olunca, malum Papa, patrikhanenin kapısında asılarak idam edilir. İşte o mektup:
“Türkleri, maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler.
Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden; Padişâhlarına, kumandanlarına ve büyüklerine olan itaat ve sadakatlerinden ileri gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar.
Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık, cesaret ve secâat (yiğitlik, yüreklilik) duyguları’ da an’anelerine (örf, adet ve geleneklerine) olan bağlılıklarından, ahlâk salâbetinden (sağlamlık ve yüksekliğinden) ileri gelmektedir.
Bu nedenle, Türklerde, evvelâ itaat ve sadakat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek,dini metanetlerini zaafa (zayıflık-kuvvetsizlik) uğratmak icabeder. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine uymayan harici fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır.
Türkler, dış yardımı reddederler; Haysiyet duyguları buna manidir. Velev (hattâ isterlerse) ki, geçici bir süre için zahiri (görünen) kuvvet verse de, Türkleri mutlaka dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatları sarsıldığı gün,Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kuvvetli, güçlü, kalabalık ve zahiren hakim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.
Bu sebeple, Osmanlı devleti’ni tasfiye için mücerret olarak (yalnızca) harp meydanlarındaki zaferler kâfi (yeterli) değildir, ve hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını (ağırbaşlılığını) tahrik edeceğinden, hakikatlere nüfuz etmelerine de sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türklere hiçbir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı, her ne pahasına olursa olsun tamamlamaktır.”
Patrik nam Papa’nın mektubu; İznik Konsüllerinin aynı konuda aldıkları kararlar ile örtüşür ve yol gösterir mahiyettedir. Bu mektup, kendini Bizans’ın hamisi sayan ve SSCB’ne kadar Bizans bayrağını kullanan Çarlığa ‘bahusus projeyi’ ilham eder. Proje, başta yakın akraba Fransa ve İngiltere olmak üzere bütün batı’ya açılır ve anlatılır. Kısa sürede benimsenir ve uygulamaya konulur.
Misak-ı Milli sınırlarının tek hâkimi TC Devleti ve Türk milletidir!...
T.C.’Yİ DEĞİŞTİRME VE DÖNÜŞTÜRME TAHMİNLERİ (*)
Mustafa Nevruz SINACI

***Konu hakkında önce Sayın Rektör GALİP BARAN'ın yorumu:
"T.C.’Yİ DEĞİŞTİRME VE DÖNÜŞTÜRME " konusunda düşüncem: Türkiye'yi bir Diğerkamlar Cumhuriyeti yapmaktır. Bu konuda önerim, uygulamada geliştirilmiş olan "Diğerkamlık Andı" üzerinde çalışmaktır. Bunu başarabilirsek her türlü iç ve dış problemle başedebilmek kolaylaşacak, adalet sorun olmakdan çıkacak, bu kadar çok polise, savcıya, hakime ve büyük bir orduya gerek kalmayacaktır. Ne mutlu diğerkam olabilene... " (BAK: http://bilinc-universitesi.blogspot.com)
Bu bizim yıllardır ilgilendiğimiz bir konu.
Türk milletini değiştirme ve dönüştürme projeleri…
Sonra, Türkiye Cumhuriyeti’ni bölme-parçalama ve “milli devlet” i ilga!..
Kuvvetler ayrılığı ilkesini sonlandırma çabaları ve nihayet, aynı başlıklı bir proje çalışmamızda ifade ve itiraf etimiz gibi: (Bak: Kuvvetler Ayrılığı İlkesi Hakkında, MNS)
“ATEİZM VE DİN TÜCCARLARI
Görünürde, olup-bitenler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni taciz ve huzursuz etmeyi görev sayan bilumum dönme, devşirme, koza, kripto ve sabataistler ile Türk Ateizm tüccarları ve tüccar dinciler arasında cereyan eden bir RANT ve İKTİDAR kavgası. Bütün tarafların dayanağı ve güç kaynağı AB ve ABD olduğu için de bu mücadele çok çirkin geçmektedir.
AKLISELİM VE SAĞDUYU SAHİPLERİ
Bu tartışma gerilim ve gergin geçen “RADİKAL” müzakere sürecinde “akil insanlar” aklıselim ve sağduyu sahipleri şöyle düşünüyor. Öncelikle, mutlaka: “parlamenterlerin kürsü masumiyeti hariç tüm ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlıklar, memurin muhakemat kanunu dâhil mutlaka ve derhal kaldırılmasını, acil hale gelen “seçimlerin temel hükümleri” ve “siyasi partiler” kanunlarının “akıl, adalet, mantık ve kamu vicdanı” esas alınarak değiştirilmesini dile getiriliyor. Bu kesimin “olmazsa olmaz” tarzında üzerinde durduğu konu şu:
Türkiye de bir “HESAPLAŞMA ve YÜZLEŞME” zorunlu hale gelmiştir!..
Fakat bu cenahı dinleyen de yok, yazıp-söylediklerine aldıran da...
YASALARIN DEĞİL KAFALARIN DEĞİŞMESİ LAZIM!....
Şimdi biraz gerilere, bir-kaç yıl öncesine doğru gidelim ve “yasaların değil/kafaların” değişmesi gereğine dair, söz, söylem, yorum ve yayınlara bakalım.
Daha bir yıl önce ülkede en çok tartışılan konu; Erkler, yani kuvvetler ayrılığı prensibi idi. Daha o zaman güçler savaşı başlamamıştı.
Bu önemde Türkiye’de müthiş bir duyarsızlık, sorumsuzluk, kaygısızlık ve daha da vahimi; Muhtemelen kasıtlı ve art niyetli bir entelektüel cehalet; Yahut şuur-bilinç kaybı veya bazı dahili bedhahlar ile bunların doğal uzantıları olan dış güçler güdümünde bir “körler ve sağırlar birbirini ağırlar” diyalogu yaşandı.”
ZÜLFÜ LİVANELİ’NİN İLGİ MAKALESİ
Bu yazı, bizzat yazarı tarafından bizim TUKISH-FORUM’a gönderilmiş. Bana oradan geldi. Elbet bir başka yerde de yayınlanmış olabilir. Bunu okuyup-inceleyip, değerlendirdiğimde gördüm ki; Yazı yazarından ötürü enteresan. Dolayısıyla daha geniş bir kitle tarafından okunsun, bilinsin, değerlendirilsin istedim.
Paylaşmaya değer buldum. Hele (seçilen bölümlere) bir bakın lütfen.
“… Her sabah kalkıyor, gazeteleri okuyor, işe gidip geliyoruz, akşam televizyon haberlerini izliyoruz ve ülkedeki büyük değişimi fark edemiyoruz. Her şey aynıymış gibi geliyor. Oysa Türkiye büyük bir hızla değişiyor, dönüşüyor, bambaşka bir ülke haline geliyor. Bunu anlamanın en kestirme yolu, ülkeyi üç beş yıldır görmemiş birisinin tanıklığına başvurmaktır.
İnanın bana, bütün samimiyetimle söylüyorum; bir süre sonra Türkiye iyice tanınmaz hale gelecek..Siz bile şaşıracaksınız. Peki, bu değişimin yönü ne? Bunu kısaca ”muhafazakârlaşma, Orta Doğu ülkesi olma, zenginleşme ve kalitesizleşme” olarak adlandırabiliriz.
Dikkat edilirse bunlardan bazıları olumlu, bazıları olumsuz özellikler.
Ama hepsi bir arada gerçekleşiyor.
Yani önümüzdeki yıllarda şöyle bir ülkede yaşayacağız:
Gökdelenlerle ve alışveriş merkezleriyle dolu, lüks mağaza ve Lokantalardan geçilmeyen, yabancı şirketlerin Orta Doğu merkezlerinin bulunduğu bugünkünden daha zengin bir ülke. Yani bir çeşit büyük Dubai ya da eski Beyrut!
Öte yandan; daha da hızlanmış bir cahilleşme, kültürsüzleşme, lümpenleşme süreci. Her önemli işin başında; liyakata göre değil.. tarikat ilişkilerine göre seçilmiş insanlar. Alabildiğine muhafazakar ve alabildiğine Amerikancı bir ülke.
İşte benim gördüğüm manzara bu.
AKP’nin önümüzdeki yerel ve ondan sonraki genel seçimleri de alacağını söylemek kehanet değil. Bunu herkes görüyor. Hatta beş yıl sonra Erdoğan halk oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanı olacak, belki de Abdullah Gül ü Başbakan olarak göreceğiz..
Yani Türkiye en az on yıl daha AKP’nin elinde. Çünkü karşısında hiçbir güç yok.
Koltuğunu kaybetmemek için uyuşturucu satıcılarını bile partisine üye kaydeden CHP başkanı, zaten AKP ile anlaşmalı olarak götürüyor bu sistemi. MHP deseniz, ortada.
Önümüzdeki günlerde AKP hükümeti, “PKK liderlerini teslim alan hükümet” olarak alkışlanacak. Orta Doğu’dan ve Batı’dan Türkiye ye para akmaya devam edecek. Laik kesim ise bir yandan giderek küçülecek, bir yandan da yıllardır yaptığı gibi birbirini yemeye devam edecek.
Bu kadar büyük bir değişim sadece iç dinamiklerle başarılamazdı..
Amerika nın Orta Doğu meselesinde Türkiye ye biçtiği rol, uzun dönemli bir senaryoyla uygulanıyor. İçteki aktörler de, siyasiler, basın, üniversite, iş âlemi, aydınlar olarak rolün hakkını veriyorlar.
Peki, 15 yıl sonra ne olur diyorsanız, onunla ilgili bir tahminde de bulunabilirim.
Toplum, sistemli eğitimle dönüştürülmüş olacağı için, Cumhuriyetin kuruluş yılını bile hatırlayan kalmaz. İsteyen bu yazıyı kesip saklasın ve eğer Türkiye başka türlü gelişirse, beni utandırmak için suratıma çarpsın.
Ama ne yazık ki bu pek mümkün görünmüyor.”
İsteyen de, benim taa 2002’nin başlarında yazdığım şu makaleye bir baksın: “Türkiye’yi değiştirme ve dönüştürme; Ulusu yozlaştırma ve ayrıştırma projesi”
BİR SEÇİM VE TESPİT
İlk dış borç, aradan fazla bir süre geçmeden Fransa’dan alınır. Sonra, misyoner olarak özel surette eğitilmiş Fransız dilberleri-kızları ‘mürebbiye’ ithal olunur. Bu mürebbiyeler tarafından özenle yetiştirilen Osmanlı delikanlıları eğitim için Paris ve Moskova’ya gönderilir. Döndükleri zamansa tahribat başlar. Plân çok başarılıdır.
Bunun diğer bir anlamı da; (projeyi çok iyi bilen ve başarı etkisini gören) Lord Kingros’un, İnönü’ye açıkladığı vasiyeti gereği Lozan’ın intikamını almak ve ülkeyi Sevr şartlarına dönüştürmektir. Bu çaba, büyük Atatürk’ün vefatı ile başlamış, 1950’ye kadar aralıksız sürmüş ve 10 yıllık bir kesintiden sonra 27 Mayıs 1960’dan itibaren yeniden yürürlüğe konulmuştur. Projenin temelinde kadrocular, bazı 150’likler, sol akımlar, Ermeniler, Rumlar, Yunan asıllılar, dönmeler, devşirmeler, koministler ile Atatürk’ün ülkemizden kovduğu Masonlar ve misyonerler vardır.
Proje, tam anlamıyla gericidir. İrticai’dir. Mensup ve taraftarları son Osmanlı hükümeti gibi zayıf “maşa ve muhtaç hükümet” özlemi içindedir. Öyle maşa bir hükümet ki; Dış borcu nimetten sayacak, yeniden kapitülasyon devrini açacak, Türkiye’yi borçlandıracak, özelleştirme adı altında milli servetleri yabancıların yararına sunacak, her türlü denetimi kaldıracak, sol elit ve imtiyazlı sınıfı emperyalist ve kapitalistlerle ortak edecek, ceplerine iki pasaport koyacak ve çifte vatandaşlığın yolunu açarak “globalleşme ve küreselleşmeyi” yabancıların Türkiye’yi sömürerek semirmesi esasına oturtacak…
T.C.’Yİ DEĞİŞTİRME VE DÖNÜŞTÜRME TAHMİNLERİ (2)
Mustafa Nevruz SINACI
Bunun için geleneksel bürokrasiyi çökertmek, lâiklik kisvesi altında ve ‘Tevhid-i Tedrisat Kanununa” aykırı olarak ‘tam bir gericilik, yobazlık ve irtica’ ile insanları din ve diyanetlerinden uzaklaştırmak, dini eğitim ve öğretimi olabildiğince kısıtlamak, milli değer ve manevi mukaddesleri baltalamak, ahlâkı yozlaştırmak, ahlâksızlık, sapıklık, iyilik ve insanlığı yok etmek; Böylece Türk milletini tarihi onur, ilke ve erdemlerinden arındırıp, paraya tapan, aç gözlü, heves, hırs, şehvet düşkünü ve ihtiraslarının zebunu olmuş zavallı, alçak mahluklara dönüştürmek ana hedeftir. Tıpkı kendileri gibi…
Dahası, dokunulmazlıklar ihdas ederek imtiyazlı sınıfı koruma altına almak. Adalet ve hakkaniyete dayalı “hukuk devletini” ortadan kaldırarak, sosyal devleti, kapitalist ve emperyalist devlete dönüştürmek suretiyle halkı “potansiyel müşteri” olarak gören, Atatürk ve Türk inkılâbına aykırı yapılanmayı hayata geçirmek.
“Her insan bir devlettir”, “Devlet insan için vardır”,“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ve “Zulüm abâd etmez insanı, ilim abâd eder” ilkelerini yaşam boyutundan kaldırarak; Devleti Milli hedefler ile varlık nedenlerinin dışına çıkartmak. Doğal olarak sonuçta: Globalizm ve küreselleşmeyi, Türk insanı ile bütün masum ve mazlum (az gelişmiş) ülkelerin müşterek çıkarlarına kullanmak varken, tam tersine bir yol izleyerek “tek dişi kalmış canavarlara” ülkeyi ve insanı peşkeş çekmek..
Soygun-vurgun, sahtecilik, üçkâğıtçılık, yalan-dolan ve talanı kolaylaştırmak. Kaçakçı, soyguncu ve hortumculardan anarşist ve teröristler oluşturmak. Ekonomik suça, ekonomik ceza, ticari sır, geniş kapsamlı devlet sırrı (!?) gibi çağdışı ve insanlığa aykırı usul, esas ve kavramları yerleştirerek, gasp, irtikap, sahtecilik ve her türlü yolsuzluk ile hortumculuğu teşvik ederek uygun ortamı yaratmak. Böylece, üretim ekonomisini rantiyeciliğe iblâğ ettirmek. Amaç bu. Peki araçlar nedir.
Araçlardan birincisi demokrasiyi yozlaştırmak…
İnsan hakları kavramını ayrılıkçı, bölücü ve terörist gruplara nimet olarak sunmak. Diğer taraftan da, gerçek anlamda üreten vatandaşı pahalılık, enflâsyon, deflâsyon, faiz, yüksek (haksız) ve dolaylı vergi, harç (haraç) düşük maaş ve maaşlar arasında eşitsizlik, dengesizlik ve adaletsizlik kıskacına alarak, yokluk, yoksulluk, fakirlik ve cehaleti körüklemek. İnsanları ezmek. Kişiliksizleştirmek. Güven ve kimlik bunalımına sokmak. Yapay olarak yaratılan bunalımları desteklemek ve derinleştirmek için ara da bir kriz yaratmak.
Vatandaşı “ADALET’Mİ, GÜVENLİK’Mİ” gibi, aldatıcı ve yanıltıcı bir tercihe zorlamak. Adaleti, sözde güvenlik uğruna (bilerek ve isteyerek) feda etmek. Siyasette ise; Temsilde Adalet, Siyasette İstikrar aldatmacası ile demokrasiyi dışlamak...
Yozlaşmayı sürekli kılmak, milleti (art niyetli veya bilgisiz,beceriksiz,vizyonsuz) kalitesiz, karizmasız, milli ve manevi değer, ilke ve erdemlerden uzak, siyasi iktidar ve hükümetlere bağımlı hale getirmek içinse; Bir taraftan genel aflar, vergi afları ve disiplin afları çıkartmak, borç silmek, diğer taraftan “nâmerde muhtaç hale getirilen” memur ve emeklilere adalet ve hakkaniyet ilkelerine bütünüyle aykırı zamlar yapmak.
Bütün bunlar projenin çok iyi yürüdüğü ve pek ustaca yürütüldüğünü gösterir.
Yürütenler ise, artık kurumlara girmişler, atanmışlar, seçilmişler ve aklın alamayacağı yerlere kadar yükselmişlerdir. Bunlar, devletten en yüksek maaşı alırlar. Hiçbir hukuk devletinde kimseye nasip olmayan ayrıcalık ve imtiyazlardan yararlanır, üstelik, insan hakları, adalet ve hukuka temelden aykırı “dokunulmazlıkları” vardır. Emeklilikleri de ayrıcalıklı ve imtiyazlıdır. Kimisi emekli olduktan sonra bile çeşitli vakıf, kurum ve kuruluşlardan ayda 35 milyar TL’ye varan maaşlar edinir. Fiilen çalışanlar arasında maaşı 100 milyar TL’yi aşanları da vardır. Yasa ile kurulu Sendika, Vakıf, Oda, Banka ve Borsa’ larda ayrı bir saltanat hüküm sürer. Bunların çoğu “sarı” sömürü unsurudur.
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti anayasası “mutlak EŞİTLİK ve ADALET” üzerine kuruludur. Bakınız; Anayasa’nın, “değişmez, değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif olunamaz” başlangıç ilkeleri ne diyor?
“Türk vatanı ve Milleti’nin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devleti’nin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği ‘MİLLİYETÇİLİK’ (!?) anlayışı ve O’ nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
Dünya milletleri ailesinin EŞİT HAKLARA SAHİP şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedi varlığı, REFAHI, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; (Öyle ise, Anayasa’nın amir hükmüne rağmen AB’ye katılım konusu bu güne kadar neden millete hiç sorulmadı ? Diğer demokratik hukuk devletleri ve medeni milletler gibi REFERANDUMA neden gidilmedi. Bizi yönetenler arasında bu güne kadar hiç mi adalet ve hukuka saygılı, Anayasa’yı okumuş ve ‘uygulamak zorunda olduğunun bilincini’ taşıyan yönetici olmadı ?)
Sarahaten belirtilmiş ilkeler ve amir hükümlerdir. Bir’de 10. maddeye bakalım:
“Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz”
Şimdi “ADALELET ve KALKINMA (!?) partisi hükümeti’ne sorarlar:
NEDEN BU ANAYASA UYGULANMIYOR?...
ORTADA BİR KASIT’MI VAR?
Ülkenin insanı, canı-kanı, Mehmetçiği, gerçek değeri, değer üreten ve değerleri canı pahasına koruyanları fakrü zaruret içindedir. Evine ekmek götüremez. Çocuğunun cebine okul harçlığı koyamaz. Eşine mahçuptur, akrabasına, dostuna boynu bükük. Evinde en az iki işsiz vardır. Yıl sonunda aldığı artış, otobüs zammına bile yetmez. Çoğu yol parası bile bulamaz. Evinde hapis veya mahalle kaldırımlarında gezmeye mahkumdur. Gâvur dediğimizin emeklisi bile dünya turuna çıkar, dolaşır. Bizimki hastalıkla, yoklukla, yoksullukla, işsizlikle boğuşur. Eziktir. Istıraplıdır. Çilelidir.
Ya, onu bu hale getiren diğerleri !...Neden ? bir türlü Hukuk Devleti olunamaz?
Onlar hem ulusal ve hem de uluslar arası kaynaklardan domuz gibi beslenir. Yararlanır. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındadır. Bunların ‘üretme’ diye bir marifetleri ve kaygıları yoktur. Sadece ‘tüketmeyi’ severler. Bütün işleri kaçak, kayıt ve kapsam dışıdır. Sonunda, bilerek veya bilmeyerek (gaflet ve dalâletle) devleti’ de tüketmeye doğru giderler.
İkincisi, memuru rüşvet almaya, halkı da rüşvet vermeye zorlamak, alıştırmak. Geleneksel kamu ahlâkını bozmak. Dengeleri derinden sarsmak. Doğal stabilizatörleri bilerek, alçakça yok etmek. Bilinçli, duyarlı ve sorumlu memur ve vatandaş yerine, ‘emir kulu’ prototipler yaratarak; Türk milleti’nin asil karakterinde var olan “sadece ve yalnızca Allah’a kul olmak” fikrine dayalı “özgür bireyi” yok etmek. Tıpkı Amerika’nın ‘demokrasi ve insan hakları adına’ yaptığı gibi; Özgürleşme, demokratikleşme ve modernleşme adına bütün bu inanç ve öz değerleri kaldırmak. Esas olarak da: Türk kimliğini, kişiliğini ve yükselen değerlerini yok etmek.
T.C.’Yİ DEĞİŞTİRME VE DÖNÜŞTÜRME TAHMİNLERİ (3)
Mustafa Nevruz SINACI
Aslında bu, Türkiye üzerinde giderek yoğunlaşan ‘psikolojik savaşın muhtelif vetireleri ile güncelleşmiş versiyonlarından başka bir şey değildir.
Aldatan put, proje gereği hükmünü icra etmektedir.
İçerde bol taraftar bulmuştur. Dönmesi, devşirmesi, haini, zalimi; Türk’ün ekmeğini yiyip düşmanın kılıcını çalmak için adeta kuyruktadır.
Konuya “Memura Disiplin Affı” ile girdik “Maaş Zammı” ve genel olarak, ülkenin ve bürokrasi’nin durumunu zaviyesinden baktık, inceledik. Tarihi bilgi ve belgeler ile Anayasadan örnekler vererek “süreci” değerlendirdik.
Netice olarak:
Yıllardır var olan ve mevcut hükümet tarafından da bilinçsizce uygulanan bir “Ulusu yozlaştırma ve ayrıştırma projesi’nin” pervasızca yürüdüğünü ve her şeye rağmen hükmünü sürdürdüğünü gördük. Proje’nin bir ‘halk partisi zihniyeti” sahiplenmesi olduğunu özellikle vurguladık. Neticesinin, gerici-solcu, ateist-pagan ve irticai kesimler, yani mürtecilerce amaçlanan yozlaşma, çürüme, toplumsal dengeleri bozma ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yıpratma ve yok etmeye yönelik olduğunu açıkladık.
Bunların tamamı gerçek ve proje yıllardır yürürlükte.
Yürütenler ise, kökü dış güçlere dayalı, devlet içinde ‘devlet gibi’ hareket etme cüret ve cesaretini gösteren; Dönme, devşirme, ateist, pagan ve yine bunlardan nemalanan yerli işbirlikçiler. Eki, ya bu işbirlikçilerin emaresi ne?
Bunlar, devlette etkin oldukları zaman bir taraftan, tabanı ezmek için vergileri yükseltir, harçlar koyar, aldıkları vergi ile oluşturan kurumlarca üretilen ürün ve hizmetleri yine ‘vergi, bedel veya harç’ alarak ‘vergi mükelleflerine’ satarlar.
Diğer yandan kendileri vergi kaçırırlar.
Kahir ekseriyeti kayıt ve kapsam dışıdır.
Bankaları kullanarak soygunlar düzenler, halkı ve kurumları hortumlar, üç kâğıtçılık yapar, döviz-faiz ve borsa spekülâtörlüğü ile iştigal ederler.
Alınların akı ve bileklerinin gücü ile ‘helâl kazanmak’ gibi bir eğilim, arzu ve alışkanlıkları yoktur.
Her işleri rüşvet, iltimas, baskı, gasp, irtikap, sahtecilik, yolsuzluk ve suistimalle yürür. Bu güruhun ahlâki değeri sıfırdır.
Klâsik kapitalizm ve güncel emperyalizmin insanlık düşmanı akideleri bunların yaşam biçimidir.
Menfur emellerine ulaşmak için ‘Din Tüccarlığı’ ve ‘Siyaset Simsarlığı’ dahil kullanamayacakları kisve ve giremeyecekleri şekil ve renk yoktur.
Bukalemun karakteri bunların doğasıdır.
Hayatın her aşamasında karşımıza çıkar, devleti ve bireyi soymak için ellerinden geleni yaparlar.
Bu nedenle:
Adının başında “Adalet” kelimesi yer alan ve bunu “Kalkınma” söylemi ile tahkim eden “ADALET VE KALKINMA PARTİSİ” ve “HÜKÜMET” :
1. Adının adamı olmak, adalet ve faziletle icra-i faaliyet ve hükümet etmek;
Toplumda var olan ve kamu vicdanını derinden yaralayan bilumum imtiyaz, ayrıcalık, dokunulmazlık, adaletsizlik, haksızlık ve eşitsizlikleri mutlaka ve derhal kaldırmak zorunda, durumunda ve mecburiyetindedir.
Zira, hiçbir şekil ve surette vekil; Asilden ziyade hak, hukuk ve tasarruf imtiyazına sahip olamaz. Doğal olarak vekil, asilin emrinde ve hizmetindedir.
Yani, “HAKİMİYET, KAYITSIZ VE ŞARTSIZ MİLLETİNDİR”
2. Devlette süregelen ve artarak devam eden çürüme, yozlaşma, yosunlaşma, haksızlık, eşitsizlik, hukuk dışılık ve adaletsizliği kesin olarak ‘mutlaka ve behemahal’ önlemek zorunda ve durumundadır. Buna vekâleten memur ve mecburdur.
Yükümlü ve sorumludur.
Üstelik bu doğrultuda vasiyete muhatap, emir kulu ve ‘vaat” sahibidir.
3. Dar kapsamlı ve TBMM’nin gizli oturumlarında alınmış uluslar arası ilişkilere raci çok önemli kararlar hariç olmak üzere “devlet sırrı” sınırlanmak ve ahlâksız kapitalist ve emperyalistler lehine işleyen ‘ticari sır’ kavramını bütünüyle kaldırmalıdır.
Esas itibarıyla “gizli oturum” son derece aykırı ve “milli güvenlik kaygısı” söz konusu olmadıkça, ahlâksız ve demokrasiye aykırı alçakça bir uygulamadır.
4. Genel af, ticari af, siyasi af, prim affı, alacak affı, imar affı, disiplin affı v.s., gibi muhtelif af’lar bir daha anılmamak üzere tarihe gömülmeli;
Devlet ve millet adına hükümetlerin “kişileri ilzam eden, yani kul hakkına giren” alan ve konularda ‘kesinlikle af yetkisinin bulunmadığı’, buna sadece mağdur, maruz, muhatap veya maddi-manevi-bedeni tecavüze uğrayanın yetkili olduğu bilinmeli;
Buna rağmen “genel af” çıkartan onursuz-sorumsuz, hukuk ve halk düşmanın hükümetler muaheze edilmeli, sorgulanmalı ve yargılanmalıdır.
Devlete dikkat, umur ve ciddiyet kazandıracak bütün tedbirler alınmalı, atanmış veya seçilmişi dahil bütün millet memur ve hizmetlileri tam bir ‘sorumluluk bilinci içinde” çalışır ve iş görür hale getirilmeli; Devletin ve halkın işleri en yüksek namusluluk, dürüstlük ve saydamlıkla, insanca ve ‘adam gibi’, ‘ilkeli, onurlu, düzenli ve disiplinli’ olarak yürütülmelidir.
5. Çalışanlar arasında; Kıdem, ehliyet ve liyakat baz alınarak ücrette adalet mutlaka sağlanmalı, çete ve polis devletlerinde olduğu gibi asgari ve azami maaşlar arasına asla ve kesinlikle devasa uçurumlar konulmamalı; Asgari ücret ile azami ücret arasındaki fark % 100’ü aşmamalı ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu günün şart ve ihtiyaçlarına göre derhal değiştirilerek revize edilmelidir.
6. Ülkemizde, farklı kategorilerde emekli olan insanların % 90’ı perişan bir halde olup,bunların büyük bir bölümü açlık sınırının, miktarı çok az bir ‘imtiyazlı kesim’ dışındakiler de ‘yoksulluk sınırının’ altında maaş almaktadır. Bu durum devletin ve milletin utancıdır.
Hükümetlerin varlık sebebi ve hukuk devletinin ilkeleri ile çelişir vaziyettedir.
İleride birleştirilmesi öngörülen SSK, E. Sandığı ve BAĞ-KUR emeklileri arasında, en kısa sürede “norm ve standart birliği” sağlanmak suretiyle, bütün emekli maaşları insani boyut, norm ve miktarlara çekilerek, milletimiz ve devletimiz bu utançtan kurtarılarak, en değerli varlığımız olan İNSAN UNSURUMUZ korunmalıdır.
7. Memura 40 + 40 zammı hem çok komik ve yetersiz ve hem de adaletsizdir. Bu nedenle, kök ücretlerde gerekli düzenlemeler yapılmak, adalet sağlanmak, belirli ilke ve kriterler uygulandıktan sonra “seyyanen” zam yapılmak suretiyle; Kesimler ve kategoriler arasında adalet sağlanmak zorundadır. Aksi taktirde, iktidar partisi “ADALET” ve “KALKINMA” kelimelerini adından kaldırıp atmalıdır.

(*) Zülfü Livaneli, TURKISHFORUM 02 Aralık 2009
(**) MNS, ULUSU YOZLAŞTIRMA VE AYRIŞTIRMA PROJESİ....
Bak: www.oytrabzon.com veya Anayurt Gazetesi 2002 yılı arşivi.
===========================================
e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına izinlidir.

25 Kasım 2009 Çarşamba

KKTC
SEMPOZYUMU HAKKINDA
Mustafa Nevruz SINACI
Bizim de bir bildiri ile temsil olunduğumuz “KKTC’ni Koruma Derneği”nce hazırlanıp, düzenlenen “KKTC’nin Statüsü Sempozyumu” 15 Kasım 2009 günü, çok başarılı bir organizasyon, katılım ve yönetim bakımından fevkalâde bir şekilde tamamlandı.
Ben, kısmen de olsa devem eden rahatsızlığım nedeniyle katılamadım.
Bundan dolayı elbette çok üzgünüm ve çok şey kaybettiğimin farkındayım.
Fakat Dernek yetkilileri gönderdiğim “bildiri”mi sunmak nezaketini gösterdiler.
Minnettar ve müteşekkirim.
Başta “Milli Dava Kıbrıs” olmak üzere; “Sivil İnisiyatif” yani, HALK tarafından “KKTC’nin hukuki statüsü ve geleceği” yönünden belirleyici bir irade ve kararlılığın ortaya konduğu bu toplantı, her türlü takdirin üstündedir. Bu aksiyonla büyük bir başarı ve güçlü bir iradeye imza atılmıştır. Böylece, yıllardır süregelen oyunlar bozulmuş ve gerçekten, kanının son damlasına kadar Türk, Kıbrıslı kardeşlerimizin sesi-soluğu, yiğitçe haykırışı duyulmuştur.
Umarım artık, eli kanlı, insanlıktan nasipsiz, mertlikten aciz, kahpe, sinsi ve kurnaz ‘AB, Rum-Yunan’ ikilisi ‘birleşik Kıbrıs’, ‘iki toplum tek devlet, kalıcı barış’ gibi Kazıklı Voyvoda (vampir) tuzakları, iğrenç yalan ve mürai teranelerini seslendirmeye cüret ve cesaret edemeyeceklerdir. Bunun daha bir kalleşçesi var. Sanki ortada bir sorun yaşanıyormuşçasına bu teraneleri üç maymunlar misali ‘hayâsızca’ tekrarlayıp duran dâhili bedhahlar.
CEMİL ÇİÇEK’İN REST’İ:
KKTC’nin 26. kuruluş yıldönümü töreninde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Kıbrıs meselesini Türkiye'nin AB politikasının önüne koyarak, eğer birileri 'Ya (KKTC) Kıbrıs ya AB' diye düşünüyorlarsa Türkiye'nin tercihi, sonsuza kadar Kıbrıs Türk’ünün yanında olacaktır. Bunu herkes iyi anlamalıdır” diye rest çekerek hükümet görüşünü açıklaması, Türkiye açısından yerinde, olumlu ve sevindiricidir.
Bu, TC devleti ve RTE (AKP) hükümeti adına “çok net bir taahhüt” ve “mutlak surette bağlayıcı” bir açıklamadır. İşbu taahhüt aksine, AB, GKRY Rumları veya Yunanistan lehine, ada Türkleri (KKTC) aleyhine bir adım atılması, eylem, söylem vaat veya (açık-gizli) taahhüt eğilimine girilmesi; Cemil Çiçek’in mensup olduğu parti ve hükümetin iki yüzlü, hain ve dış patentli olduğu anlamına gelir.
VELEV Kİ!
Böyle bir emelin şu an için dahi varlığı AKP meşruiyetini ilgaya kâfidir.
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, ise "Kıbrıs'ta çözüm, bizim insanlığa yapabileceğimiz en büyük katkıdır", "Kıbrıs Türk halkı, bu güzel adayı sizinle paylaşmaya hazırdır. Gelin, çözüm çabalarımıza siz de katkı koyun; güzel adamızın bir dostluk ve işbirliği adası olmasını engellemeyin" tarzında konuşması,.utanç ve hicap verici.
Bu sözler ancak bir işbirlikçiye yakışır. Yazık, çok yazık!..
RUM KÜSTAHLIĞI VE SÜNEPELİK!..
İkiyüzlü, kalleş ve kahpe Yunanlı, bir yandan Akritas plânı ve Megale idea’yı dayatır, diğer taraftan, büyük Yunanistan hayallerini İyonya (Anadolu) üzerine kurar, bunu ders kitaplarına yazar ve (kendince mert ve cesur) küstah bir tavırla açıklarken;
“Kıbrıs Türk’ün Milli davasıdır. Taksim ihanet, ortaklık felâkettir..Kıbrıs’ın tamamı Türk olmak ve Türk kalmak zorundadır. Kıbrıs Türk’ün kan hakkı, can hakkıdır, şüheda emanetidir. Stratejik olarak Anadolu’nun “KİLİTTAŞI” dır.
Büyük ATA; Mustafa Kemal Atatürk, başta Kıbrıs olmak üzere Ege’de 12 Ada’lar ve Selanik dâhil Batı Trakya’nın alınmasını vasiyet etmiştir. Bu vasiyet mutlaka yerine getirilecektir..”
Diyecek kadar mert ve TÜRK bir siyasetçimiz yok mu?
Türk’e Talat gibi konuşmak düşmez, Çiçek’te sözünün eri olmaya mecburdur.
Neyse ki, aşağıda arz edeceğim “Kapanış Bildirisi’ni” okuyunca biraz ferahlayacak, ama yine de, ‘bizi resmen temsil edenler yönünden” bu kaygı, menfi kanaat ve geleceğe dair derin endişeyi paylaşacaksınız. İşte buyurun:

“KKTC’NİN GELECEĞİ VE

STATÜSÜ SEMPOZYUMU”
KAPANIŞ BİLDİRGESİ
Toprak birliğine, egemenliğe, demokratik bir işleyişe ve kurumları oturmuş (yerleşik) bir siyasi yapılaşmaya sahip ve kendi kaderini belirleme hakkı bulunan bir “Halk” oldukları, en son 2004 Annan Planı’nda uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak bir kez daha tescil edilen Kıbrıslı Türklerin, 15 Kasım 1983 yılında kurdukları “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (BM Anayasası, uluslar arası antlaşmalar ’Londra, Zürich, Garanti’ ve sözleşmeler ile Hukuk-u düvel ‘evrensel hukuk’ gereği, dört başı mamur ve noksanlıktan münezzeh) yasal statüde bir devlettir.
Cumhurbaşkanı Sayın M. A. Talat’ın açılış konuşmasında “Yeminime sadığım, asla teslim olmayacağım” vurgusu ile dile getirdiği “Müzakerelerin hedefi KKTC’yi kurmak değildir. KKTC bir gerçektir” sözleri, tanınma stratejisinin artık seçeneksiz tek gerçek olduğunu göstermektedir.
Bağımsızlıklarını iki kez ilan eden Kosova Arnavutlarının, soğuk savaş sonrasında dünya siyasi konjonktüründe oluşan değişimi kullanarak üçüncü kez ilan ettikleri Cumhuriyetleri, aksi yöndeki bir BM Güvenlik Konseyi kararına rağmen BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin de dâhil olduğu altmış beş ülke tarafından tanınmıştır.
(KKTC’nin uluslar arası camiada tanınması önünde de hiçbir engel yoktur)
KKTC’yi Koruma Derneği’nin düzenlediği;
“KKTC’nin Statüsü” konulu sempozyumun katılımcıları ve sempozyum organize komitesi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığını deklare etmenin ikinci aşaması olan tanınma stratejisinin ertelenmeksizin yürürlüğe sokulması gerektiği kararını almıştır.
(Bu vecibe; Ana Vatan Türkiye Cumhuriyeti ve meşru Türk hükümeti ile özgür iradeye sahip bütün Türk-İslâm ülkeleri için kaçınılmaz bir görev ve mutlak bir vazifedir. İçinde bulunduğumuz dönem itibarıyla Türkiye’nin, geçici de olsa “BM Güvenlik Konseyi üyesi” olması tarihi bir fırsattır.
Bu fırsat çok iyi kullanılmak ve değerlendirilmek zorundadır.)
Bu anlamda, Cumhurbaşkanı Talat ve Rum lider Hristofyas tarafından sürdürülen görüşmelerin tamamlanması sonrasında “KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ” nin tanıtılması ve Birleşmiş Milletlere üye bağımsız bir ülke statüsünde varlığını devam ettirmesi çalışmalarının başlatılmasını hedefleyen “KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’NİN TANITILMASI” dönemine girilmesi, “KKTC’nin STATÜSÜ” sempozyumu’nun “Kapanış Bildirgesi” olarak kararlaştırılmış ve bu fikir birliğinin;
Dünya, Türkiye ve KIBRIS TÜRK HALKI’NA duyurulması kararı alınmıştır.”
İşte mesele budur.
Hayırlı olsun.
“EBED-MÜDDET” Başarılar diliyor;
Bildiriye bütün kalbimizle katılıyor,
Ve “KKTC’Nİ KORUMA DERNEĞİ” Sayın Başkan ve üyeleri ile Sempozyuma katılarak “bu istikamette karar ve kanaat beyan eden” değerli kanaat önderlerimizi yürekten kutluyorum.
KURUMSAL GASP VE KUL HAKKI
Mustafa Nevruz SINACI
Türkiye Cumhuriyeti, tarihi boyunca hiç görülmemiş uygulamalarla sarsılmakta!..
Katmerli vergiler, haraç mesabesinde harçlar ve hukuk dışı KDV+ÖTV vurgunu, .
Kaynağında vergilendirilmiş kazançtan, müteakip temlik-edinim, alım ve tasarruflarda “tekrar-tekrar” ve defalarca vergi almak. Bu suretle vatandaşa zulmetmek, alenen ve resen haksızlık ve yolsuzluk suçunu hükümet olarak fiilen işlemek… Kamu kurum ve kuruşları, ile bağlı iştirak, işletme ve “her ne kadar özel teşebbüs olsalar bile” resmen devletle ilişkili teşebbüslerde, ayniyle vaki usul, esas, tarh-tahsil ve uygulamalara engel olmamak!...
Bilâkis, hiçbir hukuki, anayasal, evrensel ve insani gerekçesi, her hangi bir gerçekçi, akılcı, makul-mantıklı dayanağı olmayan bu antidemokratik edinim, uygulama, haksız tahsilât ve tasarrufları “kanun” çıkartmak suretiyle korumak, kalıcı kılmak ve sözde yasallaştırmak!..
KAMU ADINA HAKSIZ EDİNİM VE CÜRÜM
Kamu finansmanı amacıyla halktan “çok ağır” vergi tarh, takip ve tahsilâtına rağmen; Hukuk-ahlâk, mantık-mantalite olarak “% 100 kamu hizmetin mütemmim (tamamlayıcı-bütünleyici) unsurlarından; bedel, ücret, aidat, bağış, fon, katkı payı, özel idare hissesi, salma, harç-haraç, sabit ücret, seyyar ücret, döner sermaye gibi, rızaya aykırı ve mesnetten yoksun, spekülâtif “cebri tahsilâtlar yapılması” insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka aykırıdır.
Üstüne üstlük; Devlette istatistik işleri, sabit ücretliye zam kriterleri, eşit işe, eşit ücret, müktesep hakkın korunması gibi, adaletsizlik ve eşitsizliğin derin uçurumlar yaratığı “temel insan haklarına” aymazca ve pervasızca riayetsizlik had safhadadır.
En vahim olan tasarruf, alçakça, acımasızca ve zalimane hak gasp’ı ise:
Elektrik (aydınlanma), Su, Doğalgaz (ısınma), Benzin-Mazot (üretim-ulaşım), Telefon (haberleşme), Konut-Kira (barınma), Eğitim ve Gıda (beslenme) gibi; En başta YAŞAM’ın, sonra da sanayi, tarım, ticaret-ziraat, zanâat-iktisat ve sair bütün toplumsal sürecin TEMEL GİRDİLERİ, hayati unsurları ve vazgeçilmezleri olan mal ve hizmetlerde;
Haksız vergi (KDV-ÖTV), fahiş kâr uygulamaları!...
Artı: Vatandaş aleyhine “maliyet arttırıcı” edinim-iktisap ve tasarruflar!..
Araya özel şirket ve ortaklıklar konulması gibi aleni ihanet ve hainlikler…
Başvuru, sınav, kayıt, talep, takip, tahsis ücretleri..,
Bu, her köşeye bir Deli Dumrul dikmek ve köşe başlarını haramilerle tutmaktır!..
Ve nihayet:
Maliyetine arzı zorunlu kamu hizmetinden kâr gözetmek suretiyle; “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” zihniyetini güdenler ile “vatandaş koyun, devlet dediğin bir oyun, geleni soyun, gideni soyun” anlayışını, kendilerine şiar edine hırs, ihtiras ve kapris ehli kene, domuz taifesini tatmin vasıtasına dönüştürmektir.. Ki, bu ağır bir küfür ve insanlık suçudur…
BÖYLE BAŞLAMIŞTI!..
1970’lerde Süleyman Demirel “Finansman Kanunları” namıyla adı ilk kez duyulan akıl, mantık, ahlâk ve hukuk dışı vergiler, yasa zoruyla gasp ve cebri harç kanunları için harekete geçtiği zaman, yer yerinden oynamış ve kıyametler kopmuştu. AP depremler yaşadı. 72’ler harekâtı patladı, 41’lerle büyük sarsıntılar yaşandı. AP bölündü ve mâkus talih sürecine girdi. DP kuruldu. Merkez parçalandı. İktisadi deprem, siyasi krizlerle derinleşti, depreşti ve şimdilerde iyiden iyiye kronikleşti.
Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti öyle bir hale geldi ki;
- Hak, adalet ve hukuk anlamını, mutlak etki ve belirleyici gücünü yitirdi.
- Elli yıldır hükümetlerin hâkimiyet (adaletle yönetim) ilkesi eridi ve yok oldu.
- Ülkemiz dâhili ve harici bedhahlar tarafından; Resmi-gayri resmi, açık-gizli/örtülü;
İktisadi, siyasi, sağlık, sosyal, kültürel.., Hasılı her yol ve yöntemle soyuluyor, sömürülüyor, vakıa soygun ve vurgun günden güne büyüyor. Dahası ülkemizin değerleri, eserleri ve son yıllarda her türden hayvanları kaçırılıyor. En az insanlarımız, sevgili ve değerli halkımız kadar, Allah’ın bir lütuf ve emaneti olan hayvanlarımızda baskı, tehdit, zülüm, işkence ve tehlikeye maruz bulunmaktadır!..
“Ülkemizden CONI ler, KONI ler eliyle yurt dışına, Kedi’ler, Köpek’ler ve her türden çeşit, çeşit hayvanlarımız kaçırılıyor. İşin garibi dernekler ‘ülkemizin kedi-kopek ve hayvanlarını kurtarın’ diye bunların ülkelerine yalvarmakta; bu katil Coniler ve Koniler ise ülkemizi “BARBAR MILLET” ve “PIÇ’LER” diye ifade edecek kadar alçalmakta ve yurt dışında en iğrenç biçim ve iftiralarla ülkemizin protestolara maruz kalmasına neden olmaktadırlar. Hükümetin çıkarttığı Hayvanları Koruma Yasası ve mevzuatı işlememektedir. Yönetimler ve yöneticiler şu anda, değil öz yurttaşlarını, ülkenin hayvanlarını bile korumaktan acizdir. Hatta bunlardan bazıları hayvanlarımızı dışarıya peşkeş çeken kaçakçılarla birlikte olmakta ve onlarla düşünce ve eylem birliği içinde müşterek çalışabilmektedir.” (H.Ş,, Hayvan Hakları Savunucusu)
"UMUT TACİRLİĞİNİN KAMU ELİYLE UTANÇ VERİCİ TEZAHÜRÜ"
İşte güncel Belge: TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’dan,
“Halk Bankası Krizi Fırsata Çevirdi:
Ülkemiz, son iki yılda 3,5 puan artan işsizlik oranıyla, işsizliğin en hızlı arttığı 54 ülke içinde 11‘inci sırada. Resmi rakamlarla % 13.4 olan işsizlik oranı, iş bulma umudunu yitirdiği için iş aramayanlar da hesaba katılınca yüzde 20‘lere ulaşmakta. Odamız araştırmalarına göre son 2 yılda her 4 mühendisten biri işini kaybetmiştir. Yaşadığımız işsizlik gerçeği bu derece yakıcı iken bir kamu bankası olan Halk Bankasının 2500 kişi için açtığı sınavda kişi başına 50 TL alması, ülkemizde insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayan umut tacirliğinin kamuya kadar sıçramış, son derece düşündürücü bir tezahürüdür. Halk Bankasının işsizlerin iş umudundan ticari kazanç sağlamaya dönük uygulaması insan hakları ve onuru açısından kabul edilemez..

Banka’nın 21 Kasım 2009 günü Türkiye’nin 17 il ve bölgesinde yapacağını duyurduğu sınavda “masraf” adıyla kişi başına 50 TL tahsil etmesi, bu parayı yatırmayı sınava giriş ön koşulu olarak belirlemesi ve her sınavdan 50 TL alması ülkemizde "sosyal devlet anlayışının", vatandaş-kamu ilişkisinin, insan hak, özgürlük ve onurunun ne denli ayaklar altına alınmış olduğunun son canlı örneğini teşkil etmektedir.
Anayasanın 49. maddesinde de belirtildiği gibi çalışmak herkesin hakkı ve ödevidir.
Ülkemizde bu hakkını kullanamayan ve talep edemeyen 5 milyona yakın işsiz yaşamaktadır. Bunlara işsizlik sigortası uygulaması son derece sınırlı sürede ve asgari ücret seviyesinde yapılırken, işsiz insana iş sağlama sorumluluğunu taşıyan bir devlet kurumu, istihdam yaratırken oluştuğunu iddia ettiği maliyeti işsizlere yüklemeye çalışmaktadır.
Kaldı ki; bu bir istihdam sınavıdır. Kendi kurumsallığını devam ettirmek için eleman seçen bir kurum ortaya çıkan tüm sınav maliyetini yüklenmek zorundadır. Oysa Halk Bankası 2500 kişilik kadro için binlerce başvuru almış ve işsizlerden topladığı 50 TL‘lerle (basına yansıyan bilgiye) göre 18 Kasım itibarıyla 17 milyon TL‘lik bir fon oluşturmuştur. Diğer yandan; kamu kurumu olan Banka bu sınavda KPSS sonuçlarından yararlanmamaktadır. İşsiz insanlarımız her yıl KPSS sınavlarına girerek istenen harç ve masrafları yapmalarına karşın neden KPSS sonuçlarından yararlanma yoluna gidilmemektedir? Bu tutumuyla kamunun, işsiz, aç insanların son paralarını alarak, onları doldurduğu gemilerde deniz ortasında terk eden, insanlık suçu işleyen umut tacirlerinden bir farkı var mıdır?
İşsizliğin kıskacında, borçlarıyla, açlıkla ve umutsuzlukla boğuşan genç insanlarımıza bu onur kırıcı muameleyi reva gören bir devlet anlayışı olabilir mi? Ayrıca aynı yeteneklere sahip ancak bu sınava verecek 50 lirası olmayan bir gençle, parası olan gencin eşit koşullarda yarışamadığı bir ortamda kamu adaleti ne kadar sağlanmış demektir? Birçok üyemizin de başvurduğu ve bu uygulama karşısında tepkilerini meslek odalarına ilettikleri bu uygulamanın hemen durdurulmasını, toplanan paraların ivedilikle iadesini ve böylesi bir durumun bir daha yaşanmamasını istiyor, gereği için tüm yetkililere ve kamuoyuna duyuruyoruz.”

19 Kasım 2009 Perşembe

TÜRK’ÜM, DOĞRUYUM!...
Mustafa Nevruz SINACI
Ulu’l-emr (yönetim-hükümet) tarafından “milli birlik ve kardeşlik projesi” biçiminde açıklanıp-tanımlanan ve asıl adı “demokratik açılımlar” olan eylem plânının en başında “Kürt açılımı” yer almaktadır.
Bunu; Irak, Ermeni, Rum-Yunan, Kıbrıs, İsrail, AB gibi evrensel; Dil, din, demokrasi, hukuk, ahlâk, anayasa, Alevilik vs., mahalli-yerel, sözde bilimsel, ekonomik-sosyal kültürel açılımlar izliyor. İş bu açılımlarda gözlenen tek ve yegâne temel nosyon “orijinal be objektif” olmamaları; Her birinde hâkim unsur mürailik, iki yüzlülük, yapaylık, sanallık ve zorlama!..
Üstelik her açılımın kendine özgü takipçi, iddiacı ve sav’cısı belirli lobiler var.
Bunlar arasında en dikkat çekeni; çok sinsi ve kurnazca ‘milli birlik-kardeşlik teranesi’ ardına sığınıp-saklanarak, esasta Kürt kisvesi ile Ermenicilik yaptığı ayan ‘GDO-AB’ damgalı dönme, devşirme, koza ve kriptolar. Her biri elli yıldır kamuoyunda iyi tanınıyor. Tanınma nedeni ise: Mâ-aile ‘Türk milleti ve devletinin başına atılan” her taşın altından çıkmaları. Tüm kirli ellerin, menfur emellerin ve belaların patentli sahibi olmaları…
EYLEMLERİ KARAKTERLERİNE UYANLAR
Bu güruhun lâğım çukurlarının bile kabulden hayâ edeceği iğrenç sicilleri var.
Kimlik ve kişilikleri karakter kavramına ters; Ahlâken tam bir çöküntü içindeler.
Bilumum rüşvet, iltimas (my bradır işleri) ayırma-kayırma (hamili kart, kardeş-yoldaş meselesi), görevi kötüye kullanma, hırsızlık-yolsuzluk, gasp-irtikap, suiistimal, organize çıkar örgütçülüğü (yol arkadaşlığı), anarşi, terör-tedhiş taşeronculuğu (bu kisve altında uyuşturucu, beyaz kadın ve insan-köle tüccarlığı, kiralık katillik, GDO, tohum, hormon, ilâç, ilâh ve silâh lobiciliği) ve ticari particilik (siyaset simsarlığı) ile din tüccarlığı yapanlar hep bu güruhtandır.
Bunlar, benzerleri, yardım ve yatakçıları Türk halk lügatinde “domuz” olarak nitelenir.
Zira bu gelenekte: ‘devletin malı deniz’, ‘hırsızlar ve yolsuzlar domuz’dur”
Bahusus güruhun en nefret ettiği “şey”: DOĞRULUK ve DÜRÜSTLÜK!…
Bu nedenle 2009 yılı başından itibaren “AND’IMIZ” a fena taktılar.
Merhum Dr. Reşit Galip tarafından yazılan ve Mustafa Kemal Atatürk tarafından uygun görülerek, tasdik ve tasvip edilen ve bütün okullarda okunması emredilen milli AND.
*Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım!..
BİR İHANET VE MENFUR TEŞEBBÜS
Dahili bedhah, dönme, devşirme, koza ve kriptolar öncülüğünde;
'Andımız kaldırılsın’ başvurusu:
“Diyarbakır'da mazlum-der ile bazı kimseler, okullarda her sabah okutulan "Andımız" ın kaldırılması için Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurdu...
Diyarbakır'da insan hakları ve mazlumlar için dayanışma derneği (mazlum-der) ile bazı şahıslar, okullarda her sabah okutulan ‘Andımızın’ kaldırılması için İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurdu. Derneğin bir yönetim kurulu üyesi, 'Türküm' ile başlayan antta yer alan ifadeler Türkiye'nin mozaiğine uymuyor” dedi. (Sabah, 13 Haziran 2009 Cumartesi)
YANDAŞ-YOLDAŞ MUTLULUĞU
Müteakiben hadise, akredite dediğimiz; Türkiye’de yayınlanan ‘yabancı medya’da, buna paralel ‘kartel gazetelerinde’ yer aldı. Nesebi bozuklara “mevzii” olsun diye kasten tahsis edilen köşelerden vaveyla yükselmekte gecikmedi. “Evet, evet, ne demek Türk’üm, doğruyum, çalışkanım… Ardından dağa taşa yazılan, Kürt’ün gözünün içine sokulurcasına “Ne Mutlu Türk’üm diyene” demek de çok yanlış!.. Bir üniter devlette olmaz böyle şey, antidemokratik bunlar, hem de şoven, açılımların özüne, ruhuna, amacına aykırı bunlar!..
Sonra ‘hiç umulmadık ve beklenmedik bir biçimde” MİLLİ eğitim bakanı: “Konu elbette tartışılabilir” dedi. Ne yazık, ne ayıp ve ne büyük bir talihsizlik bu!... Haklı ve doğru tepki gösterenlerin sesi-soluğu boğuldu. Yazılmadı, yazdırılmadı. Ekranlar vatanseverlerin ve milli devlet yanlılarının yüzüne kapandı. İhanet şebekeleriyse aylarca gündemden düşmediler.
NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE
Bir kere, “Ne mutlu Türk’üm diyene” vecizesi orijinal değil, soyutlama, aslı şöyle:
“TÜRK Demek: Türk’çe düşünmek, Türk’çe konuşmak ve Türk’çe yaşamaktır. Ne Mutlu Türk’üm Diyene” Sözün özü ve aslı bu. (Bak: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu / MNS)
Vecizenin aslına ve orijinaline 1960 sonrası hiçbir yayında rastlayamazsınız.
Atatürk’ün 1924 (1928) Anayasası ile eser, hizmet ve inkılâpları da perdelenmiş; DP tarafından, 1938-1950 fetret devrinden sonra tekrar canlandırılan ve hayata geçirilen “Milli Rejim Kemalizm” , gizlenen, hafızalardan, hayattan ve tarihten silinmeye, inat, ısrar ve özenle unutturulmaya çalışılan bir rejim haline gelmiştir. AĞA BABALARINDAN ÖRNEK
İşte size menfaatleri uğruna 'analarını bile satarlar' denilen, de’Facto haymatlos ve fiili primitiflerin hayran olduğu, 72 buçuk milletin yaşadığı, kamusal alanda İngilizceden başka bir dil kullanmanın yasak olduğu ABD’de her sabah “ilk, orta ve liselerde” söylenen AND:...
"I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all"
Yani: “ABD'nin Bayrağına ve o bayrağın simgelediği Cumhuriyete sadakat için AND içiyorum. Herkes için özgürlük ve adaletle, Allah'ın gözetiminde, bölünmez – tek vatan"
ABD kaç yaşında? 233; Osmanlı: 624, ya TC: 86, ayıp, ayıp, utanın biraz!..
NE TÜRK VE NE DE DOĞRU-DÜRÜST
Yukarda verdiğim örnekte açıkça görüleceği üzere; Neseben ve asaleten Türk, bilhassa Müslüman Türk’lerde “insan’a ve insanlığa aykırı” bir eylem, cürüm, teşebbüs ve yüzkarası suç temayülü yoktur. Çünkü, genelde zekâ düzeyi çok düşük primitif varlıklar, kripto-koza, dönme-devşirme, mason-misyoner ile Sırp-Rum-Yunan, Ermeni ve kompleks içinde kıvranan Bulgar halkları gibi kronik Türk-İslâm düşmanlarında çokça ve sıkça görülen bir hastalık bu.
Dolayısıyla “dâhili bedhah” (iç düşman) dediğimiz uzantılarının huyudur kötülük.
Sosyolojik bir vakıa, ama gerçek!...
Örneğin: Genelevlerde hiç (nesepte saf ve asil) Türk kadını yoktur.
Ülkemizi Gümrük Birliği tuzağına atmada acele ve öncülük edenler dönmedir.
NEDEN? ÖNCELİKLE 301 VE CMUK!...
Bunu bir düşünün!..
Neden AB en çok CMUK üzerinde durdu?
Niçin Türkiye, en ağır ve amansız dayatmalara CMUK nedeniyle maruz kaldı.
Hatta bu uğurda ağır cürümler ve cinayetler işlendi?
Ve nihayet: Ölüm cezası niçin kaldırıldı bir düşünün!..
Tabii bu bağlamda “AB yanlısı olmanın” ne anlama geldiğini de…
Türk insanının anlamakta çok güçlük çektiği bir meseleyi daha düşünün lütfen.
Milliyetçi (nasyonal) bir parti (MHP) nasıl AB yanlısı (enternasyonal) olabilir?
Ya millet enayi yerine konulup, fena halde kandırılmakta ya da “amansız” bir oyun oynanmaktadır!....Ne dersiniz? = Türk; Öğün, çalış, güven!... ***/*****
İT ÜRÜR,
KERVAN YÜRÜR
Mustafa Nevruz SINACI
Önce “ATA” sözünü iyice araştırdım. Bulgular şöyle:
1. Kökeni Kumuk Türklerine kadar dayanan, orijinali "İt haplar, kervan geçer" olan çok güzel bir Türk atasözüdür. İlk kez 1600’lerin başlarında Muhammed Şeybâni Han'ın Divan adlı eserinde yer almıştır. "ne kadar hır gür çıkarmaya, engel olmaya çalışsalar da cürümleri yetmez, bu isler olacaktır" anlamına gelir. (İnternet: zamane sözlük)
Burada ‘it’; yasa, usul, ahlâk ve kural dışı, gelenek ve düzen karşıtı suç odaklarını; Kervan: Meşru ve hukuki, kurumsal düzeni, yani “devlet” i simgeler.
2. 2007 Eskişehir mitinginde RTE muhalefeti eleştirirken: “Onlar çok konuşuyor ama biz çok iş yapıyoruz, içiniz rahat olsun, kervan yürür, kervan yürür!..” diyerek muhalefete meşru yoldan hakaret etmiş ve kalabalığın bilinçaltına "içinizden biriyim" mesajını vererek seçmenine seçmen katmıştı. (İnternet: İTÜ sözlük)
Örnek analiz edildiğinde; Alın teri, el emeği-göz nuru ve bilek gücüyle çalışarak helâl kazanan, vergisini veren, namuslu-dürüst, ilkeli, onurlu ve sorumlu hayat süren “iyi insan ve iyi vatandaşlar” kervan ehlini; Yalan-talan, soygun-vurgun, polemik ve demagoji takımı ise iti, yani güruhu temsil etmektedir. 2008 -2009 küresel ekonomik krizi çıkaranlar da bunlardır.
Şimdi atasözünü ‘din, iman-itikat, hak ve hakikat’ miyarına (ölçeğine) vuralım.
Ortaya çıkan fotoğraf şu: Ana ve evrensel yasalara özenle uyan, adalet ahlâkı ve hukuk bağlamında meşruiyet kespeden, kul hakkı ve haramdan şiddetle, mutlaka kaçınan “Namuslu, Dürüst ve Demokrat” kesim “hak yolunda yürüyen” kervan; Başta kene, sülük, vampir, bit-pire ve domuz misal (yasa ve ahlâk dışı) mazarrat “it” güruhundandır.
Şimdi bir örnek daha…
3. Gerçek yaşama bakıldığında dünyanın en güzel atasözü. Bakarsınız mahalle, sokak, hatta apartmanınızda bazı tipler vardır. Siz kendi başınıza yaşamak istersiniz, sevdiklerinizle parkta, bahçede gezer oynarsınız.. Derken bunlar türer gelir, onların farkına bile varamazsınız. Size taş atarlar, lâf atarlar. Adam sanıp siz de taş atarsanız, attığınız taşa yazıktır. Atmazsanız durmazlar. Durmadan bulaşırlar yağlı kara gibi. Gene taş atar. it gibi ürür dururlar. Yapılması en doğru hareket kervanı devam ettirip melâneti yok saymaktır. İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Bu itleri yok saydın mı bu sefer, it sürüsünü toplar ve dalaşmaya başlarlar.
Bozacının şahidi şıracı hesabı birbirlerinin yalakalığını yaparak, sürü sepet saldırırlar. Ha, akıllı insan ne yapar?.Bunları kaale almaz. Bırakır havlayan havlasın… Eh, itin ağzı torba değil ki büzesin. Eğer illa havlayacaksa susturamazsın. Lâf yetiştirmek adına öğrenmemişsin ki, bu saatten sonra it' çe öğrenecek değilsin! Sen kendi yoluna devam eder gidersin. Doğrusu kervanın selameti için, “İte dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmak” evlâdır. (İnternet: Eksi Sözlük)
YA DEVLET BAŞA,
YA KUZGUN LEŞE
Yukarda açıklanan ve örneklenen atasözümüzle adeta birebir ötüşen, onu tamamlayan ve bütünleyen bir atasözümüz daha var: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”
Anlamına gelince;
1. Büyük bir zafer için her tehlikenin, hatta ölümün göze alındığını belirtir, sonunda büyük bir başarıya ulaşmak için yok olma tehlikesi bile göze alınır. (Viki sözlük)
2. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe' demişler. Devlet başa geçmezse leş kargaları ortaya çıkar...devlet milletimizin güvenliğini ülke asayişini sağlamak zorundadır..yaklaşık 5 yıldır asayiş ve güvenlik önemsenmemekte ve kap, kaç-kurtul anlayışı hakim olmuştur..Ayrıca, devletin başına 'Devlet' gelmez ise, ya 'Devlet' başa ya kuzgun leşe.. (antoloji Com)
KERVAN, “ADALET” VE “MEDENİ SİYASET’İ” SİMGELER
Hukuk hikmetle (iyilik, insanlık, hakkaniyet), kervan meşruiyet ve adaletle kaimdir
Başta Türk’ler olmakla, vahiy kaynaklı dindar yahut lâik; hak ve lâyıkıyla “hüküm-hikmet” üzere devlet, millet ve yönetimlerde “medeni siyasette” gelenek ve gerçek budur.
Devlet, adalet ve faziletle (hükmeden yönetim) baştadır, iktidardır;
Kuzgun (soyguncu-vurguncu, bozguncu) it’ler ve kuduz köpekler leş’tedir.
İt (kötüler, harici ve dâhili bedhahlar) ulur, kervan (devlet) onur ve erdemle yürür.
Ürüyenlerin, kervana yürüyenler arasından taraftar, yandaş ve yoldaş bulması büyük bir felâket; kervan Türkiye devlet’tir;.icrayı kullanan hükümet; Her konuda ve mutlaka adaletli, itlere karşı daima tedbirli, temkini-mukavim ve teyakkuz halinde olmaya mecburdur.
EBED-MÜDDET DEVLET:
Amerika da çocuklar her sabah AND içiyorlar. Anaokulundan Lise sona kadar tüm öğrenciler sabahları ders öncesinde, ayağa kalkarak hazır ol’da şu yemini ederler:
“I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all;
Amerika Birleşik Devletleri'nin bayrağına ve o bayrağın simgelediği Cumhuriyete bağlılık ve sadakat için AND içiyorum. Allah’ın gözetiminde herkes için adalet ve özgürlük. Bölünmez, tek vatan Amerika" 233 yıldır bunu yapmaktadır. Anayasalarının nihai hükmü de: “Ya, Amerika’yı seveceksin ya da defolup gideceksin”
Halbuki “TÜRKÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM” biçimindeki andımızın yanlış ve aykırı olduğunu tartışacak kadar alçaklaşır, köpekleşir, bir güruh olur, ama “it ulur, kervan yürür”. Devlete ve halka silâha çekmedikçe, polise taş atmadıkça, hırsızlık-yolsuzluk, anarşi, terör-tedhiş yapmadıkça “itin ürüme hakkı” vardır. Bu “hayvan hakları ve demokrasinin” doğal gereğidir. Devlet, hayvan haklarına ilişkin mevzuat ikame ederek bunların da hakkını korur. Ama güruhun “insan hakları” dernekleri oluşturarak ağır istismarları yanlıştır.
Bunu AB veya ABD’nin it’leri yapabiliyor mu? Asla ve kesinlikle hayır!.
Üstelik dünyada ne kadar ırk, din, dil ve inanç unsuru varsa ABD’de hepsi var.
AB ülkelerinde de durum Amerika’dan farklı değil. Sokaklar bin türlü ırkla dolu.
ABD VE AB’DE BAŞKA NE VAR?
Meselâ ABD’de gerçek anlamda demokrasi, hukuk ve bütün kurum ve kuruluşlarıyla (kendi vatandaşları için) adalet vardır. Kimse polise taş atamaz, itiraz edemez, el aldıramaz, ABD Kızılderili, İNKA veya AZTEK katliamı yaptı diyemez. Suç işlemek, vergi kaçırmak, yolsuzluk ve suiistimal ‘devlet hariç’ herkse yasaktır. Devlet ise kendi ülkesinde suç işlemez, ülke dışında bütün Amerikalılara suç işlemek serbesttir. İçerde idam cezası ve adalet vardır. Polis iyi çalışır. Hukuk işler.
OYSA AB’de ölüm cezası yoktur. Başta Türkler olmak üzere bütün yabancıları yakarak, işkenceyle veya hapiste öldürmek serbesttir. Yabancıların birbirlerini öldürmelerine, sömürmelerine ve işkence etmelerine de karışmazlar. Yeter ki, asli unsura halel gelmesin..
Batıda, ABD’de olduğu gibi demokrasi de yoktur. Türkiye’ye nazaran bir tane bile lâik devlet yoktur. Örneğin bütün Avrupa da “milli dil” dışında, parklar ve bahçeler dâhil asla başka bir dil konuşulamaz. Avrupa’ya gidecekler önce dil kursuna gitmek zorundadırlar.
AMMA LAKİN!... Bize göre Amerika ve AB, aşırı milliyetçi, şoven, dindar ve anti-lâik (gerici, mürteci ve yobaz) olduğundan, dünya nüfusunun üçte ikisini sömürür, milletleri diledikleri gibi böler-ayırır, birleştirir-üleştir, insanlar ve halkların kaderleriyle diledikleri gibi oyun oynarlar. AB konseyi insan hakları komiseri Alman T. Hammarberg “Ne mutlu Türk’ üm diyene” demeyi ayrımcılık olarak niteler. Buna Türkiye’deki it’ler çok sevinirler!. İşte, Kürt sorunu, Alevi sorunu ve dersim isyanını bastırma yerine “katliam” diyenler bunlardandır.
NİÇİN?.. İliklerine kadar sömürdükleri, kaderleriyle oynadıkları, böldükleri ve parça-parça ettikleri devletlerde hak, adalet ve hukuk olmadığı için. Tıpkı Lord Curzon’un Lozan da İsmet’e dediği gibi, şimdi kuduz it’ler ürümekte, kuzgun leşe çullanmakta, kervan acizlik ve şaşkınlık içinde bocalamaktadır. Oysa Türk devlet-millet geleneği: Kul hakkı, adalet ahlâkı, fazilet derecesinde Cumhuriyet ve tam demokrasi; Sorun bunların tebahur etmiş olmasıdır.
Bu gelenek 27 Mayıs isyanıyla çökertilmiş; Yürürlükten kaldırılan Atatürk anayasası ile Milli devlet ve milli siyaset çökertilmiştir. İmar-inşa, “Temiz Eller” ile mümkündür. .. /*
KUVVETLER AYRILIĞI
İLKESİ HAKKINDA
Mustafa Nevruz SINACI
Son yedi yıl içinde bazı sözde siyasi ‘tür’lerin kuvvetler ayrılığı ilkesinden hiç bir şey anlamadıkları veyahut iktidar oldukları halde “diledikleri her şeyi, istedikleri biçimde” nasıl olup da yapamadıklarını bir türlü anlayamadıklarına, hayret ve dehşetle şahit olduk.
Böyleleri daha öncede vardı.
Hani şu ‘Güneş Motel’de alınıp-satılanlar, parti sahibinin zatına milyarlar, partisine milyonlar bağışlayıp ‘parlâmenter” veya “politikACI” olanlar!..
Zaten 1960’dan beri ülkede MİLLET-Vekili yok. Olanların kahir ekseriyeti, kendi deyimleriyle (Atatürk ve Menderes’i tenzih ederek ve aflarına sığınarak yazıyorum) lider memurları. Anadolu da söyleniş biçimiyle “parti sahibinin uşakları” .
Kadim hukuk ve “MEDENİ SİYASET” denilen Türk geleneği uyarı; yüz kızartıcı suç işlemiş ‘gişiler’ millete vekil olamazlar. Vekâlet esnasında başta rüşvet, iltimas, görevi kötüye kullanma, evrakta sahtecilik, devlet ve millet işine (ihalelere) fesat karıştırma ile bu nevi “alt varlıklarla” iştigal ve işbirliği, kesin bir tart (yerinden söküp atma) nedeni olmuş ve bu hususta (Atatürk ve Menderes dönemleri dâhil) asla müsamaha olunmamıştır.
Şimdi etkili ve yetkili olanlar ile kendilerini ‘Millet tarafından seçilmiş’ vekil sananlar, usul-edep ve ahlâk dışı bir deyimle bakış açısı, anlayış ve kavrayışlarını açıklayıverıyorlar:
“BİZİ IRGALAMAZ, HÜKMEDEN GÜÇ BİZİZ”
Kuvvetler ayrılığı da ne demek oluyor? Diye devam ediyor cümleleri!...
Açılım tartışmaları ile başlayıp tele-kulak skandalları ile alevlenen, üstüne üstlük, sıkça “yeni anayasa-sivil anayasa”, kanunlara ilişmeyen Anayasa Mahkemesi, “kuvvetler ayrılığı” adı ve ilkesi altında doğrudan yürütme erk’i emrinde yargı ve yasama talepleriyle yoğunlaşan gerilim ortamında “sağduyu” dile geldi:
ABDURRAHMAN YALÇINKAYA’NIN AÇIKLAMASI
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, siyasi kişilerin, ''yargı organlarının açıklamalarından rahatsız oldukları'' yönündeki beyanlarının, kuvvetler ayrılığı ilkesinin göz ardı edilmesine yönelik beyanlar olduğunu belirterek, ''Siyasi çevrelerin politik çıkarlara dayalı beyanları, Anayasa'da yazılı güçler ayrılığı ilkesine aykırıdır'' dedi.
''Yargıya güven ve saygı sürekli ise erdemliliktir. Siyasi kişilerin, yargı organlarının açıklamalarından rahatsız oldukları yönündeki beyanları, devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı bir medeni iş birliği ve iş bölümü olan, devlet organları arasında üstünlük anlamına gelmeyen, kuvvetler ayrılığı ilkesini göz ardı eden ve siyasi gücün her şeyin üstünde olduğu imajını veren beyanlardır.
Hukuk devletinin gerçekleşmesini, demokratik kuralların yerleşmesini sağlayan yüksek yargı organlarına yönelik, siyasi çevrelerin politik çıkarlara dayalı bu beyanları, Anayasa'da yazılı güçler ayrılığı ilkesine aykırıdır.''
YCBS Abdurrahman Yalçınkaya, “hukuk devletinin, siyasal iktidarın ve idarenin gücünün hukuk kuralları ile sınırlandırıldığı, kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı, kişi güvenliğinin sağlandığı bir devlet modeli olduğunu anımsatarak, ceza yargılamasına ilişkin kuralların usul kuralları olmakla birlikte kişilerin temel hak ve özgürlükleri ile yakından ilgili olduğunu söyledi.
ATEİZM VE DİN TÜCCARLARI
Görünürde, olup-bitenler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni taciz ve huzursuz etmeyi görev sayan bilumum dönme, devşirme, koza, kripto ve sabataistler ile Türk Ateizm tüccarları ve tüccar dinciler arasında cereyan eden bir RANT ve İKTİDAR kavgası. Bütün tarafların dayanağı ve güç kaynağı AB ve ABD olduğu için de bu mücadele çok çirkin geçmektedir.
AKLISELİM VE SAĞDUYU SAHİPLERİ
Bu tartışma gerilim ve gergin geçen “RADİKAL” müzakere sürecinde “akil insanlar” aklıselim ve sağduyu sahipleri şöyle düşünüyor. Öncelikle, mutlaka: “parlamenterlerin kürsü masumiyeti hariç tüm ayrıcalık, imtiyaz ve dokunulmazlıklar, memurin muhakemat kanunu dâhil mutlaka ve derhal kaldırılmasını, acil hale gelen “seçimlerin temel hükümleri” ve “siyasi partiler” kanunlarının “akıl, adalet, mantık ve kamu vicdanı” esas alınarak değiştirilmesini dile getiriliyor. Bu kesimin “olmazsa olmaz” tarzında üzerinde durduğu konu şu:
Türkiye de bir “HESAPLAŞMA ve YÜZLEŞME” zorunlu hale gelmiştir!..
Fakat bu cenahı dinleyen de yok, yazıp-söylediklerine aldıran da...
YASALARIN DEĞİL KAFALARIN DEĞİŞMESİ LAZIM!....
Şimdi biraz gerilere, bir-kaç yıl öncesine doğru gidelim ve “yasaların değil/kafaların” değişmesi gereğine dair, söz, söylem, yorum ve yayınlara bakalım.
Daha bir yıl önce ülkede en çok tartışılan konu; Erkler, yani kuvvetler ayrılığı prensibi idi. Daha o zaman güçler savaşı başlamamıştı.
Bu önemde Türkiye’de müthiş bir duyarsızlık, sorumsuzluk, kaygısızlık ve daha da vahimi; Muhtemelen kasıtlı ve art niyetli bir entelektüel cehalet; Yahut şuur-bilinç kaybı veya bazı dahili bedhahlar ile bunların doğal uzantıları olan dış güçler güdümünde bir “körler ve sağırlar birbirini ağırlar” diyalogu yaşandı.
BİRİLERİ ŞÖYLE DİYORDU:
“Türbana ret çıkmasaydı üniversiteler okunmaz hale gelirdi. Bir hakem lazımdı, mahkeme o görevi üstlendi. 1960'ta meclis bizi halk seçti, ne istersek yaparız diyordu. Şimdiki gibi Anayasa Mahkemesi olsaydı, ihtilal olmadan halledilirdi...1960 İhtilali böyle bir imkân olmadığı için geldi. O zaman da Meclis, ‘Bizi millet seçti. Ne istersek yaparız’ anlayışındaydı..Yanlış hesap Bağdat’tan döner. Bu, kapatmadan çok daha önemli bir karar. Kapatırsın yeni parti kurulur ama bu, çok uzun vadeli tarihi bir karardır.. Türkiye bir hukuk devleti. Herkes bunu kabullenmeli. Bu karar olmasaydı üniversitelerde okunmaz hale gelinirdi. Hukuk söylüyor. Herkes kabullenecek. Bir hakem lazımdı. Mahkeme bu görevi üstlendi. Medeni tavır, hukukun verdiği bu karara saygı gerektirir. Anayasa Mahkemesi ne o tarafın ne bu tarafın; devletin. Onun dediğine herkes uyacak. Ne kadar ağır olursa olsun zorluklar aşılır. Demokratik sabır istiyor. Yalnız meşru zeminde kalmak şartıyla”
Yukarıdaki sözler, öyle sıradan bir insana ait değil. Bu sözlerin sahibi, bu ülkenin son elli-altmış yılında şu veya bu şekilde imzası bulunan 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e aittir. O Demirel ki; Türkiye’nin çok partili döneme geçtiği ve pek çok yazar tarafından “Beyaz İhtilal” diye anılan Demokrat Parti’nin iktidara gelişinden beri hedefte bir yerlerde olan adamdır. 1950’deki Beyaz İhtilali saymazsak, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan olmak üzere toplam 5 ihtilalin veya post-modern müdahalenin bazen tam ortasında, bazen de biraz kenarında kalmış bir adamdır. Kendi tabiriyle 7 kere gidip, 8 kere gelmiştir. İslam Köy’deki Demokrasi Müzesi’ndeki fötr şapka şeklindeki kubbeler böyle diyor çünkü...
(S. Demirel, yukarıdaki sözleri 07.06.2008 Akşam gazetesi Ankara temsilcisi İsmail Küçükkaya’ya vermiş olduğu mülakatta dile getirmiştir.) (1).
BÖYLE YORUMLAR YAPILDI:
“Sayın Demirel’in bazı sözleri elbette abartılıdır. Ancak özünde ve genelde haklıdır bu sözler. Bir siyasi birikimin ve tecrübenin eseri olduğu kesindir. Dolayısıyla dikkate alınacak türden sözlerdir bunlar. Özellikle “Türbana ret çıkmasaydı üniversiteler okunmaz hale geldi” şeklindeki sözleri, elbette çok abartılı ve maksadını aşan sözlerdir. Yakın geçmişte başbakanla girmiş olduğu polemik sırasında türbanlı öğrenciler için söylediği “O zaman Arabistan’a gitsinler” şeklindeki sözleri kadar absürttür bu sözleri.
Demirel de kabul eder ki; ortalıkta bir başörtüsü sorunu vardır ve bu sorunu çözecek de yine devlettir. (Çözülmedi) Zira devlet odur ki; vatandaşlarının sorunlarını çözmek için vardır. Başörtüsüne, çarşafa, peçeye, burka’ ya ve Başbakan’ın tabirince diyecek olursak; “velev ki siyasi simgeye yol açmamak için mi izin vermiyorsunuz? O zaman siz henüz devletleşme sürecini tamamlayamamışsınız demektir. Bu konuda kabul edilebilir haddi aşanlar mı çıkacak? O zaman tutar kulağından atarsınız kampüs dışına! Zira siz devletsiniz” */**
KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ HAKKINDA (2)
Mustafa Nevruz SINACI
1924 (28) anayasa döneminde problem yoktu
“Bu bağlamda, bazı istisnalar hariç genel yapı ve kurulum bağlamında mükemmel bir Anayasa (1981) göz ardı edilmekte, kanunlar hukuk kavramının dışında cebri yaptırım gücü olarak algılanmakta ve bu mantıkla uygulanmaktadır.
Bundan daha iyisi ve en iyisi 1924 (1928) Anayasası idi.. (02-17 Kasım arası yazılı ve görsel medyada en çok telâffuz edilen konu) Süreçte rezaletin kamuflajı uğruna objektif bilim, adalet ahlâkı, bağımsız ve tarafsız hukuk, kelimelerin kavgası ve kavram kargaşasına kurban edilmekte topluma “aydın” yakıştırmacası ile lanse edilen köşe başı Donkişotları, yıllardır ülkemizde alenen uygulanan psikolojik savaş taktiklerine muadil hayali hedefler yaratmakta ve düşman adına kılıç salladılar.
Tahribatın hedefi yalnız kutsal insan unsuru, iyi insan ve iyi vatandaş değildi!.
Bilakis; Anayasa, adalet, hukuk, ahlâk, iktisat, eğitim, bilim, kültür ve savunma…
Milli refleksler dâhil, bütün değerlerimiz bir-bir yok edilme tehdidine maruzdu..
ÖNCE ANAYASAYA BİR BAKALIM:
Yasama Yetkisi: “Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” (madde: 7) Yürütme (icra) Yetkisi ve Görevi: “Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” (madde: 8) Yargı Yetkisi: “Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” (madde: 9)
EGEMENLİK: “Kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz. (madde: 6)
EŞİTLİK: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. (10)
ANAYASANIN BAĞLAYICILIĞI VE ÜSTÜNLÜĞÜ:
Anayasa hükümleri, “yasama”, “yürütme” ve “yargı” organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan “TEMEL HUKUK” kurallarıdır. Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz.
OBJEKTİF NORM VE KRİTER:
Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için, onun ihtiyacını görebilmek ve onun kudretini takdirde ehliyet sahibi olmak birinci şarttır. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1927)
BİR DE UYGULAMAYA BAKMAK GEREK!
Şimdi, yaşanan gerçekler ile millet iradesi çerçevesinde yapılması gerekenlere bakınız!
Meselâ: Türkiye Büyük Millet Meclisinde usul, esas ve ahlâka uygun olarak millet tarafından belirlenmiş kaç milletvekili var? Var olanların kaçı millet adına hareket etmekte ve Anayasanın 7. maddesinin amir hükmüne uymuş olarak ‘bütün hak ve yetkilerini’ tefessüh etmiş ‘parti sahibi sultasına’ devretmemiş bulunmaktadır?
Yürütme yetkisi TBMM üzerinde vesayet ihdas etmiş midir? Yoksa etmemiş midir?
Anayasa Mahkemesi ve diğer yüksek yargı (mahkeme) başkanları ile Cumhuriyet Baş Savcıları her vesile ile hukukun bağımsızlığından söz etmektedirler.
PEKİ; Adalet ve hukuk aynı zamanda mutlak eşitlikçi ve “BAĞIMSIZ” değil midir? Yukarda özellikle yazdığım TC’nin kurucusu Atatürk’ün vecizesi ile Anayasanın amir hükümleri doğrultusunda “Yargı-Yasama-Yürütme” sadece ve yalnızca “millet adına” tam bir eşitlik, adalet ahlakı ve hukuk perspektifinde halka hizmet etmek zorunda mıdır?
“Bir Bilen” in tespit, teşhis ve çözüm önertileri; devamla:
“Ancak Süleyman Demirel’in dile getirdiği “...Türkiye bir hukuk devleti. Herkes bunu kabullenmeli... Herkes kabullenecek. Burada bir hakem lazımdı. Mahkeme bu görevi üstlendi. Medeni tavır, hukukun verdiği bu karara saygı gerektirir. Anayasa Mahkemesi ne o tarafın ne bu tarafın; devletin. Onun dediğine herkes uyacak. Ne kadar ağır olursa olsun zorluklar aşılır. Demokratik sabır ister. Yalnız meşru zeminde kalmak şartıyla...” şeklindeki sözlerinin altına ben de imzamı atıyorum. Elbette Türkiye bir hukuk devletidir ve herkes hukukun üstünlüğünü kabul etmek ve hukukun verdiği kararlara uymak zorundadır. Aksi, anarşizm demektir!
Bu bakımdan TBMM Adalet Komisyonu Başkanı AKP’li Ahmet İyimaya gibi adamların, ‘Anayasa Mahkemesinin kararlarını askıya alalım’ şeklindeki önerisini ciddiye bile almamak gerekir. Aksi durumda, kendi elinizle askeri darbeye ve ihtilale davetiye çıkarmış olursunuz. İşte bu noktada hemşehrim Osman Durmuş’u şiddetle alkışlıyorum. Televizyonların dün akşamki haberlerinde gördük, kendisine mikrofonu uzatarak Ahmet İyimaya’nın “Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının gerektiğinde veto edilmesine imkân tanıyacak biçimde düzenleme yapılması” önerisi hakkındaki değerlendirmesini oran muhabirlere kısa ve net cevap verdi çünkü: “Bu maya değişmelidir!”(2).
Değiştirilmesi gereken şeyin, bozulan, kokuşan, özelliğini yitirip işlevini göremez hale gelen, işe yaramayan şey olduğu dikkate alınırsa; Sayın Durmuş’un ne demek istediği kolayca anlaşılabilmektedir. Kırıkkale’nin, AKP’li Milletvekili Vahit Erdem bile partisinin yanlış yaptığını söylüyorsa(3) MHP Kırıkkale Milletvekili Osman Durmuş’a haydi haydiye hak vermek gerekir diye düşünüyorum.
Ayrıca, “Evet, gücünü milletten alan ve tamamı, seçilmişlerden oluşan Meclis, ya 9 üyeyi tutuklatıp yargılatmalı veya cüppeliler darbesine boyun eğip; ‘Meclis'in işlevi kalmadı’ diyerek istifa" etmelidir!.. Meclis'in kapısına kilit vurulmalı, anahtarı da; Yüce 11'ler Meclisi haline gelen Anayasa Mahkemesi'ne teslim edilmelidir!..”(4) diyerek hoyratça davranan, bol keseden yiyip işkembeden sallayan Hasan Karakaya gibi adamlar, tam da babasının oğlu olarak gördüğümüz MHP’li Deniz Bölükbaşı’nın da dediği gibi(5) mutlaka tıbbi gözetim ve psikolojik tedavi altına alınmalıdırlar.
Tabi “Başörtüsünü bir tarafa bırakın, ortaya çıkan bu son durumla demokrasi ve hukuk devleti artık Türkiye’ye Kaf Dağı’nın arkası kadar uzaktadır. Erdoğan’ın ve AKP’nin yapacağı tek bir şey vardır; milletvekilliklerinden istifa etmek ve sine-i millete dönmek.
MHP’nin de yapması gereken budur.
Gerisi laf-ü güzaftır.”(6) diyerek ailesinin başına gelenleri ve babasının 27 Mayıs ihtilaline çanak tutmasını unutmuşa benzeyen Aydın Menderes de öyle.
O Aydın Menderes ki; “Başbakan Erdoğan ve AKP deneyimsizliği, beceriksizliği ve içi boş gururuyla yargının yasama organının elini kolunu sıkıca bağlamak için ellerini ovuşturarak beklediği fırsatı altın bir tepsi içersinde yargıya sunmuştur.” (7) diyerek gerçek suçu ve suçluyu ortaya koyduğu halde, hiç çekinmeden ortamın daha da gerilmesini teklif edebiliyor. Gurur denilen şey, insanların genetik kodlarında olsa gerekir... “
Buraya bir parantez açalım ve önemli hatırlatmalar yapalım:
YOKSA!.. İKTİDAR, MEŞRUİYET VE ADALET
“Gazetemizin dünkü nüshasında yayınlanan “Nedir bu kuvvetler ayrılığı ve ne değildir” başlıklı makalemizde irdelediğimiz kuvvetler ayrılığı 61 Anayasası ile kuvvetler birliği yerine ikame edilmiş olup; Devletin daha sağlıklı, adaletli, vatandaş hakları ve hukuk normlarına uygun bir zeminde yürütümünü esas almıştır. Yani hedef: Meşruiyet ve adalettir.
Oysa Sistemin amaçlanan iyi niyetin ötesinde farklı bir gelişme gösterdiğini, zaman içinde yasal (meşru erk, Anayasal güç) kavramının dışına taştığını ve birbirlerini denetleyen onurlu ve sorumlu kurumlar yerine; İktidarı ve iktidar (devlet) nimetlerini paylaşma ve/veya yekdiğerini yıpratma, ikame etme biçimine iblağ etmeye yöneldiğini göstermiştir. Bu durum yargıda siyasallaşma, kutuplaşma, adalet ve objektif hukuktan uzaklaşma gibi kronik sorunları beraberinde getirmiş; Yasama ve yürütme de ise hızlı bir yozlaşmaya neden olmuştur. */**
KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ HAKKINDA (3)
Mustafa Nevruz SINACI
SONUÇ: Lider (parti sahibi-sulta-vesayet) tasallutunda halktan kopuk, kitle dışı aleni dikta ve despotize siyaset kurumları, iktidarın şahsında AB güdümüne teslimiyet. Dahası talihsiz GB Antlaşması kapsamında hükümranlık hakkından ödün… Şimdiyse sürecin adeta bir parçası biçim kapatma davası. Meselenin özü aynı: Kuvvetler ayrılığı ilkesinin Anayasa, yürürlükteki yasa, adalet ve hukuk sistemi dışına çekilmek suretiyle uğradığı travma.
AHMET İYİMAYA’NIN SÖZLERİ VE ÖNERİSİ
Ahmet İyimaya’nın teklifi, gerçekten de dikkate değer bir teklif değildir. Bu tür öneriler, daha doğrusu bu tür önerilerin hayata geçirilmesi, yeni yeni gerginliklerin doğmasına sebep olur. Kuvvetler Ayrılığı ilkesini, Kuvvetler Çatışması haline getirmekten, sonuçta antidemokratik gelişmelere sahne olmasından başka hiçbir işe yaramaz.
Bununla birlikte TBMM Başkanı Sayın Köksal Toptan tarafından dile getirilen ve başta kendi partisi olmak üzere, tepkiyle karşılanan Cumhuriyet Senatosu fikrini, ben oldukça mantıklı buluyorum. Zira seçkin kişilerden oluşacak böyle bir meclis, çoğu taşra politikacılığından ve delege oyunlarıyla gelen kişiler olan Millet Meclisi’nin yapmış olduğu yasaları bir kez daha inceler ve böylece, belki de Anayasa Mahkemesine fazla iş düşmemiş olur. Böylece Kuvvetler Ayrılığı prensibine işlerlik kazandırılmış ve “Anayasa Mahkemesi siyasi kararlar veriyor, yargı yasamanın görev alanına müdahale ediyor. 11 kişi 550 kişinin çıkarmış olduğu bir yasayı yok hükmünde sayabiliyor” şeklinde yapılan yaygaraların da nispeten önüne geçilmiş olur. Bunun neresi kötüdür? Üstelik bu ikili meclis uygulaması, başta ABD, İtalya ve İngiltere olmak üzere pek çok batı ülkesinde de bulunmaktadır.
YA, MEHMET ALİ BİRAND?..
Mehmet Ali Birand’ın her söylediğine inanmasam da, şu sözlerine az veya çok hak vermiyor değilim:
“...Madalyonun bir de diğer tarafına bakalım. AKP bu ülkeyi yönetecek olan bir parti konumunda kalacağına göre, bugün gerçekleştiremediği türban girişimini veya din motifleri taşıyan diğer politikalarını ilerde yeniden gündeme getiremez mi?
Bugünkü yapıyla bir yere varamayacağını gördüğüne göre, şimdi sil baştan yepyeni bir Anayasa hazırlayıp, onu da referandum aracılığıyla kabul ettirip, istediği her şeyi istediği gibi değiştirecek bir ortam yaratamaz mı ? Bir süre sonra, Anayasa Mahkemesi üyeleri değişecek ve yerlerine farklı düşüncedeki insanlar atanacaktır. Aynı şekilde rektörler de yavaş yavaş değişmeyecek mi? Eğer gerçekten böyle zıtlaşma, zorlama yoluna gidilirse -ben Erdoğan’ın böyle bir eyleme gireceğini sanmıyorum, daha doğrusu düşünmek dahi istemiyorum- işte o zaman felaket tamtamları çalınır ve o zaman son savunma topları devreye girer. Bu defa başka çocuklar harekete geçer.
Bu da Türkiye’nin kaosa girmesi demektir.
Bu olasılıkta ben bir iç savaş dahi öngörüyorum.
Bundan dolayı, çok gecikmeden bir uzlaşı yolu bulunmalı.”(8) (9)
Bir yandan bu tartışmalar yapılır ve yaşanırken, diğer taraftan da AKP hakkında adeta sonucu bilinen-beklenen ve ‘bütün safahatı ile’ bir oyun-senaryo mesabesinde o meşhur dava, “kapatma davası” başladı.
O DÖNEM AÇILAN KAPATMA DAVASI
Hiç kuşkunuz olmasın ve kaygı duyulmasın ki; sanılan ve söylenenin aksine Ak Parti kapanırsa kesinlikle bölünmeyiz. Aksine AKP bölünürken adalet ve hukuk sistemi uygulanıp yerleşeceği için milletçe bütünleşip devleti güçlendirebiliriz. Sürece ilişkin kesite bir bakalım:
AKP, YCBS’nın kapatma istemine karşı hazırladığı savunmasını 30.4.2008’de genel başkanı RTE imzası ile Anayasa mahkemesi Başkanlığına sundu. İncelenirse görülecektir ki; savunma tamamen ‘bu davanın hukuki değil siyasi olduğu’ hususunun ispat edilmesi üzerine kuruludur.
Bir bakıma AKP savunma ile adeta altı yıldan beri yönettiği ülkemizde hukukun siyasallaştığını ispat etmeğe çalışmış, bir başka deyişle hukukun olmadığını ikrar ederek ülkeyi içine düşürdüğü durumu tasvir ederek mezkür savunması ile adeta hukuka “gelin beni kapatın” diye çağrıda bulunmuştur. İşte savunmadan birkaç çarpıcı cümle;
“Hukuk alanında keyfilik, kişisellik ve sübjektiflik, iddianamede görüldüğü üzere gerçeklikten uzaklaşmaya ve hukuk standartlarının örselenmesine yol açmaktadır. Hukuk alanında olguların doğru algılanamaması, çarpık bir okuma sonucu gerçeklerle ilgisi olmayan sonuçlara ulaşılmasının hepimiz için telafisi imkânsız zararlar doğuracağı açıktır.
-Bu iddianame hukuk sisteminin en temel karakteri objektiflik, nesnellik, nedensellik ve rasyonelliğe dayanmamakta; en iyimser yaklaşımla bir algılama sorununun varlığını ortaya koymakta; Partimiz hakkında hazırlanan iddianame, baştan aşağı gerçekleri tersyüz eden, değerleri ve kavramları birbirine karıştıran, dahası koruyor gibi göründüğü ilkelere zarar veren ön yargılı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu iddianamenin gerçekte olup bitenle bir ilgisi bulunmamaktadır.
-Bu dava maalesef ülkemiz ve milletimize ağır ekonomik-siyasi bedeller ödetebilecek bir süreci başlatmıştır. Davayla hukuk sistemimiz zarar görmektedir. Hukukun siyasallaştığı düşüncesi, vatandaşların hukuka karşı güven duygusunu zedelemekte; Demokrasimiz ülkemiz ve milletimiz zarar görmektedir. Siyasi-ekonomik istikrarın tahrip edilmesi ülkenin ve halkın fakirleşmesi demektir. Türkiye’ye onlarca yıl kaybettirmeye kimsenin hakkı olmamalıdır. Davayla Devletimizin bütünlüğü zarar görmektedir” denilmekte.
Ancak sürece rağmen esasa müteallik Anayasa değişikliği, yeni Anayasa, hattâ baskın- erken bir seçim bile telâffuz edilebilmektedir. Bu adeta bir ‘meydan okuma’ ve haddini aşan güç gösterisidir. Amma adil değildir. Dolayısıyla iktidar partisi, gerçek güç ve kuvvetin adalet olduğunu bilmeli ve bu evrensel gerçeğin artık farkına vararak, hiç olmazsa şu andan itibaren hak-hukuk ve adalet yoluna girmelidir. Velev ki, bu yol hayırlara vesile olabilir!..
NETİCEYE DOĞRU!..
Halk arasında yaygın kanaate göre; “Kuvvetler ayrılığı aslında demokrasinin gereği olarak düşünülmüş ve başbakanların krallaşmasını önlemek amaçlı yapılmıştır. Fakat bir kralı, despot ve mütehakkimi önleyelim derken milletin başına 5 kral icat edilmiş gibi bir durum ortaya çıkmıştır. Bakın hele ne haldeyiz?.Demokrasi bizde adı var kendi yok türünden”
BİR “AYDIN YAKLAŞIMI” .
Demokratik parlamenter sistemlerinin en temel özelliği olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesini 1923’lü yıllardan 2000’li yıllara kadar ağır aksak tanımlamamız mümkündü. Bu kronolojik aralıkta, yer yer sistem meclis hükümeti sistemine, oligarşiye, militarizme, yargı devletine, teknokrasiye meyil gösterse de, bu gün için, kuvvetler ayrılığının fil ayakları olan yasama yürütme ve yargı erkleri cumhuriyet sonrası klasik tanımlamasını oldukça aşmış çizgisinden oldukça şaşmış durumdadır.
BU GÖRÜŞE GÖRE:
Bu Günkü Kuvvetler Ayrılığının Determinantları:
1. Yasama: Silik olmasının yanında dominant parti başkanları sultasında inleyen ezik milletvekillerinden oluşan topluluk.
2. Yürütme: Aşırı Otoriter ve antidemokratik kral tipli başbakanın emri altında ve dağıtım yapılan maddi manevi avantaya fitlenmiş teknokrat kadro kitlesi.
3. Yargı: Cemaat disiplini veya hiyerarşisi sistemine kitlenmiş, sıradışı olana karşı oldukça allerjik, medyaya karşı aşırı duyarlı, çoğunlukla otoriteye itaatkar psikonevrotik bakış açısının bileşke kuvvetine göre hareket eden erk. ./.
Kaynaklar:
01- bkz. http://www.aksam.com.tr internet adresinde bulunan 7.6.2008 tarihli ve “Böyle bir imkân olsaydı 1960'ta ihtilal yaşanmazdı” başlıklı röportaj.
02- bkz. http://www.cafesiyaset.com isimli internet sitesinde bulunan 9.6.2008 tarihli ve “MHPli Durmuş'tan imalı gönderme” başlıklı ve Kemal Doğan imzalı özel haber, ayrıca bkz. http://www.ihlassondakika.com/detail.asp?id=35476 internet adresinde bulunan aynı haber.
03- bkz. Kırıkkale’de yayın yapan Bayrak isimli gazetenin muhabiri Murat Bulut’a vermiş olduğu mülakattan alıntı yapılarak http://www.forumneuro.com isimli internet sitesinde yayınlanan “Vahit Erdem partisini yerden yere vurdu” başlıklı haber.
04- bkz. http://www.vakit.com.tr internet adresinde bulunan 9.6.2008 tarihli ve “Hukuk Öldü... Toprağı Bol Olsun” başlıklı makalesi.
05- http://haber.gazetevatan.com internet adresinde bulunan 10.06.2008 tarihli ve “MHP'den Vakit yazarına sert tepki” başlıklı haber.
06- bkz. Aydın Menderes “Karar” başlıklı makalesi, Halka ve Olaylara Tercüman Gazetesi, 9.6.2008.
07- Aydın Menderes, aynı makale.
08- 10.06.2008 tarihli Milliyet ve Posta gazetelerinde bulunan “Ne AKP durdurulabilir, ne de AKP istediğini yapabilir” başlıklı makalesi.
09- 10.06.2008 Ömer Sağlam
10- Mustafa Nevruz SINACI, Türkiye de “kuvvetler ayrıklığı yok, ilke geçerli değil”
==========================
e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
NOT : Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına izinlidir.