21 Ağustos 2009 Cuma

NE MENEM “BİR BÜYÜK FIRSAT”
Mustafa Nevruz SINACI
Mesele aslında, “Şark Meselesi” ve “Batının müstakbel hayat alanı” konusudur..
Yakın geçmişi, ta İngiliz Muhipleri, Kürt Teali Cemiyeti, Ermeni-Yunan Rum çeteleri, Batı (Avrupa) ve ABD Mason mahfilleri ile misyoner terör örgütlerine kadar dayanır.
Süreçte; Mustafa Suphi olayı, 21 Temmuz 1923’de Lord CURZON’un hazırlayıp İsmet İnönü’nün ‘çok gizli kaydıyla’ imzaladığı (*) Lozan belgesi, 150’likler, kadrocular, 10 Kasım 1938 -9.05 karşıdevrimi, aydınlıkçılar, 27 Mayıs gasp’ı, Ermeni, Elen-Rum diasporası, doğu kültür ocakları, dev-genç, asala, pkk, tip, tkp, mnp, msp, 1974 affı, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat sendromları (Sendrom: Birbirleriyle ilişkisiz gibi göründükleri halde, bir arada tek bir hastalık olarak birleşen şikâyet ve bulgular bütünü) yer alır.
Süreçteki ilk teşebbüs “İsmet paşa” damgasını taşır.
Olay şu; Bir gün İnönü geç vakit Atatürk’e giderek: “Paşam şu azınlık meselesini bir Meclise getirsek..” diyince Atatürk: “Bu gün git, akşam oldu, yarın gel konuşalım” der, İnönü gittikten hemen sonra köşk’ün bekçi ve bahçıvanlarını çağırarak: “Lâle hariç, şu ön bahçede bulunan bütün çiçekleri sökün atın” diye emir verir.
Ertesi gün İsmet İnönü geldiğinde bahçenin halini görür, çok şaşırır. Sebebini sorar ve Atatürk’ten şu cevabı alır: “İsmet!.. Türkiye Cumhuriyeti Türk Milleti tarafından kurulmuştur. Cumhuriyette azınlık yok. Ne mutlu Türk’üm diyen herkes Türk’tür ve eşit haklara sahiptir. Azınlık ve ayrılık iddia edenler böylece sökülüp atıla. Sakın Meclise böyle bir tefrika sokma!”
YURTTAŞLIKTA BİRLİK
Gaflet, dalâlet ve hıyanet ehli bilmiyor ya da unutmuş da olabilirler.
TC azınlıkları Lozan’da kendilerine tanınan ayrıcalıklarından vazgeçip eşit yurttaşlar olmayı 1925’de istemiş; 1926’da yurttaş olmak için azınlık haklarından feragat dilekçeleri vermiş ve Milletler Cemiyetinin onayı ile TC’de azınlık kavramı ilgi edilerek bütün gayri/ Müslimler, Müslümanlarla eşit hak ve hukuka sahip yurttaş statüsüne yükseltilmişlerdir.. (2) Bu olayın dünyada başkaca bir eşi, benzeri, örnek veya emsali yoktur.
“MUSA DAĞI’NDA 40 GÜN” ADLI ROMAN
1933’te bir Musevi’nin yazdığı kitapta Türkler Ermeni soykırımı yapmakla suçlanınca, tüm Musevi, Ermeni ve Rum yurttaşlarımız ayağa kalkarak, romancıya lanetler okumuşlardır. Ermeni yurttaşlarımız ise "bu roman yalan söylüyor, Türk kardeşlerimiz bize asla soykırım yapmadı. Bu roman bizim aramızı bozmak istiyor," diye haykırmışlar… Dahası, Ermeni ve Rum-Yunan kökenli Türk yurttaşlarımız kilisede toplanıp bütün dünya basınını da çağırarak, onların gözleri önünde bu romanı ve yazarının portresini ateşe vermişlerdir.
Yani Türkiye’nin asla bir azınlık sorunu olmamıştır, olası teşebbüslerin bütünü mutlak surette dış kaynaklı olu; Milli tarihte buna “bedhah”ların kalkışması denilir.
YILLAR SONRA !…..
Mesele şu ki, Türkiye’nin 60-70’li yıllara kadar her hangi bir azınlık, Kürt, Ermeni, terör-tedhiş ve soykırım meselesi olmadı. Zaten fiilen ve hukuken de bu mümkün değildi. Her şey, bir çökertme ve kırılma darbesi olan 27 Mayıs vuruşu ile başladı. Burada fazla ayrıntıya girmek gereksiz zira zerre kadar “gerçek tarih” bilgisine sahip herkes konuyu çok iyi bilir.
AZİZ TÜRK MİLLETİ’NE
“UYARI VE ÇAĞRI”
Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma ve abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandık olup; Son çare: ‘ya AKP’ye karşı tek parti olarak birleşmek’ veya seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla 27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
1, DİKEN, Hükümet Sistemleri, H. H. Memiş, s:341
2, Bütün bilgiler, dilekçeler ve Cemiyet-i Akvam kararları Adalet Bakanlığı arşivindedir.
**
“BÜYÜK FIRSAT” MESELESİ
Mustafa Nevruz SINACI
Hani Cumhuriyet’in yeddi emini, memurların baş amiri ve halkın emanetçisi Abdullah Gül, Mart ayında İran'a giderken "Kürt sorununda iyi şeyler olacak” demiş, devamla da “Kürt meselesi Türkiye'nin birinci sorunudur. Halledilmesi lazımdır” açıklamasını yapmıştı…
Çek Cumhuriyetinde yapılan Prag zirvesi dönüşünde de, "İster terör, ister Güney Doğu yahut Kürt meselesi deyin.. Bu, Türkiye'nin birinci sorunudur. İyi gelişmeler olması lazım ve olabilir. Herkes işin farkında... Önce böyle bir çalışma anlayışının olması lazımdı. Devletin içinde herkes birbiriyle çok daha açık seçik konuşuyor. Herkes derken, asker, sivil, istihbarat, hepsi için söylüyorum. Bu ortamda iyi şeyler olur. O yüzden de iyi şeyler olacak diyorum. Bir fırsat var, bu fırsatın kaçmaması lazım” dedi.
HÜKÜMETİ SARSAN “ŞOK”
Gül’ün ‘beklenmedik’ söz ve açıklamaları hükümette şok etkisi yaparken, başta Rum-Yunan, Ermeni ve Yahudi diasporaları ile Misyonerler camiasında bayram havası yarattı.
Tam bir vukuf, ehliyet-liyakat, basiret ve beka ile “Cumhuriyetin Kanunlarını” adalet, fazilet ve eşitlikle uygulamak, yetimin malını gözetip kul hakkını korumakla memur-mükellef “bakan’ların başı, halk hizmetkârı ‘başbakan’ RTE, açıklamayı önce “genel af” gibi algıladı. Ancak meselenin (şimdilik) öyle olmadığı anlaşılıp “Kürt açılımı” tepki alınca hemen “güneydoğu meselesi” diye ağız değiştirildi. Sonra “demokrasi ve barış atılımı”, “huzur ve kardeşlik projesi” ve “Toplumsal barış girişimi” ne dönüştü. Sonunda örtülü bir AB söylemi ve dünya modası olan “Demokratik açılım” da karar kılındı!...
NEDİR?..
DEMOKRATİK AÇILIM !...
‘Ne men-em bir büyük fırsat’ konulu makalemize göz atarsanız; ‘Yurttaşlıkta Birlik” başlığı altında işlenen bir hukuk ve insanlık mucizesini görürsünüz. Zira 1926 -27 yıllarından beri TC yurttaşları eşitlenmiş, millet arasında hiçbir ayrılık, azınlık ve ayrıcalık kalmamıştır. Şimdi sorulur: “Ne sorunu kardeşim? Sorun varsa, ya her kesin sorunudur, ya da yoktur.” Öyle ya; 40 yıldır alıştıra-alıştıra gündeme taşınan; Ülkede konuşulan 36 ana dil ve 48 etnik kök’ün varlığı,. Anadolu’ya 1071’de gelindiği yalanı., 1071’den önce Anadolu’da Türk olmadığı, sonra geleneyse haçlıların (haşâ) aşılama yaptığı; Egedeyse (kalleş-kancık) Yunan palikaryasının tohum ektiği, akabinde de Wilson prensiplerinden dem vurarak ‘bütün halklara Flebisit (kendi kaderini tayin) hakkı tanıyan karar, metin ve tasarılar hükümetlere dayatıldı.
Diğer taraftan, sözde “Kürt’lerin Ermeni önderi” kundaktaki bebek dâhil 7’den 70’e 35 bini aşkın Kürt kardeşin kalleş katili, eşkıya Artin Agopyan: “Federe devlet kabul etmem, ayrı bir devlet de istemem” sözleri “yol haritaları” ve devlette zaaftan istifade ‘sayın’ taltifleri ile “binlerce şehit, aileleri ve necip Türk Milleti rencide edilerek” gündeme sokuldu..
OYSA !…
Malum ve mezkür ihanet furyası elli yıldır sürerken; “FIRSAT” Nabuko’nun “hortum döşeme” açılımından “PKK’nın tasfiyesi” olarak çıktı. ABD’nin BOP işinin bitmesi üzerine AB’nin “ucuz gaz hortumu” gündeme geldi. Hat borularının yegâne tehdit, sabotaj ve şantaj unsuru PKK için “işimiz bitti, mazarratı halledin” vizesi “büyük fırsattır” Diğer taraftan; Yıllardır Kürt kamuflâjıyla rant sağlayan Ermeni-Rum-Yahudi diasporası, vaktiyle Ağar’a ihale ettikleri olağanüstü kârlı “düz ova” siyasetini hayata geçirme peşine düştüler. Sonuçta:
“Demokratik açılım” içi boş ve muğlâk bir kavram; Ortada kimlik sorunu falan yok.
Zaten Doğu ve Güneydoğu Ana-vatan bölgesi ve öz Türkmen yöresi.. Öyleyse !...
. MİLLİ DEVLET İÇİN “YURTTAŞLIK GÖREVİ”

Ülkemiz elli yıldır siyasi vesayet, dâhili-harici kuşatma ve abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandık olup; Son çare: ‘ya AKP’ye karşı tek parti olarak birleşmek’ veya seçimde hiçbir parti’ye oy vermemek şartıyla 27 Mayıs cunta, dikta, sulta ve statüko partilerini sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.
*******
WEB:
http://www.mustafanevruzsinaci.blogspot.com/
mail:
gercek.demokrat@hotmail.com
NOT: Bu makaleler 5846 sayılı telif yasası kapsamı dışında olup; Aynen veya kaynak gösterilerek yayınlanabilir.

14 Ağustos 2009 Cuma

DÖNÜŞTÜRMENİN ÖZNESİ
“AÇILIM”
Mustafa Nevruz SINACI
Adalet ahlâkının kurumlaştığı hukuk devletleri, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi, Türk inkılâbı ve Atatürk ilkeleri’nde “mutlak dürüstlük, namuskârlık ve şeffaflık” hükümettir.
Hatta 1950-60 dönemlerinde bundan daha da fazlası olur.
Öyle ki; ülkede gündem belirleyen unsurlar, sıradan vatandaşlar, parti üyeleri ve delegelerdir. Devlet tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi halkla birlikte idare olunur.
Düzenli aidat ödeyen, ilkeli, onurlu ve sorumlu parti üyeleri baskıya maruz kalmadan “özgür iradeleriyle” delege seçerler; ülke, halk ve parti sorunlarını alenen dile getirir, gidişatı sorgular, (iktidar iseler) başbakan, bakan ve memurları eleştirir, tavan-taban arasında köprü görevi görürlerdi.
Lâkin delege olmak zor işti. Siyasette kıdem, ehliyet, bilgi, birikim, cesaret, yüksek ahlâk, lekesiz sicil, beka ve basiret (ileri görüş) gerektirirdi. “O” zamanlar, parti sahipleri, din tüccarları, Misyon tacirleri, siyaset şirketleri, ülkeyi (babalar gibi) pazarlayan (organize suç örgütü) kirli, karanlık sultalar, dikta ve cuntalar yoktu.
SONRA “DEMOKRASİYE” TUZAK
1946 ‘açık oy, gizli sayım’ utancı, rezalet ve halk düşmanlığı ile demokrasi ve hukuk cinayetinden sanık halk partisi zihniyeti 1950, 54 ve 58’de uğradığı hukuk darbeleri ve sandık vurgunları sonucu milletçe sandığa gömüldü. On yıl süren kin ve kurgu uykusu için inlerine çekilerek 27 Mayıs 1960’a kadar köstebeklik ettiler. Nihayet, insan hakları, demokrasi, adalet ve hukuka karşı beslenen derin nefret, kin; İktidar hırsı, ihtiras ve tahammülsüzlük, tefrika, haset ve kıskançlık o menfur kalkışmayı ‘ihanet, isyan ve başkaldırıyı’ tetikledi.
DIŞGÜDÜMLÜ ATILIM VE AÇILIM
Bu zalim başkaldırı, dış güdümlü, kirli-karanlık, hain tuzak; Türk adalet ve hukukunun ebedi utancı, ihanete meşruiyet fetvası verilen ve ”buraya tıkan irade böyle istiyor” denilen yassı-ada engizisyon mahkemeleri .. Kin, kan, intikam, dayatma senaryolar, idam ve katliam.
11 Kasım 1938, saat 9’u 5 geçe ‘karşıdevrim’ kansız gerçekleşti..
27 Mayıs kin, kıyım, kırılma ve bir çökertmedir. Atatürk anayasası ilga, “Milli devlet” ilkesine son!.. İsmet, gizli Lozan taahhütleri gereği 1944’de başladığı milli devlet ve yükselen değerleri yok etme projesin kaldığı yerden (1950) alıp, tekrar uygulamaya koydu.
Süreçte partiler yozlaştırıldı. Demokrasi, adalet ve hukuk karşıtı kurumlar oluşturuldu.
İlkeler ve yükselen değerler çürütüldü. Koza-kriptolara politik-ACI ve asker olma yolu açıldı. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sairi ile cunta-sulta ve dikta’lar birlikte pekiştiler.
Tıpkı, ‘Türk demek: Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır, ne mutlu Türküm diyene’ vecizesinin öznesi ilga edilerek sadece; (domuzdan dönme ve devşirme güruhunun tahammül edemediği) “Ne mutlu Türk’üm diyene” bölümü kalabilmiş, orijinali “Egemenlik kayıtsız ve şartsız Türk Milletinindir” sözünden de “Türk” kelimesi kaldırılarak hükümsüz kılınmıştır..
NEREDEN, NEREYE
27 Mayıs’tan buyana bütünüyle yapay, sahte ve sanal olarak tek merkezden sağ-sol, alevi-Sünni, milliyetçi-sosyalist (enternasyonal) dinli-dinsiz gibi ‘parçala, böl, yönet’ yol ve yöntemleri amansız bir düşmanlıkla kurgulandı ve uygulandı. Sonuçta bu art niyet ve kasıt’a dayalı bozulum, psikolojik-sosyokültürel ve biyolojik savaş, dezenformasyon, husumet ve Türk-Türkiye düşmanlığı (anarşi, terör, tedhiş, trafik, deprem, afet, kriz, bunalım, buhran) gibi nedenlerle elli yılda 500 bine yakın insanımız telef edildi. Yerli sulta, cunta ve dış müttefikleri’nce (Bak: Ergenekon idd.) oluşturulan cinayet şebekeleri ve terör-tedhiş örgütleri ile mücadele, devlette yaklaşık “1 trilyon” dolara patladı. Medya-mafya-siyaset üçgeninde “Rüşvet-yolsuzluk, dolandırıcılık, kaçakçılık, gasp çeteleri” devlet ve halktan yaklaşık “2 trilyon dolar” hortumladı. Böylece, ihanet açılımlarının devlete maliyeti yaklaşık 3 trilyon doları buldu. (Bak: Hayali İhracat, Susurluk vb. dosyaları)
*****//*****
VESAYETİ İLGA VE DİP DALGA
Mustafa Nevruz SINACI

Bu güne kadar hiçbir düzen partisi ve sulta hükümeti “27 Mayıs’ın” üstüne gitmedi. Her gelen öncekini akladı. Lâğımlar beyaz sayfalarla örtüldü. Hortumcular ihya edildi. Cinayetler ‘faili meçhul’, gasp-batak ve hotumlar “kamu zararı” hanesine yazıldı.
Ta ki, Ergenekon’a kadar meclis ve yüce divan müthiş bir aklayıcı-paklayıcı oldu.
YASSIADA –ERGENEKON !...
27 Mayıs cuntası “Yassı-ada duruşmalarını devlet radyosundan canlı olarak ve naklen yayınlandığı halde; mevcut ‘demokratik’ RTE sultası “NEDEN” Ergenekon duruşmalarını canlı, naklen ve kesintisiz olarak yayınlamıyor? O zamanlar hukuk yoktu. Şimdi hukukun tastamam, üstüne üstlük tarafsız ve bağımsız olduğu yazılıp söyleniyor. Peki, bu adalet ve hukuk nerede, naklen yayın niye yok ve Anayasa hükümlerine rağmen; Her veçhesi suçtan müteşekkil bu “AÇILIM” da neyin nesi?
SENARYO GEREĞİ !...
Kurgulanmış senaryo gereği milletin hali, kimyası ve iradesi; esnek, muğlâk ve kurnaz tuzaklarla donatılmış yasalarla itile-kakıla, ötelene-dışlana buralara geldi. Şimdi artık hiçbir şey halka sorulmuyor. Millet seçmiyor, seçilmiyor. Düzen’lenmiş yasalara uygun olarak sulta ve cuntanın önüne koyduğu listeleri oyluyor, oylamazsa cezalandırılmakla korkutuluyor.
Zaten, sosyolojik olarak millet büyük bir travma geçirmekte.
Her hususta insanları ürküten ağır bir korku, baskı ve tedirginlik hâkim vaziyette. Kurumlar birbirinden, alt makam üst makamdan, memur amirden, amir memurdan, vekil parti sahibinden, koca karı-karı kocasından, çocuk babasından, hâsılı herkes bir korku, panik ve stres içinde. İntiharlar korkutuyor, günde 15 kişi trafik kazalarına kurban gidiyor, suç türü ve oranları süratle artıyor. Zaten gergin olan toplum, bir de yeni açılımlarla geriliyor.
VAHŞİ BATI SENDROMU
12 + 50 = 60 yılı mücavir erozyon, yozlaşma, sindirme, çürütme ve Türk Milleti ile ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün şiddetle karşı çıktığı, illet ve nefret ettiği, menfur düşman, ezel-ebet hain, tefessüh etmiş “batı”ya, bataklığa yönelme sürecinin Lozan’dan beri “Türk ve İslâm düşmanlarınca” planlanan beklenir sonucu bu.
Şimdi, menfur AB ve ABD (Ermeni yalanlarından ötürü) Atatürk’ü katil ilân etmeye hazırlanıyor. Zaten, Ümraniye soruşturmasında kanıtlanan; Anarşi, terör-tedhiş, hırsızlık-yolsuzluk, yalan-talan, uyuşturucu ve insan ticareti, vergi dâhil her türlü kaçakçılık, alçaklık, ayırma-kayırma, sağ-sol, alevi-Sünni gibi bilumum kötülük-bölücülük hep bu güruhun toplum mühendisleri, Mason ve Siyonist mahfillerce hazırlanıp bilinçle uygulanan senaryolarıdır. Üstelik diz boyu yalan, iftira ve tefrikaya bulanmış kara, kirli alçak bir süreçle!... .
ATATÜRK VE BATI
AB köpekleri her söze ‘Büyük Atatürk’ün hedef gösterdiği muasır medeniyete ulaşma, aşma ve batılılaşma yolunda..” diye başlarlar. Bu külli yalan, uydurma ve iftiradır. Çünkü M. Kemal ATATÜRK, “insanlık düşmanı, kalleş, hırsız ve emperyalist” Batı’dan nefret eder. İşte O’nun s özde ‘Atatürkçü-Kemalist’ AB'cilere tekzip ve tokat gibi cevabı;
“Efendiler! Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Osmanlı tam tersine gerilemiş, düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. İşte o dönemde; vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir! M. K. Atatürk (TBMM, 6 Mart 1922)
NETİCEDE:
Ülkemiz 27 Mayıs’tan bu yana vesayet, siyasi-fiili kuşatma ve abluka altındadır. Şimdilik bunu kırmanın tek ve son hukuki ve demokratik yolu sandıktır!...
Son çare: “ya AKP’ye karşı Tek Parti olarak birleşmek” veya seçimde hiçbir parti’ ye oy vermemek şartıyla” bütün partileri sandığa gömerek Cumhuriyet’i kurtarmaktır.

**********
web: http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com/
e.MAİL :
gercek.demokrat@hotmail.com
*Fotoğraflar: (1 ve 2) 2005 ve 2006 da çizilen iki ayrı Ercan Akyol karikatürü.. PKK'nin bitap düştüğü noktada izlediği batı kaynaklı Kürt politikası ile AKP döneminde nasıl canlandırıldığını ve bugüne nasıl gelindiğini gösteriyor.
***
Gazeteci, Şair-Yazar Sayın "ÖZKAN EKEKON" DAN
BİR YORUM:
(02 Eylül 2009, gercek.demokrat@hotmail.com)
Merhaba; Mustafa Nevruz SINACI Bey kardeşim.
Şahsınıza ait Web sitenizi yeni buldum. Sizi kutluyorum. 1950 ruhunu yaşatan sizlerin varlığı ile bu ülke gerçeten Muasır medeniyet seviyesi üzerine çıkacaktır. 28.01.1945 doğumluyum. Beş-Altı yaşımda DP Pazubendimi koluma takdığımdan beri bizzat Siyasetin içindeyim. 27 Mayıs 1960 da Babam Fethi Ekekon İskenderun DP Merkez ocak başkanı idi. Sonra AP kuruluşunu yaparlarken bende ilk defa siyasette görev aldım ve İskernderun Adalet partisi Gençlik kollarını kurduk. İskenderun Kominizim mücadele derneği gençlik kolu başkanlığını yaptıp. Son olarak Hatay Liberal Demokrat Parti il başkanlığını yaptım. Emekli oldum. 1948 de Babamın kurduğu Özvatan Matbaası ve Gazetesini kapatarak Antalya'ya yerleştim.
Sizin cesur ve gerçekleri yansıtan yazılarınız 63 yaşımda bana güç verdi.
Demokrat olmak kolay değildir. Olduktan sora sizler gibi demokratca yaşamakta pek kolay olmamaktadaır.
Bu tanışma yazımı şahsınıza arz ederim.
Başarılarınız daim olsun.
Yolunuz geniş, Ufkunuz açık olsun.
Sağlıcakla kalınız.
Özkan EKEKO
GSM N0: 535 511 19 09

6 Ağustos 2009 Perşembe

2300 YILLILK ORDU; ELLİ YILLIK GELENEK

Mustafa Nevruz SINACI
Gül’ün Köşk’e çıkmasının ardından Genelkurmay, türbandan nasıl uzak durulacağına ilişkin yeni protokol kuralları belirlemiş. (Taraf, 31 07.2009, M.Baransu)
“Ordu’nun başörtüsü’nden kaçış plânı” başlıklı haberin ayrıntıları kısaca şöyle:
“Tüm birliklere gönderilen prokotol kuralında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül ima edilerek, türbanlıların askerî hastane ve tesislere alınmaması isteniyor ve türbanlı eşlerin ve DTP’lilerin davet edileceği belirtilerek, 29 Ekim, 23 Nisan ve 19 Mayıs resepsiyonlarına gidilmemesi de emrediliyor…
Ayrıca, herhangi bir askerî hastane veya Rehabilitasyon merkezine gaziler ile diğer hasta yakınlarının ziyaret talebinde bulunmaları halinde: ‘Çağdaş kıyafetli olmayanların girişine izin verilmemesi, türbanlılara yasağın hatırlatılması, kabulün çok zorunlu olduğu durumlarda en alt seviyedeki protokol görevlisi ile refakat edilmesi’
29 Ekim Cumhuriyet Resepsiyonlarına İl’lerde Garnizon Komutanı dışında hiçbir seviyede katılınmaması, garnizon komutanının eşsiz olarak kısa bir süre için katılıp ayrılması öngörülüyor ve bu hareket tarzının uygun gerekçelerle halka izah edilmesi isteniyor.
Ankara’da sadece Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve orgenerallerin eşli olarak çok kısa bir süre için katılmaları ve tebriği müteakip ayrılmaları.” veya: “Cumhuriyet’e sahip çıkıldığının göstergesi olarak, davetli bütün askerî personelin eşli olarak geniş katılımın sağlanması ve bu personelin kısa süre sonra topluca ayrılması.” Yukarıdakilerin hepsinde muhtemel el sıkma sıkıntısına karşı “Hiçbir seviyede katılımın olmamasıdır” (K. teklifi)
“Eşsiz davetler” başlıklı bölümde, akşam resepsiyonu veya gündüz Kokteyli’nde, DTP’lileri de göz önüne alarak, Sadece Garnizon Komutanı seviyesinde katılım, Komutan’ın tebriklerini sunup kısa sürede ayrılması. Önerilen: Eşsiz, sınırlı ve kısa süre katılıp ayrılma.”

TBMM’deki resepsiyona gidilmemesi.
TSK sorumluluğundaki törenler: “Eşi türbanlılara eşsiz davetiye gönderilecek;.Buna rağmen eşli gelenlerin eşleri kesinlikle içeri alınmayacaktır. Sadece yemin törenlerinde başı kapalı ailelerin, başörtülerini çene altından bağlamaları şartıyla katılmalarına izin verilecek; Diğer törenlerde başörtüsüne/türbana hiçbir şekilde izin verilmeyecektir..”
KÖŞK’TE KRİZ

Hatırlanacağı üzere Gül’ün seçilmesinden sonraki ilk 29 Ekim resepsiyonuna askerin katılmaması nedeniyle kriz yaşanmış, Gül de iki ayrı Cumhuriyet resepsiyonu düzenleyerek bir çıkış yolu bulmuştu. İlkine TBMM Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, yüksek yargı mensupları, siyasi parti liderleri, milletvekilleri, üst düzey bürokratlar “eşsiz” olarak davet edilmiş, 30 Ekim’de verilen ikinci resepsiyona ise, işadamı, sanatçı, gazeteci, STK örgüt temsilcileri davet edilmiş ve davetiyeler “eşli” olarak gönderilmişti.
2300 YILLIK ORDU, 50 YILLIK GELENEK
Konunun yayın tarzı ve sunuşu tam bir provokasyon! Haber başlığında “başörtüsü” kelimesi yer alırken, içerikte “türban” kullanılmakta. Metin içi anlatımlarda çifte standart ve tahrik cabası gözleniyor. Lâkin haberde bahse konu protokol içler acısı. Kadim Türk Ordusu ve Cumhuriyet’i kuran Peygamber Ocağı yönünden utanç verici.. .
Ne demek, Türk Anneleri, başları kapalı olursa ‘hastane ve rehabilitasyon merkezleri dahil’ askeri tesislere alınmayacak!.. Haydi, türban denilen melânet dönme ve devşirmelerce icat olundu. Ama sonuçta oda bir tesettür.. Üstelik saf-cahil, gafil Ana-bacılar din ve misyon ticareti uğruna kandırılarak türbana sokuldular. Asker bunu bilmiyor mu ki, oyuna geliyor?
Dahası “bin türlü” tedbir öngörülen resmi resepsiyonlar da neyin nesi?
Tefessüh etmiş, emperyalizmin kalesi, sahte İncil ve İsa ticaretinin kirli tapınağı Batı geleneğinin İslâm ikliminde işi ne? Kahir ekseriyeti aç, açık, fakir ve yoksul Türk halkının vergisiyle nasıl şarap ikram olunur? Bu, tam bir irtica, aymazlık, rezillik gericilik ve yobazlık değil midir? Sanki 2300 yıllık ordu ilga da, 49 yıllık kirli gelenek pek muteber!... Çok ayıp!..

***
Hâl ve gidiş;
İlim ve amel!..
Mustafa Nevruz SINACI
Önce şunu belirtmek ve altını özenle çizmek gerekir ki:
İnsan bizatihi devlettir. Devlet insan için vardır.
Devlet’in; dönemsel (çağdaş) medeni ve modern ihtiyaçlar doğrultusunda var edilen kurumlarının oluş nedeni: Namuslu, dürüst, akılcı, makul, mantıklı bir düzlemde (ilke, onur ve sorumlulukla) hizmet üretmektir.
Üretim: Bilimin ve bilincin sabit normları (ilmi disiplinler) çerçevesinde zorunlu kamu ihtiyacı, yani iç, varsa dış talebi karşılayacak biçimde ‘sürdürülebilir’ iktisadi, ilmi, sosyal, kültürel, sağlık, eğitim ve temel ihtiyaçlar düzeyinde imalat, inşaat ve tedarik faaliyetleri…
Hizmet: Her vatandaşın doğuştan kazandığı hak ve hukuki iktisap gereği İnsanca hayat sürme, adalet ve kanun kavramlarına mümasil/uygun barınma, beslenme, öğrenme, İnanma ve İnandığı gibi yaşama konusunda “eşit hak ve eşit şansa” sahip kılınmasıdır.
Halk, devlet cihazını bu hak’ların teminatı olmak üzere kurmuştur.
En azından bizim “müspet ve gerçek bilim” olarak nitelememiz gereken, İslâm’ın ilk peygamberi Hazreti âdem Atamız ile din’in tek evrensel Peygamberi Hazreti Muhammet Mustafa (sav) arasını kapsayan ve günümüze kadar uzayan süreç için bu ‘realite’ böyledir. İslâm’ın evrensel (son) peygamberinden 1000 yıl sonra ancak, Kur’an da apaçık beyan edilen ilmi hakikatleri çözmeye-anlamaya ve kavramaya; akabinde de âlimleri ateşe atmaya ve İslâm’ı tahrife koyulan ikiyüzlü, (atamız Osmanlı tarafından medeniyet öğretilen) hayvan altı, primitif vahşi batının bilim diye ortaya attığı saçmalıklara göre değil!... Sonuçta:
“İlim, ilmek ilmektir. İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır?” (Yunus Emre)
Yani, “kendini bilmek, farkında olmak ve mukayese etmek (karşılaştırmalı bilim) ‘ilmi hâl’dir. Bu, çağın deyimi ile bilimsel yaşam biçiminin adı; namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, saygın ve sorumlu ‘bilinçli’ olma halidir. Bu hal’in dışında yer alan geri ve ilkel yaşam tarzı ileri, çağdaş, medeni ve modern toplumlarca asla kabul, tasvip ve tasdik edilemez.
Örneğin: Devlet cihazının bütün memur ve seçilmişleri “insani boyut ve özgür bilim” açısından millet memuru ve halkın hizmetçisidirler. Diğer telâkkiler aynı zamanda insanlık, İslâm ve ilim dışıdır. Dolayısıyla devlette rüşvet, iltimas, hırsızlık, yolsuzluk, görevi ihmal, suiistimal ve kötüye kullanma, ayırma, kayırma, yanlı davranış, haksız edinim, gasp-irtikap, terör-tedhiş ve sair “mutasyona uğramış hayvan altı yaratık” davranışları ile bilimdışı tasarruf şekilleri (özellikle % 99’u Müslüman olan TC’de) ceza, tedip ve terbiyeyi zorunlu kılar.
Bunun için: Her şeye rağmen toplumsal sorumluluk; Bilinçli takip; Canlı Milli hafıza; Diri kamu vicdanı ve paralel (tamamlayıcı-bütünleyici) sağlıklı-güçlü, bağımsız, objektif ve tarafsız adalet cihazı zarurettir. Yoksa Atatürk’ün ‘Bursa Nutku’ her vatandaş için meşru bir haktır. Memur nisyan ile malul, atanmış ihanete mütemayil ise affedilemez. Dahası, memur, atanmış ve seçilmişlerin “millete karşı suç işlemeye ve suç işleyenleri” affetme hakkı yoktur.
1974 ve müteakip afların tamamı hukuk ve ahlâk dışıdır. Failleri suçludur.
Şu anda da “devlet adına” ve “devlet içinde” çok yoğun biçimde suç işlenmektedir.
MESELA !...

Ülkemizde bir Adalet Bakanı var! Ama adalet, eşitlik ve hukuk yok..
İçişleri Bakanı var! Lâkin sınırlar delik-deşik, dağlar anarşist ve terörist dolu.
Milli Eğitim Bakanı var! Milli eğitim-öğretim ve milli-manevi müfredat yok.
Sağlık Bakanı var! Sağlık, siyaset ve ticaret malzemesi, hasta perişan…
Çevre Bakanı var! Hala dere, göl ve denizlere lâğım akıyor, ekosistem çökük..
Maliye Bakanı var! Gelirde, giderde, vergide, algıda gasp var adalet yok.
Başbakan ve Cumhurbaşkanı da var! Peki Ergenekon, çete-mafya, susurluk ne? Devlet neden adil olmaz, ilimle amel etmez? Meşruiyetin temeli bu ya!. Adalet ahlâkı, hukuk ve hak tamam değilken, Lozan’a aykırı “Kürt Açılımı” (aslında) hangi domuzdan dayatma acaba ?...

3 Ağustos 2009 Pazartesi

“Açılım!..” ihanette son tango
Mustafa Nevruz SINACI

Anadolu Ulusal Uyanış ve Dayanışma Platformu 22 Haziran 2009 tarihinde “Dikkat!” anonsu ile 122 sorumlu kamu kurumu, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları (!) ile medya ‘vatanseverlerine” seslendi. Vatan-Millet sevdalıları, etkili-yetkili ve onurlu-sorumlu özel ve tüzel kişilerden; 17.Aralık.2004 tarihinde Brüksel’de imzalandığı söylenen (Ancak şu ana kadar henüz tekzip edilmemiş olan) AB katılım anlaşması ve anlaşmanı 4. maddesi hakkında bilgi “ayrıntılı açıklama” ister. Mezkür 4. madde aynen şunları ifade etmektedir.
“Kürt azınlıklara haklarının tanınması çerçevesinde, güney doğu Anadolu’da federe bir Kürt devletinin kurulmasının yolu açılacaktır”
Diğer taraftan 09.Temmuz.2009 günü Medya organlarımızda TBMM’de alenen terör ve tedhiş örgütü PKK temsilciliği yapan DTP, bahse konu 4. maddeye atfen “Türkiye’yi yedi eyalete bölme” yolundaki talepleri açıklamıştır. Bu ne cesaret, ne cüret!...
Ama maalesef bu menfur fiil, ne bir cesaret ve ne de cür’et işi falan değildir.
Sadece, aslı milletten gizlenen, bilinen hükümleri de “inkâr ve tekzip edilmeyen” AB Katılım Anlaşması gereğidir. İddiayı çok açık ve etkin bir tavırla gündeme taşıyan platform, ‘Bölünme Yok Edilmenin İlk Aşamasıdır’ gerçeğinin altını çizerek, anlaşmanın diğer hüküm ve maddelerinin de ağır ağır işletilip yürütülmeye başladığını Türk kamuoyuna açıklamıştır.
İŞTE O BELGE?
Anadolu Ulusal Uyanış ve Dayanışma Platformun tarafından 22.06.2009 tarihinde Türk ‘vatanseverlerine” gönderilen açıklama istemli yazıda; “03.Ekim.2005 tarihinde AB ile Müzakerelerin başlatılabilmesi için, 17.Aralık.2004 Tarihinde, Brüksel’ de, Sn. Başbakan tarafından imzalandığı belirtilen belgenin aşağıdaki hususları içerdiği” açıklanmıştır.
VE “MADDE” LER:
*Müzakerelerin ucu açık olacak, sonuçta Üyelik Garanti edilmeyecektir.
*Türkler, Üye olunduktan sonra bile AB’de serbestçe dolaşamayacaklar, ancak AB’ye üye Devletlerin vatandaşları serbestçe Türkiye’de dolaşabileceklerdir.
*Kıbrıs Rum Cumhuriyeti tanınacaktır.
*Kürt Azınlıklara haklarının tanınması çerçevesinde, Güneydoğu Anadolu’da federe bir Kürt Devleti’nin kurulmasının yolu açılacaktır.
*İstanbul Fener Patriğine “Ekümenik” unvanı verilerek, İstanbul’da Ortodoks Din Devleti kurulmasına izin verilecektir.
*Dicle-Fırat üzerindeki barajlar başta olmak üzere, Türkiye’nin tüm su kaynakları ve su dağıtım şebekelerinin yönetim ve denetimi Uluslar arası bir kuruluşa teslim edilecektir.
*Başta Devlet Bankaları olmak üzere, tüm kamu malları hızla özelleştirilecektir.
Ermenistan-Türkiye sınırı açılacak, Ermenistan’la Diplomatik ilişkiler kurulacak ve 1915 Soykırımı kabul edilecektir.

*İran ve Rusya’nın Türkiye için birer potansiyel düşman oldukları göz önünde bulundurularak dış politika belirlenecektir.
* 83 bin sayfalık AB Müktesebatı tam olarak kabul edilip uygulamaya konulacaktır.(1)
SONUÇ VE İSTEK:

105 Sivil Toplum Kuruluşlarının oluşturduğu AUUDP soruyor:
“Bu güne değin, açık, net ve tam biçimiyle medya organlarında göremediğimiz, yetkililerimizden duyamadığımız bu hususların; Gerçek olup olmadığının tespit edilmesini, gerçek değil ise kamuoyuna açıklama yapılmasını; Gerçek ise bu nitelikte bir belgenin kim tarafından ve hangi mülahazalarla imzalandığının ve günümüze kadar bu konuda, Türk Kamuoyuna bilgi aktarılmamasının nedenlerinin bildirilmesi hususlarını arz ediyoruz”
Bildiri, AUUDP Genel Kurulu Adına Genel Başkan Prof. Dr. Didar ESER; Genel Sekreter Selda Talay TOSUN ve AB Kom. Bşk. Şükrü Sezar AYGEN tarafından imzalanmış olup aradan geçen bunca süreye rağmen halâ çağrıya “açık veya net” bir cevap alınamamıştır.
TC halkı, kamuoyu ve necip Türk Milleti’ne önemle duyurulur.
***
(1) Yılmaz DİKBAŞ, AVRUPA BİRLİĞİ-Tabuta Çakılan Son Çivi. (2004 Regular Report on Turkey’s Progress Towards Accession.–Recommendation of The European Commission on Turkey’s Towards Accession.–Issues Arising From Turkey’s Membership Perspective–Europian Parliamet Report–Brussel’s Europian Council 16-17 December 2004 Presdency Conclusions)

1 Ağustos 2009 Cumartesi

ASKERİ YARGI,
ADALET VE GERÇEK
Mustafa Nevruz SINACI
1961 anayasası ile şekillenen askerî yargı; Osmanlı, Atatürk ve Fevzi Çakmak dönemi disiplin kurulları ve “divan-ı harp” yerine kaim; adalet ve hukuk yönünden tartışılabilir karar ve
icraatlarla fail, sözde ‘adli yargı’ sisteminin öteki (alternatif-rakip) kanadıdır.
Bu tıpkı, 12 Eylül cuntasınca; Yüksek Hâkimler ve Yüksek Savcılar Kurulu yerine 1981’de kurulan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile YÖK gibi spekülâtif, tartışmalı ve antidemokratik, insan hakları, adalet, hukuk karşıtı, belirli bir zümreyi himaye ve zihniyeti (senaryoyu) korumaya yönelik (eş-güdüm amaçlı) dayatma kurumlardandır.
Örneğin Anayasa Mahkemesi, TBMM’nin çıkardığı kanunlar ile icranın KHK’lerini “millet adına” denetleme; Demokrasi, hukuk ve adalet normuna uygunluğunu takip ve daimi kontrol yetkisini haiz değildir. Yani, ‘kendiliğinden’ müdahale ve inisiyatif kullanma hakkı yoktur. Aleni bir kanunsuzluk durumunda bile; “İtiraz edilmedikçe” müdahale olunamaz!.
Bir iktidar ki, Cumhurbaşkanı ile anlaşık olur, muhalefetin gönlünü yapar veya bir şekilde ‘olası itirazların yolunu keserse’ mesele biter. Bu taktirde Meclisin ana duvarında yazılı “Hâkimiyet, kayıtsız ve şartsız (TÜRK) milleti(nin)dir” vecizesi anlamını yitirir..
Doğrusu 27 Mayıs “TBMM şahsında varit kuvvetler birliği” esasını ilga ederek yerine kaim kıldığı “kuvvetler ayrılığı” ilkesi ile fiilen var olan “kuvvetler dengesini” alt-üst etmiştir. De Facto “İcrada mutlak kuvvetler birliği” usulünü ihdasla; bu sayede bütün darbe, cunta ve dikta despotizmleri pekişerek hüküm süregelmişlerdir. KİT’lerin “müdebbir bir tüccar gibi” kendilerine özgü ve hükümet/siyaset vesayet dışı faaliyet etmelerine imkân veren kanunlar da bu bağlamda değiştirilmiş ve böylece KİT’ler arpalıklara dönüştürülmüştür.
Bu bağlamda süreç analitik olarak incelenip “ikili yargı sistemi” değerlendirildiğinde; Askerî yargı ile adlî yargı arasında büyük benzeşme görülür. Bunlar orijinal olmayıp, statüko mahkemeleridirler. Belirli maksatlara matuf, sözde bağımsız, ama asla adil ve tarafsız değil!...
Askerî yargı, adlî yargı gibi iki derecelidir ve adeta birbirinin kopyası gibidir..
1961’e kadar ‘gerektiğinde’ teşkil edilen disiplin kurullarının yerini; 1961 anayasası ile öngörülen ve 1982’de korunan 16.6.1964 tarih ve 477 sayılı Kanun’la kurulan Disiplin Mahkemeleri almıştır. Bu mahkemeler, adalet ve hukuka aykırıdır. Bilhassa üyeleri hâkim olmayıp, bağımsız ve tarafsız değildirler. Bu, Anayasaya aykırılığın en önemli kanıtıdır.
Zira “yargı yetkisi Türk milleti adına, bağımsız ve tarafsız hâkim ve mahkemelerce kullanılır”. Mahkemeler Anayasanın 138. maddesinde öngörülen “bağımsızlık” ilkesi ve 139. maddede öngörülen “hâkimlik ve savcılık teminatı” esaslarına uygun olmak zorundadır.
Anayasa’nın (korunan) 145. maddesi hükmü uyarı, 25 Ekim 1963 tarih ve 353 sayılı Kanunla düzenlenen Askeri Mahkemeler 29 Haziran 2006 tarih ve 5530 sayılı Kanunla pek çok değişikliğe uğramıştır. Buna rağmen kuruluş ve işleyiş biçimleri bakımından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Askerî hâkimlerin alım, atama ve 26 Ekim 1963 tarih ve 357 sayılı Kanunun 12’nci maddesi gereği de sicil işleri bakımından Anayasanın 9. ve 138’inci. maddelerinde öngörülen “bağımsızlık” ilkesine aykırıdırlar.
Anayasanın 145’inci maddesine göre: Asker kişilerin ‘askerî’, ‘askerler aleyhine” veya ‘askerî mahallerde askeri hizmet ve görevleri ile ilgili” işledikleri suçlara; Yani her üç hâlde de (145/2 hariç) failin asker olması şartıyla ‘askeri suçlara’ Askeri Mahkemeler bakar.
Askerî yargı’nın üst kontrol-temyiz mahkemesi Yargıtay (156) olup; Kuruluş ve çalışma usulleri 8.07.1972 tarih ve 1600 sayılı Kanunla düzenlenmiştir. Askerî yargı’nın işleyişi adlî yargının ceza yargısının işleyişi benzer.
Sonuçta: Savaş zamanları hariç, ordu için disiplin kurulları yeterlidir.
Çözüm:1960 öncesi Atatürk dönemine dönmektir; Adli yargı da, “3 eşkıyaya lâyık oldukları cezayı veren Mustafa Muğlalı Paşayı politika ve siyasi oyunlara kurban eden” ve 27 Mayıs’a “meşruiyet” vizesi veren insanlık ve ahlak dışı davranış eğilimlerini terk etmelidir.
Zira: Adalet Fazilet olmakla, hukuk cihazının temelidir. Biline