29 Aralık 2010 Çarşamba

ÖRTÜLÜ ÖDENEK SKANDALI
Mustafa Nevruz SINACI
Geleneksel adı “tahsisatı mesture” olan “örtülü ödenek”, yerine göre “temsil giderleri” veya namı arpalığa çıkmış ‘fon’lar; Ne tuhaftır ki, sözde açık toplum, saydam devlet ve hukuk üstünlüğünü esas almış görünmemize rağmen elli yıldır takip, hesap ve denetim dışı!..
Emsali en melânet diktatörlüklerde bile görülmemiş bir keyfilik, hadsiz-hesapsız israf, sorumsuz masraf ve Osmanlı Padişahlarına dâhi nasip olmamış bir saltanat sürüp gitmekte...
Oysa elli yıl önce “son başvekil” Adnan Menderes, “örtülü ödenek”inin son kuruşuna kadar hesabını vermişti. O devirde zaten hesap, takip ve kontrol dışı her hangi bir tahsisat, fon veya gizli hesap yoktu. Şimdi “kurum” olarak muamma, denetim dışı olanlar bile var!..
Bunun neresi cumhuriyet?
Neresi demokrasi, adalet veya hukuk devleti?... Anlamak mümkün değil..
Adı, anlamı ve söylem biçimi her ne olursa olsun; Usul veya yasa gereği neden, nereye harcandığı açıklanamayan, belgeleri de (hesabı verilmeden) harcama sonrası imha edilen ve tümüyle makam sahibinin inisiyatifine tabii olan tahsisat (ödenek) olur mu hiç?..
Mutlak surette kamu yararı ve millet menfaatine olsa veya:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri yönünde siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda kullanılmak üzere” yasa hükmü konulmuş bulunsa bile..
TBMM’de ibra olunmadıkça hiçbir hesap yahut örtülü bir ödenek kapatılamaz..
Bu, kamu vicdanının emri, adalet, ahlâk ve hukuk gereğidir.
Amacı: Memleketimizi yurt içinde ve dışında çeşitli yönleriyle tanıtmakla görevli kuruluşların kaynaklarını artırmak, Türk kültür varlığının yayılmasını sağlamak” biçiminde açıklan, kendi kaynakları olan ve harcamaları Başbakanın onayı ile yapılan “Tanıtma Fonu” dâhil bütün fonlar Meclis ve Sayıştay denetimine alınmak olmak zorundadır.
DEVLETİN EN TEMEL GÖREVİ “DENETİM” DİR.
Denetim dışı tahsisat, fon haksız israf, arpalık, peşkeş ve saadet zinciri demektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 – 1938 ve 1950 – 1960 dönemleri; Hindistan ve Rusya’dan gelen yardımlar dâhil, milletin ve Millet Meclisi’nin bilgisi dâhilindedir. Bu iki dönemin milletten saklısı-gizlisi yoktur. Buna mukabil; 11 Kasım 1938 ilâ 13 Mayıs 1950 arası ve 27 Mayıs 1960 sonrası son derece karanlık, saklı, gizli, gizemli ve ayıplıdır..
Niçin acaba!..
Devlet arşivlerinde mevcut 1960/21 Esas ve 1960 tarihli dava dosyasına bakılırsa olay daha iyi anlaşılır!.. Orada karşınıza, Cumhuriyet’in gelmiş geçmiş en namuslu, dürüst, şerefli, onurlu, soylu ve sorumlu Başvekil’i çıkar. Demokrasi Şehidi Ali Adnan Menderes, emrindeki örtülü ödeneğin, on yılı kapsayan bütün belgelerini ibraz ederek melânet mahkemede alnının akı ile hesap vermiş;, Lâkin 1945’de, “devr-i sabık yaratmayacaksınız” şartıyla DP’ye kuruluş izni veren CHP (ve türevleri) 1938 -1950 döneminin hesabını vermeyi daima şiddetle men ederek kaçmış, hesap vermekten korkmuş ve kaçmışlardır.
HUKUK, AHLÂK VE DEMOKRASİNİN UTANCI
“Erdoğan'dan örtülü ödenek rekoru; 16 Aralık 2010 Perşembe, Gazeteler”
“Başbakanlık örtülü ödenek harcamaları 400 milyon liraya dayandı.
2003 yılında toplam 103 milyon lira olan örtülü ödenek harcaması, 2010 Aralık ayı başında 383.170. 247.- liraya yükseldi. TBMM’de Başbakanlık bütçesinin görüşmeleri sırasında Başbakan yardımcısı B. Arınç, 2010 yılında örtülü ödenek kapsamında 383.170.247 lira harcandığını söyledi. 2010 başında bütçeye sadece 230 bin lira, “örtülü ödenek” harcama kalemi konulmuştu. Yılsonunda gerçekleşen harcama ödeneğin çok üzerinde oldu. Yıl içinde fasıllar arasında ve tanıtma fonu gibi kaynaklardan aktarma yapılarak ödenek miktarı arttırılıyor. 2009 yılında örtülü ödenek harcamaları 341.971.042 liraya ulaştı. Buna göre 2003’de sadece 103 milyon TL olan örtülü ödenek harcaması, aradan geçen 8 yılda katlanarak bir rekor ve skandal düzeyine ulaştı.
Başbakanlık Örtülü Ödenek harcamaları son 8 yılda şöyle gerçekleşti:
Tahsis Edilen Kaynak: Toplam Harcama :
2003 yılı 175 bin TL 103 milyon 012 bin 740 TL
2004 yılı 174 bin TL 107 milyon 375 bin 284 TL
2005 yılı 200 bin TL 084 milyon 088 bin 668 TL
2006 yılı 200 bin TL 207 milyon 646 bin 000 TL
2007 yılı 220 bin TL 262 milyon 286 bin 521 TL
2008 yılı 220 bin TL 290 milyon 981 bin 700 TL
2009 yılı 230 bin TL 341 milyon 971 bin 042 TL
2010 yılı 230 bin TL 383 milyon 170 bin 247 TL
Kahrolası muhalefet, neden gizli celse istemez ve hesap sormaz acaba?..!...
HER MELÂNETİN SEBEBİ MUHALEFETTİR!..
Zira Mecliste vekili; memur veya parlâmenteri olsun veya olmasın, bütün kitle siyasi partileri hükümetleri izlemek; Her derece ve düzeyde fiil ve eylemlerini denetlemek, hesap sormak, kamu zararına olan haksız, hadsiz, hukuksuz ve hesapsız karar, sarf, tasarruf ve tüm işlemlerini iptal ettirmek zorundadırlar.
Bu amaçla siyasi polemik, propaganda ve dedikodu yolu değil; Doğrudan TBMM kürsüsü, soru ve gensoru önerge yolu kullanılmalı; Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyuruları yapılmalı ve Türk Milleti adına karar vermeye memur “bağımsız ve tarafsız” mahkemelere dava açılmalıdır. Bunları peş peşe ve sonuç alıncaya kadar yapmayan bir parti, siyasi değil ticari; 2820 Sayılı Kanun ve Anayasanın emrettiği kitle partisi değil, düpedüz şahıs ve sulta partisidir. Ki, bu ve benzeri antidemokratik kurumlar, şu gelinen noktanın suçlusu, insan hakları, adalet ve hukuku yüz karasıdırlar.
GALİP BARAN “BU KONUDA” NE DİYOR?..
“….bunu (mevcut parti, sulta ve parlâmenterlerin örtülü ödenek hesabı sormamasının nedenini) bilmeyecek ne var sayın SINACI. Hesapta bir gün iktidar olmak varsa, aynı kaynak ve olanaktan yararlanmak söz konusuysa, binilecek dalı kesmek ne mümkün!.. İşte ’Burası Türkiye’ ve insan bencil bir varlık... Bu duruma şaşıranlara ben şaşıyorum. Devam edersen, şaşırmamayı sen de öğrenirsin. Galip BARAN"
EVRENSEL İNSAN
“(…) Onun için, “her insanın vicdanının sesini dinlemesi çok önemlidir.
O vicdan sesi sonunda (…) toplumun vicdan sesi haline gelir ki, bizim ülkemizin en büyük sıkıntısı budur. Bizim halkımız vicdan sesini dinlemek istemiyor çünkü çok materyalist olmuş durumda. Çok Bencil (beyinsiz, aklı kıt, imansız, onursuz ve sorumsuz) bir milletiz biz. Dolayısıyla, (…), vicdan sesini savunan, vicdanının ifadelerini ortaya koyan varlıklara çok ihtiyacımız var. Bu memleketin; bilim adamından, ekonomistten, iyi siyaset adamından ziyade, vicdanının sesini çekinmeden ortaya koyabilen, gerçekten yürekli, gerçekten sevebilen insanlara ihtiyacı var. Bizim para, bilgi, şöhret, sandalye severlere değil, birtakım menfaatler uğruna “üç maymunlar”ı oynayan insanlara değil, tam tersine vicdan sesini ifade etmeye çalışan, seven, uyum sağlayan, ortak alan kurabilen insanlara ihtiyacımız var. Bizim asıl sıkıntımız buradadır.” (*)
Adam gibi adamlardan, namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu insanlardan müteşekkil bir muhalefet ile gerçekten “millet adına” iş gören savcı, mahkeme ve yargıçlar olsa; Memlekette bu kadar saklılık, gizlilik, adaletsizlik, haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk ve iki resmi dil talep edebilecek kadar soysuzluk olur mu idi acaba?..
Elbette olmazdı.
Öyle ise “ey muhalefet: ya görevini yap, ya da sahneyi siyaset-i bırak”
Defol git, hangi cehenneme gideceksen..Yeter ki sahneyi siyasete “onurlu ve sorumlu, dürüst” insanlar gelsin!.. (*) “Evrensel İnsan”, Ergün Arıkdal, s. 222, Galip Baran-Bilinç Üniversitesi) 
***
Adsız "ÖRTÜLÜ ÖDENEK SKANDALI; Mustafa Nevruz SINACI ..." kaydınıza yeni bir yorum yaptı: "AB-Türkiye Müzakere fasıllarından ''Rekabet Faslı'' nın açılması için açılış kriteri olarak DEVLET YARDIMLARI'nın şeffaflığı ve dDenetlenebilirliği önkoşul olarak konmuştu. Bu konuda yasal düzenleme yapılırsa bu fasıl belki Şubat 2011 de açılacak. AB denen teşkilat çağdaşlığı öğretiyor işte, ama biz ekonomik kayıpları bahane edip durumu öteliyoruz. Ancak bir gerçek vardır ki her devletin Örtülü Ödenek kavramı vardır. MİT Teşkilatının istihbarat ödeneklerinin tamamı örtülü olmaklığı gerekmez mi? Devletin bekası ile ilgili konularda en azundan ABD ve AB ülkelerinin kabul ettiği standartlarda ''örtülü ödenek'' harcamaları da yapılsın değil mi? Mesela ''Bir Devlet Başkanına takım elbise alınması, Bir devletin Bakanına 150 $ cebine harçlık konsun değil mi? Bunları çok görmeyin. Herşeyin bir kuralı vardır. Örtülü ödenekler de denetime tabi ama Sayıştay'ın değil ... Size hak verdiğimi yine de kabul etmeliyim. Bu konu yeniden düzenlenmeli...
Adsız tarafından gerçek demokrat: MUSTAFA NEVRUZ SINACI bloguna 04 Ocak 2011 04:39 tarihinde gönderildi
"
Akaryakıt da Zaaf, 
Soygun ya da Vurgun!..
Mustafa Nevruz SINACI
2010 yılı 27 Aralık tarihi itibarıyla;
Bir varil ham petrol’ün alış fiyatı maksimum: 85 dolar = 127.50 TL
Bir varil (%1+-) 159 litre ham petrol alıyor,
Yani: 127.50.-TL : 159 lt = 0.80 kuruş/litre; CİF ithal maliyeti.
BENZİN’in rafineri çıkış fiyatı: 0.93 -94 kuruş civarında.
Bir lira bile değil!..
MAZOT (motorin)’in rafineri çıkış fiyatı: 0.90 kuruş.
Bu, çıkış/piyasaya arz-satış fiyatına rafineri kârı dâhildir.
Şu hale nazaran, görünen “rafineri kârı” % 10-15 arası olsa gerek!..
Ancak bu bilgiler “örtülü ödenek sırrı” gibi saklanıyor…
Tıpkı Doğalgaz ithalinde olduğu gibi…
Buna rağmen, hiçbir bilgi meçhul değil, her şey ortalıkta.
Eğrisi-doğrusu, masumu-maksatlısı bütün bilgiler aslında ortada..
Wixileaks, Lockheed ve diğer skandallar gibi…
VAHİM OLAN 
MESELE NE?..
Türkiye, dünyadaki petrol piyasasına kıyasla pompa fiyatlarında ve akaryakıttan alınan vergilerde 2 adet dünya rekoruna sahip. Benzinin rafineri çıkış fiyatı ile satış fiyatı arasında fahiş farklar var. Rafineri çıkış fiyatı ile satış fiyatı arasında 3-4 kata varan artışlar var.
Benzin ve motorinin rafineri çıkış fiyatları ile satış fiyatları karşılaştırıldığında aradaki fahiş fark gün yüzüne çıkıyor. Ülkemizde benzin’in rafineri çıkış fiyatı 0,93 kuruş, motorin’in rafineri çıkış fiyatı da 0,90 kuruş olarak gerçekleşiyor.
Yani: 1 litre benzin rafineriden 0,93 kuruşa çıktıktan sonra yüzde 403 – 425 artışla 3.75,- 3.80,- 4.00 liraya varan “insanlık, din-iman, akıl ve mantık” dışı bir zalimlik, alçaklık, duyarsızlık, arsızlık, onursuzluk ve sorumsuzlukla satılıyor.
Bir litre mazot rafineriden 0,90 kuruşa çıkıyor % 351 artışla 3.30,- 3.32., kırsal motorin ise 3.16,- 3.18 liradan, aynı mezalim anlayışla satılıyor.
22 ay öncesi ile kıyaslandığında, ithalât ve rafineri fiyatları daha düşük durumda ama pompa da tam tersi durum hâkim!
Bu akılsızlık, adaletsizlik ve hukuksuzluk anlaşılır gibi değil!..
Üstelik dünyanın petrol denizi Türkiye’nin yanı başında…
Bazı Avrupa ve Uzakdoğu gibi binlerce km den petrol ithal eden bir ülke değiliz.
VERGİ SKANDALI
Akaryakıt ürünlerinde vergilere bakıldığında bir başka dünya rekoru karşımıza çıkıyor.
Benzinde rafineri çıkış fiyatına uygulanan vergi oranı ortalama yüzde 266 iken mazot da bu oran yüzde 188. Şu tabloyu lütfen dikkatle inceleyiniz:
Benzin rafineri çıkış   : 0,93 TL, Pompa fiyatı 3,75 TL, Fark +% 403
Motorin rafineri çıkış : 0,94 TL, Pompa fiyatı 3,30 TL, Fark +% 351
Kırsal motorin            : 0,93 TL, Pompa fiyatı 3,16 TL, Fark +% 339
Türkiye ithal ettiği ham petrolü rafinerilerinde işliyor. Fakat işlenen benzinin ancak
yarısı iç piyasada tüketilebiliyor. İhtiyaç fazlası petrol yurtdışına ihraç edilirken litresi 0,93 kuruştan satılıyor. Yani Türkiye’de pompada 3,75 – 4.00 TL olan benzin yurt dışına 0,93 kuruşa depolara doldurulmaya ve kullanıma hazır olarak satılıyor. Bu kadar hayati, sinerjik etki içeren ve stratejik bir üründe vatana ihanet gibi bir şey bu…
DURUM!...
23 Aralık 2010 tarihinde geçerli fiyat ve döviz kurları bazında yapılan hesaplamalara göre, Türkiye, 28 Avrupa ülkesi içinde ve dünyada benzin ve motorini en pahalı (fahiş fiyata) satan tek ülke.. Bu, idare ile iştigal eden eşhas, parti veya siyasi mekanizma yönünden büyük bir utanmazlık, aymazlık, onursuzluk ve sorumsuzluk olarak değerlendirilebilir. Aksi takdirde bu unsurların, idare kudretinden aciz yahut emir kulu veyahut kolaycı olduklarını düşünmekte mümkün… Her iki halde de halka yapılan bir eziyet, işkence ve zulümdür.
İnsanı içten içe ve alenen kahreden bir başka meselede, aptal yerine konularak, alay konusu yapılma girişimleridir.
Örneğin, adının başında Prof. Dr gibi akademik ve karizmatik unvanlar taşıyan, kimlik-kişilik, onur ve erdem yoksunu bir insanlık düşmanı piyon ekranlara çıkartılıp, “Türkiye'deki benzin fiyatı 1,9 euro düzeyinde bulunurken, 1 litre benzinden alınan ÖTV ve KDV 1,2 euro ulaşıyor. ÖTV ve KDV, satış fiyatının da yüzde 66,8'ini oluşturuyor” biçimi yalanlar söyleyebiliyor, bu işin arkasında oynanan kara-kirli ve menfur oyunları pekalâ savunabiliyor.
Ne kadar alçakça ve küstahça değil mi?..
Oysa bütün dünya biliyor ki, bu işin arkasında haksız “fahiş” kazanç, ahlâksız edinim, kaçakçılık, potansiyel oy’a tahvil babında yatırım, yandaş medya, yoldaş dernek, sırdaş vakıf ve sair partizanlara kaynak aktarma, kaynak yaratma; Kanunla tayin, tertip, idame ve ikamesi kabil olmayan bazı “saklı-gizli” işlerin finanse edilmediği ne malum!..
Bir de “akaryakıt kaçakçılığının” milyar dolarlara varan hacmi hesaba katılırsa!..
Belki mesele anlaşılır. Lâkin bu pahalılık zulmünün sebebi anlaşılamaz..
MUHALEFET NE İŞ YAPAR?
Bütün bu soygun, vurgun karşısında niçin muhalefet suspus?
Başta Akaryakıt, Doğalgaz, Telefon, Elektrik, Su, Et, Süt vb. gibi “temel girdi” ve hayati ürünlerin “dünyanın en pahalı fiyatına” satılmasına ve “soygun-vurgun” kapısı olarak kullanılmasına muhalefet partileri niçin sessiz, yaptırımsız, ilgisiz ve kayıtsız?..
NEDEN HERHALDE BU OLSA GEREK:
GALİP BARAN “BU KONUDA” NE DİYOR?..
“….bunu (mevcut parti, sulta ve parlâmenterlerin fahiş kâr ve pahalılığın hesabını sormamasının nedenini) bilmeyecek ne var sayın SINACI. Hesapta bir gün iktidar olmak varsa, aynı kaynak ve olanaktan yararlanmak söz konusuysa, binilecek dalı kesmek ne mümkün!.. İşte ’Burası Türkiye’ ve insan bencil bir varlık... Bu duruma şaşıranlara ben şaşıyorum. Devam edersen, şaşırmamayı sen de öğrenirsin. Galip BARAN"
EVRENSEL İNSAN
“(…) Onun için, “her insanın vicdanının sesini dinlemesi çok önemlidir.
O vicdan sesi sonunda (…) toplumun vicdan sesi haline gelir ki, bizim ülkemizin en büyük sıkıntısı budur. Bizim halkımız vicdan sesini dinlemek istemiyor çünkü çok materyalist olmuş durumda. Çok Bencil (beyinsiz, aklı kıt, imansız, onursuz ve sorumsuz) bir milletiz biz. Dolayısıyla, (…), vicdan sesini savunan, vicdanının ifadelerini ortaya koyan varlıklara çok ihtiyacımız var. Bu memleketin; bilim adamından, ekonomistten, iyi siyaset adamından ziyade, vicdanının sesini çekinmeden ortaya koyabilen, gerçekten yürekli, gerçekten sevebilen insanlara ihtiyacı var. Bizim para, bilgi, şöhret, sandalye severlere değil, birtakım menfaatler uğruna “üç maymunlar”ı oynayan insanlara değil, tam tersine vicdan sesini ifade etmeye çalışan, seven, uyum sağlayan, ortak alan kurabilen insanlara ihtiyacımız var.
Bizim asıl sıkıntımız buradadır.” (*)
Adam gibi adamlardan, namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu insanlardan müteşekkil bir muhalefet ile gerçekten “millet adına” iş gören savcı, mahkeme ve yargıçlar olsa; Memlekette bu kadar saklılık, gizlilik, adaletsizlik, haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk ve iki resmi dil talep edebilecek kadar soysuzluk olur mu idi acaba?..
Elbette olmazdı.
Öyle ise “ey muhalefet: ya görevini yap, ya da sahneyi siyaset-i bırak”
Defol git, hangi cehenneme gideceksen..
Yeter ki sahneyi siyasete “onurlu ve sorumlu, dürüst” insanlar gelsin!..
(*) “Evrensel İnsan”, Ergün Arıkdal, s. 222, Galip Baran-Bilinç Üniversitesi)
DİKKAT!.. İletişim için :: e.POSTA :: gercek.demokrat@hotmail.com

4 Aralık 2010 Cumartesi

SANAL SENDROM WİKİLEAKS
Mustafa Nevruz SINACI
Ehli kitap’ın parçalanması, bölünmesi ve ayrışmasından sonra dünyada tekâmül durdu. İnsanlık âlemi geri sayıma geçti. Gaflet, dalâlet, taassup, cehalet ve İslâm’a karşı ihanet içine sürüklenen Musevi ve İsevi şerait mensubu eski Müslümanlar, miadı dolan akaidi terk ederek, bütün yönleriyle tahrif edilmiş “dejenere” kitaplarına yobazca sarıldılar.
Oysa dünyanın tüm bilim ve din adamları bilir ki: Hz. Musa da, İsa da Müslüman’dı.
“Hazreti Meryem” filminde dikkat etmediniz mi? Museviler ile İseviler birbirlerine ‘Müslüman” diye hitap ediyorlardı!.. Filmde, bütün Peygamberlerden de Müslüman olarak bahis konusu edildi. Hz. İbrahim, İsmail, İshak, Süleyman vd..
Hakikatte Hz. Âdem’den Hz. İsa’ya kadar olan Resul’lerin tamamı yerel ve bölgesel ümmet peygamberi; Vahyen tebliğ ettikleri din İslâm, mensuplarıysa Müslüman’dır. Örneğin son Hıristiyan Şamlı Rahip Bahira’dır.. Musevilik, Hz. İsa’nın tebligatı ile nihayet bulmuştur. Hatem-ül Enbiya (son peygamber) Hz. Muhammed ile İslâm evrensel bir konuma yükselerek bütün şeraitleri şamil olmuştur. Yani bugün yeryüzü ve kâinatta tek din vardır o’da İslâm’dır. “Doğrusu, Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 19) İşte, bütün mesele budur.
Daha açık ve doğrusu Hz. Musa’yı ölümle tehdit ve kendisine insanlık dışı zulümler yaparak şeytana biat etmeyi tercih eden Yahudiler, Hazreti İsa’nın şeraitinin inkişafına imkân ve fırsat tanımadılar. Tıpkı İslâm’a musallat ettikleri Ebu Cehil ve Abdullah İbn-i Sebe gibi satanist tedhişçiler vasıtasıyla 300 yılda 2533 İnci icat ederek Hıristiyanlığı sabote etmişler;, 325 yılında toplanan I. İznik Konsülü, zalim despotların hizmetinde kul-köle durumuna düşen ruhbanların elinde şekillenir. 625 yılı Konsülü’nde Engizisyon kâbusu Batı ve Orta Doğunun üzerine çöker. Vaktiyle Yahudilerin yaptığı gibi, Papazlar da, yukarıdaki hakikati ilân, tasdik ve tescil eden “Barnaba İncili’ni” aforoz ve şimdilerde yürürlükte olanları tasdik ederler. 1312 konsülü günümüz menfur emperyalist (hırsız) ve kapitalistler (tanrısı para olan sapkınlar)’in emirleri yönünde gerçekleşince, giderek yoğunlaşan, yayılan birleşme-bütünleşme, asla rûcu yerini ayrışma, parçalanma, bölünme ve sapkınlığa (putperestliğe) dönüşme sürecine bıraktı.
III. İznik Konsüller Toplantısı’ndan (1312) sonra Papa’lar İslâm’a karşı baskı, zulüm ve haçlı saldırılarını yoğunlaştırdılar. Olmadı. Ricatla 1700’lere kadar derinlemesine faaliyet için dışa kapandılar, sindiler ve siyom’la günümüz kan, kin ve sömürü örgütlerini kurdular.
1700’lerde Osmanlı ve Müslümanların tefessühü ile inisiyatif bunlara geçti.
Derhal dünyayı kasıp kavurmaya, fesat çıkarıp kan dökmeye başladılar.
1., 2. Dünya Savaşları, bunları takip eden saldırılar, işgaller, dünya “ilâh, silâh ve ilâç” baronu 12 kız kardeşlerin, yukarıda tanımlanan tertip, teşekkül ve sol-satanist organizasyonlar içinden zuhur ederek dünyada hâkimiyet tesisine kalkışması!... Nitekim, muvaffak da oldular..
300 yılda önlerine çıkan tek engel Atatürk ve antiemperyalist TC oldu.
TC engelini 11 Kasım 1938’de aştıklarını sandılar. Olmadı 27 Mayıs 1960’ta ülkeye el koydular. TC “de’Facto” İngiliz Milletler Topluluğu üyesi oldu!..
SONRASI MALUM!..
Bu melânetler, dünya idaresini “derin örgütleri” marifetiyle gasp ve ezeli rakiplerini diskalifiye ettikten sonra;, Ülkeler arasında rekabeti kızıştırmak, yeni pazarlar yaratmak veya mevcut pazarları işgal; Oyunlarını heyecan-hezeyanla renklendirmek amacıyla zaman zaman plânlı saldırı, güdümlü anarşi, terör, tedhiş ve organize ifşaat, şantaj, skandal vs. gibi “menfur amaçlı” sansasyonel provokasyonlara başvururlar…
Lockheed, Watergate, Domuz Gribi, 11 Eylül kurgusu ve akabinde düzenlenen haçlı seferleri furyası bunlardan bazılarıdır. Ayrıca, malum ve menfur ekip, başta Amerika olmak üzere çeşitli başkentlerde oluşturduğu insan mühendisliği, strateji, yalan, iftira, tefrika (ting-teng) grupları (sözde düşünce kuruluşları) yoluyla kıyamet ve felâket senaryoları üretir. Bunlar, 2010’da bin yılın en şiddetli kış’ı, 2013’de kıyamet gibi, yolsuzluk, soygun ve vurgun amaçlı senaryolardır. İşte Wikileaks, bu kabilden bir furya olup, malumun ilânından ibarettir.
TÜRKIYE’NIN TEMEL SORUNU EKONOMI
Mustafa Nevruz SINACI
Bu melânet Wikileaks belgeleri Amerikan medyasında hiç yer almıyor. AB basınında mabadın sonuna konuluyor. Türkiye’de ise kıyamet kopuyor, gündem sarsılıyor, yer yerinden oynuyor!.. Bu ne gericilik, yobazlık ve insanlık dışılıktır ki; Yazılması-çizilmesi, anlatılması ve açıklığa kavuşturulması,aydınlatılması gereken binlerce sorun varken, bu denli onursuzluk, sorumsuzluk ve aynazlık neden?!..
Galiba ülkemizde, “hukuk devleti, hak ve adalet devleti ne demektir” bilinmiyor!..
Bu nedenle, Cumhuriyet, demokrasi, hak-adalet ve hukuk’un kaideleri işlemiyor!..
Ve galiba, demokratik hukuk devletinde temel amacın “Para ve sermaye hâkimiyetinin en düşük seviyede tutulması; İnsan hakları, hakkaniyet, adalet ve hukukun üstünlüğü’nün her daim hâkim ve hükümran kılınması; Kuvvetler ayrılığına mutlak itaat, halk’a samimiyet, tam dürüstlük ve sadakatle hizmet” olduğu bilinmemekte!.. İşte bu çok büyük bir sorundur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ana sorunu, dipten tavana ekonomidir.
Yani “adalet mülkün temeli” ilkesinin kökünden sarsılmış, yıkılmış, “hak ve adalet ahlâkı’nın” yok edilmiş olmasıdır. Ekonomimizi içinde debelendiği bataklığa dikine saplayan ve ülkemizi dışa bağımlı kılanlar ise cahil-aptal, egoist ve çıkarcı-haramzade politik-acılardır.
Mesele, millet iradesinin, devlet idaresinden kovulması sonucu bu hale gelmiştir. Son elli yılın sözde siyasetçi güruhu, medya ve mafya ile el ve gönül (iş) birliği yapmak suretiyle, tıpkın Amerika’nın, Lockheed, Watergate, Domuz Gribi, 11 Eylül kurgusu ve akabinde start verdiği “haçlı seferleri furyası” gibi sözde “demokrasi, kardeşlik ve barış” uğruna siyasettir!..
Bunlara göre, ekonomiden maksat: Kısaca rant, kıyasıya hırsızlık, yolsuzluk, gasp, irtikap, sahtecilik, nitelikli dolandırıcılık, ayırma-kayırma, rüşvet ve suiistimaldir.. 47 yıl süre ile ısrarla, inatla sürdürülen anarşi, terör ve tedhişin amacı: Bu yağmayı gizlemek, gözlerden ırak tutmak, örtmek ve perdelemektir. Aksi taktirde, binlerce polis, bir o kadar jandarma ve 1 milyonluk ordunun, bir avuç eşkiyanın hakından gelememesi çok gülünç ve utan vericidir!..
İnsanlık dışı gürüha göre “kendi kendine yeterli olmak; ağırlıklı üretim, yoğun ihracat, rekabet ve denge unsuru iktisadi devlet teşekkülleri, KİT’ler; denk bütçe ve dengeli ihracat -ithalât politikalarını baz alan milli iktisat” çağ dışı, oldukça tehlikeli, fırsat eşitliği, demokrasi ve kişilik haklarına aykırıdır. Kamu yararına dengeli, istikrarlı ve düzenli kalkınma denilen tür sistem, gericilik, yobazlık ve köktencilik, bireysel teşebbüs düşmanlığıdır bunlara göre!.
Bu nedenle: Devleti küçültmek, bölmek, parçalamak ve paylaşmak isterler!..
Dolayısıyla dışa bağımlı politikaları yürüten siyasetçiler, ister istemez bu ülkedeki yabancı çıkarlarının temsilcileri, iş ortakları, ajanları veya işbirlikçileridir. Onun için Türkiye başbakanı Amerika’nın Büyük Ortadoğu Politikası’nın eş başkanı olsa gerektir. Türkiye onun için güvenliğinin en büyük riskini oluşturan füze kalkanı projesinin hedefindeki ülkedir.
Türkiye, harici bedhahlara angaje, kişisel hırs ve ihtiraslarına zebun, yalana, talana kul-köle olmuş; Türkçe duruş yeteneğini kaybetmiş, inanç ve ilkelerini yitirmiş politik-acıları marifetiyle kendi çıkarları doğrultusunda “milli siyaset” üretememektedir. Türkiye’nin milli bir siyaset stratejisi yoktur. Milli nitelikte hedefleri yoktur. Sürdürülen günlük politika, ulusal çıkarlar yönünde belirlenmiş bir stratejiden yoksundur. Çünkü Türkiye, Türkiye’den değil, Brüksel’den ve Vaşington’dan yönetilmektedir… İki ucu b..klu değneğin öbür ucu budur.
İstiklâl ve istikbâlini korumak ve kurtarmak için Türkiye ve Türklerin sorunu çözmeye talip müstakbel siyasal güçleri; Bu gerçeği doğru tespit etmek ve gereğini “en az AB ve ABD kadar Milliyetçi” bir siyasetle yapmak zorunda ve durumundadıurlar. Eğer yürütülen siyasetin esası, bu temel gerçek yok sayılarak tespit ediliyorsa, (ki, maalesef öyle..) Türkiye halkının da bu siyaseti yürüten kişi ve güçleri iyi tanıması, tespit etmesi gerekir.
Görüldüğü gibi işin ucu, dönüp dolaşıp bir “tespit”e dayanmaktadır:
Ya siyaset adamlarımız Türkiye gerçeğini doğru tespit edeceklerdir…
Ya da Türkiye halkı duruma el koyup, onları bu diyardan gönderecektir.
ÇARE: DİNDAR OLMAKTIR!..
Mustafa Nevruz SINACI
Ülkemizde uzun süredir ters giden, kutsal insan unsurumuz aleyhine gelişen (kahir ekseriyetle mensup olduğumuz) İslâm akaidi, adalet ahlâkı ve evrensel hukuk gereği; idare cihazı ve egemenliğin kayıtsız-şartsız sahibi “iyi insan ve iyi vatandaşlarımızı” kahreden, mahveden bir zulüm, maddi-manevi terör, merhametsiz baskı ve işkence var.
Bakınız: Kuruluşunda bir kuruş bile kendi öz borcu olmadığı halde, bakiyesi kabul edilen mağlup ve mağdur Osmanlı’dan dolayı muazzam bir “haksız borç” üstlenerek, bunu yaklaşık 35 yılda ödeyen;, Dahası iktisat, sosyal hayat ve sanayinin hayat damarlarına sahip emperyalist tekellerin hizmet, mal, maden ve işletmelerini satın alarak yüzde yüz “yerli/milli” bir ekonomi sistemi kuran;, Hür, hâkim ve hükümran Türkiye, Türk halkı ve siyasetçisi!…
Kamu iktisadi teşebbüslerini (KİT’leri) oluşturup geliştirir, barajlar açar, fabrikalar kurar, milleti zengin, onurlu ve mutlu; Devleti imar, inşâa ve ümran ederken; ne oldu da böyle iyi, milli, insani ve medeni bir dönem kapatılarak; Bütün değerlerin birer birer “yaldaş, yoldaş ve düşmana” peşkeş çekilmesine ve haraç / mezat satılmasına başlandı? Sanki, ecnebi casusu, dâhili ve hârici bedhah gibi, eşleri dâhil ailece yabancı pasaport taşıyan, ABD bayrağı işli ti-şörtler giyen melânet bir siyaset, dini ticaret ve misyon simsarı gruba, ülke yönetimi “nasıl..!.. niçin..?.. ve neden?..” demokratik yollarla terk ve teslim edildi!?.
Özellikle sormak, sorgulamak ve kamu vicdanında yargılamak gerek...
47 yıldır devleti, milleti akamet, zeval ve zaafa uğratan, kalkınma-gelişmeyi durduran, milyarlarca dolar israfa yol açan, doğrudan ve dolaylı 100 binlerce kayıpla belirli bölgeleri kan gölüne çeviren; Anarşi, terör ve tedhiş örgütü nam çete, mafya ve eşkiya niçin “siyasetçi eliyle” kuruldu, kurduruldu?.. Yarım asırdır bunun hesabı neden ve niçin sorulmadı?..
Üstelik, “daimi bir darbe” fobisi ile kaotik korku girdabında debelenen cari yönetim, milli duruş ve kararlılıkla, yolsuzlukların hesabını sorabilecek bir cesaret geliştiremediği için, 8 yıl önce 80 milyar dolar olan devlet borcunu 8 yıl içinde 580 milyar dolara çıkartmış;
Binaenaleyh, mülkiyeti millete ait Cumhuriyetin en değerli varlıklarını haraç mezat satmış, milli pazarı yabancı tekellere açarak; Türkiye kendi ürettiği ile geçinebilen Dünya’nın nadir ülkelerinden biri iken, bugün buğdayını, şekerini, pamuğunu ve etini bile dışarıdan alan ve “dünyanın en pahalı fiyatlarına satan” bir duruma düşürülmüştür. Dahası; Bu yıl kurbanlık hayvanlar dahi ithal ürünüdür…
Buna mukabil; Yönetimin sabık bakanları dolar zengini, oğulcukları gemi sahibi!…
İhracatçı kaos ve krizlerle erirken, ithalatçı zenginlik içinde yüzmekte; Kaynağı gayri hukuki kara ve sıcak para ile vaziyet idare edilmeye çalışılmaktadır. Oysa İstiklâl Savaşı’ndan zaferle çıkmış olan bu ülkenin bir tek lira borcu yoktu!.. Şimdilerde 580 Milyar Dolar borcu var!.. Bu borç, 8 yıl içinde 80 milyardan/ 580 milyar dolar’a çıkmış durumdadır!…
ONURLU, SORUMLU,
BİLİNÇLİ VE TAKİPÇİ OLMAK GEREK

Çünkü, diğer unsur ve insanlara nazaran gerçek Müslümanlar “devlet idaresi ve millet iradesinde” takipçi, bilinçli/farkında/kendinde, denetleyici, onurlu ve sorumludur. Bu cihetle her daim uyanık, akıllı ve sorumlu bir hal, hattı hareket tarzı içindedirler. Zira, insani boyutta olanların ve özellikle Müslümanların olağan ve normal yaşamları da budur. Çünkü:
İlk vahyi “oku” olan ve İslâm’ı, (Müslümanlığı) ümmet/milletten evrensele yükselten Kur-an’ı Kerim’in muhatabı tüm insanlık âlemi, bütün dünya ve uzay varlıklarıdır. Daha açık bir anlatımla Kur-an, madde (fizik), manâ (metafizik) ve muhteva/içerik itibarıyla tüm kâinatı şamildir. İsevilik, Musevilik ve öncekiler gibi münhasır ve mahsus değil evrenseldir. Evvel’i ahir’e bağlayan köprü (son kitap/son peygamber) özelliği nedeniyle de Ahsen-i takvim üzere yaratılan İnsan-ı kâmil’in, (Yaratıcı) Rab’in halifesi olduğunu açıklar, müjdeler ve “Doğrusu, Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 19) âyeti ile vahye ve peygamberlik kurumuna son noktayı koyar. (Başta Bahailer olmak üzere, “vahiy kesilmemiş ve peygamberlik bitmemiştir” iddiası ile ortaya çıkanlar ve kelime-i şahadeti değiştirmeye cüret edenler şüphesiz kâfirlerdendirler.)
İLM-İ SİYASET, İNSAN VE KÂİNAT
Mustafa Nevruz SINACI
İnsan, Rab’i yeryüzü, uzay ve evrenin/kâinatın her tarafında temsil ve ilzama yetkili ve görevlidir. O’ndan sonra “kutsal” olan tek varlıktır. Bu kutsiyet ve hususiyet İnsan’a yeryüzü yaşam boyutunda “özgür olma” hakkını tanır. Adalet ve ahlâkta yüksek olma sorumluluğunu yükler. Yani, sıradan İnsan, iyi/kötü her istikamette serbest davranış, dilediğince tasarruf, hak, inisiyatif yeteneğinin yegâne sahibidir. Bu özgürlük başka bir canlıya asla tanınmamıştır.
Form bağlamında İnsan hariç bütün canlıların tabiatı mahduttur. Basit bir anlatımla: At’a et, it’e ot yedirmek mümkün ve kabil değildir!.. Ki, bu gerçek, çağımızda en iyi ve en derin biçimde materyalistlerce bilinir. Bu nedenle yakın çağın vebası, felâket ve lâneti: İnsan ve kütük arasında esaslı bir fark göremeyen, manâyı ret ve inkâr eden bakıştır. Bu bakışın güncel versiyonu Yahudi uşak Darwin, Hegel, Marx, Engels vasıtasıyla hayat bulmuş; Kökeni insanlık tarihi ile eş, eskilere dayalı iyilik, erdemlilik, adalet ahlâkı, hukuk ve dürüstlük karşıtı satanist, pagan bir akımdır. Bu nedenle Müslümanlık; İnsani boyut ve bilinç toplumunun kendini açıklama/ifade biçimi olmakla; Salt iyilik, ilmîlik ve erdemlilik “hak güçlülüğü’nün” konumsal üst yapısını teşkil eder. Bunun daha da üstü: “Hazreti İnsan” mertebesidir.
Hazreti İnsan; Canlı form’un en yüksek varlığı ve insanların gerçek efendisidir.
Hazreti İnsan’lara genellikle, Veli, Evliya, Kanaat Önderi ve Mürşid-i Kâmil denilir!..
Bu gerçeklik, maziden günümüze bütün Türk Uluları tarafından bilinir ve ulusun en kudretli, adaletli, hüküm ve hikmet sahibi dönemleri; İman ve amelde yüksekliklerine paralel bir devlet olarak tezahür ederdi. Özellikle 800’lü yıllardan itibaren ve tedricen İslâm’ın hamisi ve bânisi olan Türk Milleti; Binlerce yıldır süregelen “medeniyet ve adalet güneşi” vasfını bu himmet, hamiyet ve azimetle 1700 yılına kadar şeref ve şânla sürdürmeyi başarmıştır.
1700, Türk milletinin İslâm’dan, tedricen cehalete inkılâp ettiği noktadır.
Duraklamanın en önemli nedeni dini ve ilmi terk, tefrika, kibir ve riyakârlıktır.
Samimi dindarlık bu noktada yozlaşmaya başlamış, buna muvazi olarak ibre tersine dönmüş, liderlik, efendilik, hâkimlik ve hükümranlık bitmiş, akabinde tekâmül durmuştur!.. Din ve imandan nasip almamış cahiller, nam ve unvanları Prof. da olsa bu sırrı bilemez, idrak edemez, çözemez ve anlayamazlar. Nitekim!..
Sadece 33 yıl sonra (1734) Osmanlı devletinde başlayan “gerileme” bütün Türk, İslâm ve insanlık âlemini derinden sarsmış, adalet güneşi batmış, evrensel hukuk onarılmaz yaralar almış ve Osmanlı’nın sükutu ile “satanist, ateist, pagan = vahşi kapitalist/emperyalist” güruh, özellikle Müslüman milletler üzerinde esaret, asimilâsyon, köleleştirme, sömürü ve zulmünü arttırmış;, Önünde yegâne engel gördüğü Türk lider, kurucu önder Atatürk’ü öldürtmekten de kaçınmamıştır. İşin garibi, bu dinsiz taife; Tarih içinde sistematik bozulumlarla tahrif ettikleri, asılsız ve anlamsız dinlerine tam bir fanatizmle sarılarak başarıya ulaşmışlardır!..
Bu, tıpkı Firavun ile Hazreti Musa meselesine benzer. Yani inancında samimi, dürüst, iddialı, azimkâr ve gayretli olan kazanır. Rab’in rahmet sıfatının doğal gereği budur. Tıpkı şu an, zengin ve gelişmiş ülkelerinin dindar, hâkim, hükümran olmaları; tüm dünyayı yönetmeye mâtuf, ulusal dayanışmaları tam, iktisaden kuvvetli, özgür ve muktedir devletler olmaları gibi.
Oysa, Müslüman sanılan milletler ekseri geri kalmış, zavallı ve zayıf!..
İşte, Cumhuriyetin kurucuları bizden, dünya Müslümanlarının hepsinden daha iyi ve ileri bir basiret ve ferasete sahiptiler. Derken birileri tarihi geri itti. Onur, erdem, bilgelik ve dürüstlük çöpe gitti. Yerini sahte lâiklik, başörtüsü yasağı, din tüccarlığı, misyon tacirliği gibi yalan ve talanla doldurmaya çalıştılar. İnsanı, Türklüğü ve toplumu tahrip ve tarumar ettiler.
Buna hakları yoktu. Pervasızca yaptılar. Neden? Çünkü millet, artık dindar değildi!.
Öyle ise; Türk Milleti “dindar” olmalıdır. Tıpkı Atatürk’ün dediği ve İslâm’ın emir ve tavsiye ettiği gibi: “Onurlu, sorumlu, samimi, dürüst, lâik ve demokrat ‘üretici’ Müslüman...”
“İyiliği emreden, kötülüğü men eden; Haksız, ar’sız ve yolsuzlara başkaldıran”
Ameli (eylemi) ilimle/bilimle örtüşen “iyi insan; İyi, namuslu ve dürüst vatandaş...”
KURUCU UNSUR NE DİYOR?..
Mustafa Nevruz SINACI
Bakınız, kurucu unsurun lideri, Cumhuriyet tarihinin tek ve gerçek önderi ne diyor?
“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinimize, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum. Bilince ters, ilerlemeye engel hiçbir şey kapsamıyor. Halbuki Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu Asya milletlerinin içinde daha karışık, suni ve boş inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu güçsüzler (zavallılar) sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendilerini yok ve mahkûm etmişler demektirler. Onları kurtaracağız.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 3–Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, 1954)
BİR BAŞKA “EVRENSEL HAKİKAT” DAHA
Ali Kemal ve Mustafa Suphi’den günümüze; 150’likler, kadrocular, nazımcılar, solcu, gerici yobazlar, fanatik batıcılar, aydınlıkçılar ve kendilerini sözde “milliyetçi” olarak tanıtan, açıklayan ve takdim eden AB yanlısı utanmaz, ahlâksız sahtekâr, düzenbaz, din-iman, milli-manevi ve insani değerlerin amansız düşmanı sefil baronların tersine!..
Büyük bir ihlâs, samimiyet ve hulusla “kurucu önder” diyor ki !..
“Din lüzumlu bir müessesedir.
Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur.
Yalnız, şu var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. (1930-Nutuk, Cilt: 3 M. Kemal Atatürk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayını-1960)
Büyük bir inkılâp yaratan Hazreti Muhammed’e beslenilen sevgi, ancak O’nun koyduğu fikirleri, esasları korumak, uygulamak ve yaşamakla mümkündür. (1930-Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi-Sayı: 100 – 1945)
Günümüzde, ağırlıklı bir sorun ve gasp edilmiş hak gibi tartışma konusu yapılan yargı, adalet, hukuk, “din, düşünce/fikir ve vicdan özgürlüğü” hakkında vazedilen, gelecek nesillere bir armağan olan görüş, nasihat, emanet, ışık ve tavsiye:
“Vatandaşları içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında âdil ve tarafsız tutum ve davranışta bulunmaya ve mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar hakkında eşit adâlet uygulamakla vazifeli olan bir hükümet, fikir ve vicdan hürriyetlerine uymaya mecburdur.” (1927-Nutuk, Cilt: 2, M. K. Atatürk-TDT Ens. Yay, 1960)
VE LAİKLİK!..
“Lâiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek (hakiki ve samimi) dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Lâiklikle dinsizliği karıştıranlar, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile halâ gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatikleridirler. (Atatürk ve Din, Sadi Borak-1962)
Softa sınıfın din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat, çıkar temin edenler, iğrenç kimselerdir. Buna karşıyız, buna müsaade etmiyoruz.” (1930-Atatürk’ün Hususiyetleri, Kılıç Ali-1955)
ATATÜRK’ÜN SON SÖZLERİ VE VASİYETİ:
“Bütün dünyanın Müslümanları, Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmelidir. Tüm dünya Müslümanları Hazreti Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmelidirler.
Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.” (1938-Prof. Dr. Hanif Favuk–AÜDTCF Yayınları, 1979, Sayı: 102 – 1938, / Atatürk’ü Tanımak ve Anlamak, B. Şaşal – Ankara, 2004)
TÜRK MİLLETİ YÜKSEKTİR
“Türk milleti vakur ve çok sabırlıdır, Onun büyüklüğü, yüksekliği ülkesi, ülküsü ve nüfusunun genişliğinde değil, sadece yüksek (kanındaki asalet, insanlık davası, onur, haysiyet, şeref ve) karakterine dayanır ve ondan doğar. Türk, asil, mağrur ve yüksek bir ruhtur. Cumhuriyet ve Demokrasi bunun açık bir göstergesidir.” (Mustafa Kemâl Atatürk)
DİKKAT!.. İletişim için :: e.POSTA :: gercek.demokrat@hotmail.com

26 Kasım 2010 Cuma

Aydın "Adnan Menderes Üniversitesi", Demokrasi Şehid'i Başvekil, "Adnan Menderes" Ödüllü Makale Yarşması Hakkında; Duyuru ve Bilgi

İletişim: adnanmenderes.sempozyum@adu.edu.tr,
Bak: http://www.etkinlik.adu.edu.tr/adnanmenderes/
Yrd.Doç.Dr. Dilşen İNCE ERDOĞAN
Telefon : +90 505 220 52 96
E-Posta : dilsenince@adu.edu.tr
*
Yrd.Doç.Dr. Hüseyin ÜRETEN
Telefon : +90 506 752 29 44
E-Posta : hureten@adu.edu.tr
*
Gülay GÜNDEAY - Şübe Müdürü
Telefon : +90 505 874 55 75
E-Posta : gundeay@adu.edu.tr

22 Kasım 2010 Pazartesi

İHANET, KEHANET VE TEHDİT
Mustafa Nevruz SINACI
Sonradan adı DP’ye dönüştürülen malum D[y]P’nin başkanı; “Cindoruk'un 'ordu darbe yapacak' kehaneti!.. Tarih, 09 Kasım 2010. Kaynak, resmi devlet ajansı AA…
“DP Başkanı Cindoruk, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin değiştirilmesi ve TSK komuta kademesinin Cumhuriyet Resepsiyonu'na katılmamasına ilişkin, ''Komutanların tavrı, sessiz bir direniştir. Ordu, sessiz bir muhtıra vermiştir. 'Kırmızı Kitap'taki irtica, iktidar oldu'' dedi ve yaptığı yazılı açıklamada, hükümet'in, son MGK toplantısında, milli güvenlik siyaset belgesi'nden irticayı çıkardığını, bu konuda Abdullah Gül'ün Londra'ya giderken, söz konusu belgenin yeniden yazıldığını açıkladığını belirterek, şunları kaydetti:
''TC'nin hassasiyetlerine göre değil; AKP’nin isteklerine göre hazırlanmış bir milli güvenlik siyaset belgesi oluşturulmuştur. Ordu komutanlarımızın Cumhuriyet Resepsiyonu'na katılmayışları, basite alınacak bir olay değil; sessiz bir direniştir. Ordu, bu yolla bir muhtıra vermiştir. 'Kırmızı Kitap'taki irtica, Türkiye'de iktidar oldu. Bunu, algılamamız gerekir. Türk ordusunun bu işi sadece böyle bir eylemle sonuçlandıracağını, bitireceğini sanmıyorum. Bu kararı verirken, ardından yapılacak aşamaları da tespit etmiştir. Hükümetin de, bizlerin de, bu meseleye çok dikkatle eğilmemiz gerekir.
Bir Silahlı Kuvvetler mensubunun, Cumhurbaşkanının davetine gitmemesi, emre itaatsizlik olmaz. Ama bunun, bir siyasi duruş ve bir siyasi direniş olduğunu hepimiz kabul etmeliyiz, disiplin içerisinde yapıldığını da bilmeliyiz. Söz konusu duruş, en baştakinden, en küçük rütbelisine kadar disiplin içinde uygulanmıştır. Bunu iktidarın, muhalefetin ve basının iyice irdelemesi gerekir.''
Cindoruk, Türkiye'nin en büyük ve en güçlü kurumu olan TSK'nın, hükümetle ayrılığa düştüğünü, ayrılığın rejimle ilgili olduğunu ifade ile ''TSK’nın rahatsızlığını Cumhurbaşkanı ve Başbakanın, kendilerine karşı bir tavır olarak bilmelerini ve araştırmalarını tavsiye ederim. Türkiye, rejimin değiştirilmesi tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor'' diye konuştu.
Şimdi meseleyi analitik yönden inceleyecek ve irdeleyecek olursak;
İHANET: Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’nun, (2007) tam bir onursuzluk, aymazlık, sorumsuzluk ve ahlâksızlıkla tarihi Demokrat Parti’ye oynadıkları oyun!.. Kadim DP’nin adı, manâ, dava, 46 ruh ve misyonunu üzerinden vaki “siyaset simsarlığı, misyon tacirliği”, tüzük, amblem ve program sahtekârlıkları.. Sürekli istismar edilmesine, kutsal kamu vicdanı özünde sömürü vasıtası yapılmasına rağmen; 27 Mayıs, Yassı-ada ve katliam/idam’ların hesabını sormamak suretiyle; Üslendiği ad-ı ve manâyı temsil ve ilzam konusunda tam bir acizlik, kayıtsızlık, bilgisizlik, yetersizlik ve yeteneksizlikle atıl kalmak; Tarihi ve kadim Demokrat Parti ile; Bu nedenle onurlarıyla oynanan, gasp-irtikap, zulüm ve işkenceye maruz kalan tüm “gerçek, samimi ve dürüst demokratlar ile sadık Atatürk sevdalılarına” ihanet ve hakarettir.
KEHANET: Öncelikle ve evvelâ mündemiç oldukları insan ve vatan sevgisi, adalet ve hukuk saygısı ile demokrasiye olan sadakatleri nedeniyle;, Toplam 38 sergerdeden ibaret bir avuç çapulcunun HP güdümünde isyana kalkışacakları gün gibi aşikâr iken ve iyi bilindiği halde;, Necip Türk Milleti ile Türk ve İslâm dünyasının medar-ı iftiharı, göz bebeği, Evlâd-ı Fatihan ve Peygamber Ocağı Ordusuna halel getirmemek uğruna; Muhtemel kalkışma halinde Asker, Polis ve Yargıya tam güvenle, adalet ve hukuka sığınmayı tercih eden bir siyasi fazilet ocağının; Muvazaalı bile olsa güncel başkanı sıfatıyla sarf edilen bu kehanet, büyük çelişki, talihsizlik ve bühtandır. Üstüne üstlük, etrafında cirit atan hırsız ve yolsuzlar ile “siyasallaşan mafya, akredite medya ve politik-ACI” ların soygun-vurgun organizasyonlarına karşı şiddetle muhalefet etmekten kaçınması, en az bu kehanet kadar utanç ve hicap vericidir.
Bu gaflet ve dalalet gerçek demokratlardan ve milletten özür dilemeyi zorunlu kılar.
TEHDİT: Mezkür beyan, bir yandan “kehanetle” darbeye davetiye çıkarmak, diğer taraftan da, müşteki olunan hükümeti “darbe ile tehdit etmek” anlamına gelir ki; Bu, tarihi ve kadim “DP” için “asala tevessül ve tenezzül edilmeyecek kadar” ucuz bir politikadır.
STRATEJİK ORTAK (!?),
İNCİRLİK VE FÜZELER
Mustafa Nevruz SINACI
Kadim Halk Partisi (CHP) tarafından, iktidarın Demokrat Parti’ye devrinden sadece 40 gün önce ve çok manidar bir şekilde yangından mal kaçırırcasına 4 Nisan 1949 tarihinde imzalanan Washington Antlaşması gereği, bir Amerikan üssü olan “İncirlik” (*) hariç olmak üzere;, Soğuk savaş döneminde ABD’nin Avrupa ve Türkiye’de üslendirdiği radar ve füze sistemlerini iptali; Türkiye’yi rahatlatmış ve çevre ilişkilerini geliştirmesinin önünü açmıştır.
Şayet bugün Rusya, İran ve Suriye ile gümrükler, vizeler kalkabiliyor ve yerel para birimleri ile ticaret teşvik ediliyorsa; Gerici, fanatik ve din tüccarı kesimin ileri sürdüğü, iddia ettiği gibi bu, “hükümetin büyük başarısı” değil, bölgesel konjonktürün sağladığı bir imkân ve avantajdır. Ayrıca, komşularla “0” sorun konsepti ile “Türkiye aleyhine tavizlerle” yürütülen politikanın yürüyüp yürümeyeceği, onurlu/sorumlu ve omurgalı bir dış siyasetin sergilenip sergilenemeyeceği, önümüzdeki günlerde netleşebilecektir.
Türkiye’nin durumu çok zor:
Bush zamanında geliştirilen, Obama’nınsa şark kurnazlığı ile NATO bünyesine alınan “Füze kalkanı projesi” Türkiye’de konuşlandırılacaksa, bu iş gelecek bir iki ay içerisindeki en büyük sıkıntılarımızdan biri olacak demektir. Zira şu anda, “ihanet abidesi ve milletin bağrına sokulmuş düşman hançeri” misal TC’ye küstahça meydan okuyan “Amerikan üssü İncirlik”; Ortadoğu vahşeti, anarşi-terör ve tedhiş bağlamında barınak, gayya çukuru ve kahpe, kalleş düşman karargâhı durumundadır. İncirlik’e izin veren CHP zihniyeti kamu vicdanında ebedi lânete mahkûmdur. ABD/NATO Füze Kalkanına izin vermesi halinde, AKP’de, aynı şekilde şiddetle kınanacak, lânetlenecek ve muhtemelen tarihe “vatana ihanetle malûl ve milleti en alçak şekilde hançerlemekle müseccel” şerefsiz, soysuz ve hain bedhah bir melânet tanımı ile geçecektir. Zira AKP’nin “şimdiki” esas görevi ülkeyi İncirlik belâsından kurtarmaktır.
MENFUR TUZAK:
Görmeyen kör, bilmeyen ahmak ve duymayan sağırdır. Bu Füze Kalkanı çok açık bir halde, Amerikan çıkarları uğruna (BOB kapsamında) oluşturulmak istenen, Türkiye ve bölge İslâm ülkeleri aleyhine menfur bir tuzaktır. ABD buna ‘yeni terör stratejisi konsepti’ demekte fakat Türkiye düşmanı terör ve tedhişin arkasında durmayı sürdürmekte, dolayısıyla da Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nın reddettiği füze sistemini Türkiye’ye yerleştirmek istemektedir.
Bu iğrenç bir kalleşlik, apaçık düşmanlık ve tuzaktır!..
Çünkü “İran ve Suriye” NATO düşmanı iki ülke haline geldiğinde, TC düşmanı olarak algılanacak; İkili ilişkilerin tavan yaptığı bu ülkeler kendilerine karşı kullanılacağı kesin füze sistemlerini üslenen Türkiye’yi “mutlak bir tehdit” olarak algılayacak ve göreceklerdir.
Beklenir bir İsrail-İran çatışmasında; Türkiye bu savaşa çekilecektir. Oysa mezkür Radarlar ve Savunma Sistemlerinin Avrupa’yı korumaya yönelik olduğu, Türkiye için bir yararının olmayacağı ifade edilmektedir. Ayrıca, Sistemleri yerleştirmeye zorlanan Türkiye, bunların yönetim ve karar mekanizmasında görevlendirilmeyeceği anlaşılmaktadır. BM son oylamasında, İran’dan yana tavır koyan TC’nin; 19 Kasım’da hayır demesi durumunda, eksen kayması savları, tartışılmaktan çıkacak ve Türkiye Batıdan kopmuş olarak algılanacaktır.
Şu hale nazaran: Türkiye’nin 19 Kasım sınavı hayati önemi haiz bulunmaktadır.
Hükümet; “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu ile karşı karşıya olup; Bu bir “milli meseledir”. Yalnız AKP değil, bütün partiler bir araya gelmek ve kafa kafaya vermek suretiyle çözüm üretmek ve meseleyi halletmek zorundadırlar. Aksi takdirde, İncirlik zanlısının şaibesi katlanacak, MHP ve BDP de “vatan haini” kategorisine dâhil olacaktır.
Türkiye için, en yakın ve en büyük tehlike Füze Kalkanı ve İncirlik üssüdür.
Füze Kalkanı’na evet diyen ve İncirlik’i söküp atamayan bir unsur hükümet değil; Olsa olsa, bir cehalet, ihanet ve bedhahların piyonu kirli-kaprisli bir menfaat şebekesi olabilir.
Not: İncirlik, TC’nin evrensel hukuk, legal mevzuat, yasa, egemenlik ve hükümranlık haklarına bütünüyle aykırı olup; Cari anarşi, terör ve tedhişin başlıca sorumlusudur. 15.11.2010
DİKKAT!.. İletişim için :: e.POSTA :: gercek.demokrat@hotmail.com
GELECEĞE UFUK AÇAN YAZILARINIZ.‏
Kime: gercek.demokrat@hotmail.com, mustafanevruzsinaci@gmail.com
Kimden:cagrielgun@hotmail.com
Gönderme Tarihi:24 Kasım 2010 Çarşamba
Kime: gercek.demokrat@hotmail.com; mustafanevruz.s1 (mustafanevruz.s1@gmail.com)
Değerli Dost;
Sn. Mustafa Nevruz SINACI;
Bilgi, akıl, mantık süzgecinden geçmiş, geleceğe yönelik hedefler gösteren millî, vatanî, ve ahlâkî bir fazilet levhası olan yazılarınızı okumaktan büyük memnuniyet duyduğumuzu size iletmek istiyorum.
Memleketimizin nedametli coğrafyasında, sizin gibi MESELELERE TEŞHİŞ KOYAN, ELEŞTİREN ve NİHAYET YOL GÖSTEREN aydınlarımızın sayısı neredeyse tükendi. Tükenmese de bir avuçtan az kaldı.Hiç şüphesiz, ŞAN, ŞÖHRET, MAKAM, MEVKİ ve PARAYA herkesin hevesi, ihtiyacı ve ihtirası vardır; fakat bütün bunları bir tarafa iterek sadece DOĞRU BİLDİKLERİNİ YAZABİLMEK BU DEVİRDE kalbur gibi yürek ve MALKOÇOĞLU gibi cesaret ister.Bu sebep ile:
DOĞRU TEŞHİSLERİNİZ, ELEŞTİRİ ve YOL GÖSTEREN YAZILARINIZ SEBEBİYLE sizleri tebrik ediyor;geçmiş bayramınızı kutluyorum.
Abdullah Çağrı ELGÜN

4 Kasım 2010 Perşembe

Hacc, kurban ve "kurban kesmek" üzerine!...

BAYRAM, “HACC” VE KURBAN (1)
Mustafa Nevruz SINACI
Istılah da, (Kurban Bayramı’nda) sadece “harem-i şerif’te, yani Kâbe-i Muazzama da” Hacc farizasını yerine getirenler kurban kesebilir.
Akika, adak ve kefaret gibi haller dışında; Özellikle de, “Kurban Bayramına özgü bir ibadet” biçiminde algılanarak kurban kesmemek gerekir.
Zira Kurban kesmek ancak Hacda farzdır veya aynı manada vaciptir.
Peygamber Efendimiz sadece hacda kurban kesmişlerdir.
Kur-an’ı Kerim, sadece hac yaparken kurban kesmeyi emreder.
BUNA GÖRE:
“Kurban kesmek ancak, Hacc (Kâbe/Mekke-i Mükerreme/ Mescid-i Haram) da farz veya aynı manâda vaciptir. Bu iki terim aslında aynı şeyi ifade eder. Bunun dışında kurban kesmek müstehap (Sevilmiş şey, yapılması sevaplı olan. Peygamber Efendimizin bazen yapıp bazen terk eylediği, farz ve vacibin dışındaki sevaplı işler. Sevaplı iş, nafile, mendup, fazilet, edeb, tatavvu) sünnetlerdendir.
Hacda kurban kesemeyenin 3 gün orada 7 gün döndükten sonra oruç tutması farzdır.
Artık Mekke'de kesilen kurbanların fakir ülkelere gönderilme imkânı vardır.
Geçmişte, Kâbe’de kesilen Kurbanların telef ve zayii olması Selefiyeci Vahhabilerin dar kafalılığından kaynaklanmakta idi.” (Fazıl Agiş, Emekli Öğretim Görevlisi, Müçtehid ve Fakih)
“Kurban kesmek, hacc ibadetini yerine getirenler için bir vecibedir.
Ancak Türkiye’de ‘zengin’lerin yerine getirmesi gereken bir ibadet biçimi olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte, kurban etinin bir kısmının fakirlere dağıtılması kaydı şartıyla bunun (uygulamanın) hayırlı bir “gelenek” olduğu söylenebilir. (Prof. Dr. Ömer Özsoy, Prof. Dr. İlhami Güler, Sistematik Kur’an Fihristi; 364)
Kurban, haccı yaşayanların bayramıdır.
İhramlanıp Arafat’ta gündüzleyen, Meş’ar’e doğru akan, Müzdelife’de geceleyen hacılar, ertesi sabah şeytan taşlar, tıraş olur ve ihramdan çıkarlar. Artık hacc tamam olmuş sayılır. Arafat’ta yaşadığı muarefe, yani Rabbiyle tanış olma sınavından geçen, Meş’ar’de gece boyu kendi içine dönüp şuurlanma sınavı veren hacı, artık bayram sabahına tıpkı Ramazan Bayramı sabahı yaşadığımız gibi bir tür çözülme ya da serbestleşme ile girer.
İhramda iken tek bir kıl bile koparılmasına izin verilmezken, bir yeşil yaprağı koparması yasakken, bayram sabahı bir canı, bir hayvanı boğazlamak üzerine vacip olmuştur. Hacının ihramı, bu anlamda Ramazanın orucuna benzer. Oruçlu Ramazan Bayramına dili çözülmüş; hacı ise Kurban Bayramına eli çözülmüş olarak girer.
Kurban Bayramı sabahı, hacıdan bir önceki gün yasaklananları yapması emredilir.
Kıl koparamazken tıraş olması istenir.
Bir yaş yaprağı bile koparması men edilmişken kurban kesmesi istenir.
Eli çözülmüştür artık. Şeytanı taşlamaya da hak kazanmıştır. Müzdelife’de yaşadığı şuurlanma / bilinçlenme sırasında toprağı kazarak topladığı taşlarla birlikte, eliyle ettiği / edeceği ne kadar kötülük varsa şeytanın yüzüne savuracaktır artık…
Hacı Kurban Bayramının sabahına ferahlamış olarak girerek, sınavlarını geçmiş, engelleri aşmış olarak girer. Gün, kelimenin tam anlamıyla bayramdır artık.
Haccı yaşayanlar bu bayramı iyi bilir, iyi hisseder.
Kurban kesen elin kendi nefsinin (vücudunun) emrinde olmadığını, şeytana taş atarken eliyle ettiği şerlerin kendinden geldiğini, kestiği kurbanın ve hatta kendi kılının da kendi mülkü olmadığını bilerek eder bayramını. Öylece kurban ‘kurban’ olur; Rabbine “yakınlaşma” günü olur. Kurban bir can sınavıdır. Kurban bir yakınlık sevdasıdır.
Kurban bir varlık sorunudur. Elimizdeki bıçak önce canımızın boynuna değer, varlığımızın boyutlarını keser ve Rabbimizden uzaklığımızı ölçer.”
(Senai Demirci, www.muhammedmustafa.net)
BAYRAM, “HACC” VE KURBAN (2)
Mustafa Nevruz SINACI
Yukarda ve önceki yazılarda açıklandığı üzere ‘kurban kesmek’ Hac ibadeti dâhilinde ve bu anlamda bir vacip olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla Kurban Bayramı, Müslümanların Mekke, Haremi Şerifte, yani kutsal Hacc mahalli olan Kâbe’de toplanarak; yıllık mutat İslâm kongresi vesilesiyle birbirleriyle kucaklaşmaları, ümmetin sorunlarını müşavere ve müzakere etmeleri ile Hacc’la birlikte yeniden hayat bulmaları nedeniyle (geride kalanlarca) yapılan bir kutlamadır. Kutlama, Kâbe de kurban kesim ile birlikte ‘bayram namazı’ merasimi ile başlar.
Mekke dışında, hacca denk, geleneksel ve dinsel bayram olarak idrak edilen bu kutlu merasimin amacı: Alnımızın değdiği kıble kadar yakın, tek bir secdeyle gidip gelinecek denli yanımızdaki; İnsanlığın ilk mâbedi ve çevresinde yaşanan mübarek hac sevinci, kutsi heyecan ve telaşı idrake gayret etmektir. Haccı, hacıların gönlüne girerek yaşamaktır. Hayatları hac’la yeniden hayat bulan ve adeta yeniden doğan büyüklerimiz, yakınlarımızın feyiz, af-mağfiret, bereket ve rahmetini paylaşmaktır.
İşte, Bayrama, kurban bayramına öylece varmak ve sanki ‘biz’de Haremi Şerif’te, Kâbe huzurunda, Hacer-ül Esved karşısında imişiz gibi’ tali bir ibadet şuuru içinde idrak etmek gerekir!.. Kurban bayramından maksat yakınlık ve yakınlaşma manâsına gelen kurb, müminin cisim/madde çeperini aşarak Allah'a yaklaşması demektir. Unutmayalım ki, kurban, kelime anlamı ile Allah'a yakınlaşmak gayesiyle, O'nun verdiği mallardan, kurban edilmesi mümkün olan birini, yine O'nun rızası için HACC’da boğazlamak demektir.
Bu husus, Bakara Suresi: 196, Al-i İmran Suresi: 183, Mâide Suresi: 2, 27, 95, 97, Hac Suresi: 28, 33, 34, 36, Saffât Suresi: 107, Fetih Suresi: 25 ve Kevser Suresi: 2. âyetleri ile Hz. Aişe (ra) ve Sahabe’den Ebu Hureyre (ra), Zeyd İbnu Erkam (ra), İbnu Abbas (ra), Ümmü Bilâl Binti Hilâl (ra) Uveymir İbnu Eskar (ra) ve Hazreti Cabir (ra)’ın naklettikleri Hadis-i Şerifler ile sabittir.
Şu hale nazaran: Başta Namaz, Oruç, Zekât ve Hacc olmak üzere her biri ilâhi emir ve tıpkı ‘H2O’ gibi orijinal formülden ibaret ibadetler; Orijinal biçim, emredildikleri usul, esas ve şekilde algılanarak uygulanırsa doğru olur. Temel âdet (evrensel kural) ve ibadetlerde zaruret harici tolerans yoktur. Ancak tali (tamamlayıcı, bütünleyici) ibadetlerde bu düşünülebilir.
Örneğin: Kurban Bayramı bir “kavurma bayramına” benzetilemez, dönüştürülemez!..
İslâm ve iman’ın şartlarını noksansız uygulamayan; Doğruluğu-dürüstlüğü, adalet ve fazileti emretmeyen, kötülükten men etmeyen (emri bil maruf, nehyi anil münker); Kur-an’da vahiyle sabit haramlardan sakınmayan, yasaklara aldırmayan, basiret, adalet, ibadet ve medeniyet ile ilgili emirleri uygulamayan; İslâm âleminin kalkınmasına, gelişmesine, yükselmesine katkıda bulunmayan kişinin Müslümanlığından söz edilemez!.. Namaz kılmayanın, oruç dâhil ‘ibadet’ yollu yaptığı hiçbir eylem makbul ve muteber sayılamaz. Müslümanlar zahire (görünene) göre hükmeder. Gaybı sadece Rab bilir. İlim ve iman ile amel etmek, eylem ve söylemde bir olmak insan ve İslâm olmanın en ve tek belirgin işaretidir.
İslâm’da ilmin kaynakları, tatbiki iman ve ibadet dayanakları Ayet, Hâdis, İcma-i ümmet ve içtihat olup; Ülkemizde kurulu DİB ve benzeri kurum/kuruluşların, (Müslüman halkın rey, rıza ve muvafakati ile seçilmemiş olmaları nedeniyle) hüküm irsali, yorum ve içtihat’a hak ve yetkileri yoktur. Bu tür kurumlar, yerleşik İslâm ümmetinin ibadet, mâbed, imar, inşa, idame ve ihyası ile namaz kıldırma memurlarının idaresi gibi muamelat işlerini tedvir vazifesi ile kaimdir.
Müslümanlıkta, İsa ve Musa şeraitlerinde olduğu gibi bir ruhban sınıfı yoktur.
İcma-i ümmet ve içtihat hakkı bizatihi Müslüman ahali, âlim ve ileri gelen müminlere aittir. Dolayısıyla DİB adına bir kişi çıkıp da: Kurban bayramında “kurban kesilir” veyahut da “kestirmeyiz” deme hakkına sahip değildir. Tıpkı başörtüsü konusunda ayet, hadis dışında tek bir kelime edemeyeceği gibi; tarikat ve cemaat tasallutu olmaksızın; Hak rızası için, adalet ve faziletle ümmeti temsil eden müminlerin reyi ile tertip ve teşekkül edinceye kadar!..
BAYRAM,
“HACC” VE KURBAN (3)
Mustafa Nevruz SINACI
Dönem itibarıyla, muharref şeraitle yönetilen Hıristiyan ve Musevi/Yahudi yönetim unsurları tarafından İslâm âlemi, Müslüman ülkeler ve halkları adeta bir hasım ve düşman olarak algılanmakta;, Başta Irak ve Afganistan olmak üzere pek çok İslâm ülkesine tasallut, işgal ve tecavüz edilmiş bulunulmaktadır.
Yanı sıra, Müslümanların ağırlık, yoğunluk ve çoğunlukta olduğu ülkelerin hiç birisi hâkim, hükümran, özgür ve bağımsız değildir.
Fakirlik, cehalet ve geri almışlık; Düne kadar dünyayı peşinden sürükleyen Müslüman ülke ve halkların önde gelen sorunudur.
Bunun başlıca nedeni:
Müslümanların insan hakları, adalet ahlâkı, eşitlik ve hukukun üstünlüğü ilkelerinden sapmış; Ticaret ve siyasette fazileti terk etmiş; Kur-an’ı Kerim’in emir ve yasaklarını bir kenara itmiş, gözden çıkartmış ve tefessüh etmiş, gaflet ve dalalet içinde “batı bataklığına” batmış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Sebep:
Mezhepçiliğin hâlâ ön plânda tutulması ve içtihat kapılarının açılmamasıdır.
Oysa zaman, ittihad (işbirliği) ve tevhid (birlik) zamanıdır.
Bu nedenle İslâm da içtihat kapısı asla kapatılamaz, kapalı tutulamaz.
Çünkü İslâm dininin güncelliğini, güzellik, tazelik, sadelik, asra önderlik ve kamu vicdanına istikamet kazandırması dirilik ve zindelikle mümkündür.
Bu imkân ise ancak içtihat kapılarının açık olması ile kabil ve mümkündür.
Örneğin, Şiiler hiçbir zaman müçtehitsiz kalmadıkları içindir ki, her çağda hâsıl olan sıkıntı ve sorunlara çareler, çözümler üretmiş ve uygulamışlardır.
Buna mukabil Sünnilerde (ehlisünnet ve’l cemaat mezheplerinde) Abbasi halifesinin Memluklulara sığınmasının akabinde Sultan Baybars'ın emriyle dört Mezhebin içtihadına bağlanmak şartıyla birlikte “bu yapılan içtihatların dışında” içtihat yapmak yasaklanmış ve bu yasak asırlar boyu süregelmiştir.
Bu da ayrı ve önemli olay olup Ümmeti bağlamaması gerekir.
Keza, İmam-ı Gazali’nin benzer bir hükümle “bundan böyle içtihad kapıları kapanmıştır” demesi İslâm’a ve Müslümanlara bin yıldır çok büyük zararlar vermektedir.
İşin doğrusu:
Saltanat sahipleri, işgalci ve sömürgeciler, düzenlerini rahatça sürdürmek için, şeytanî bir kurnazlıkla, “İçtihat kapısı kapanmıştır.” hükmünü koydurmuşlardır.
Öyle ki, mezhep içtihatları dokunulmaz tabular hâline getirilmiş; Kur-an’ın önüne geçirilen bu akaid (kural) ve içtihatların, tabii ki günümüz ihtiyaçlarını karşılaması mümkün değildir. Çünkü insan dünyayı tanıdıkça, yeni ihtiyaçları olmakta, sanayi geliştikçe, her alanda bilgiler geliştiğinden, daima yeni içtihatlara ihtiyaç duyulmaktadır.
Tıpkı kurban vs ibadetlerin uygulanmasında olduğu gibi…
EK’LER:
Ek: 1) KURBAN AYETLERİ:
Bakara Sûresi (196) Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir. Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu (durum), ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah'a karşı gelmekten sakının ve Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin.
Âl-İ İmrân Sûresi (183) Onlar, "Allah bize, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti" dediler. De ki: "Benden önce size nice peygamberler açık belgeleri ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. Eğer doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?"
Mâide Sûresi (2) Ey iman edenler! Allah'ın (koyduğu din) nişanelerine, haram aya, hac kurbanına, (bu kurbanlıklara takılı) gerdanlıklara ve de Rab'lerinden bol nimet ve hoşnutluk isteyerek Kâ'be'ye gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoydular diye bir takımlarına beslediğiniz kin, sakın ha sizi, haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva (Allah'a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah'ın cezası çok şiddetlidir.
Mâide Sûresi (27) (Ey Muhammed!) Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. kurbanı kabul edilmeyen, "Andolsun seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Öteki, "Allah ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder" demişti.
Mâide Sûresi (95) Ey iman edenler! İhramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin. Kim (ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza), Kâ'be'ye hediye olarak varmak üzere, öldürdüğünün dengi olup, içinizden iki âdil kimsenin takdir edeceği bir kurbanlık hayvan; veya yoksulları yedirmek suretiyle keffaret; yahut onun dengi oruç tutmaktır. (Bu) yaptığı işin kötü sonucunu tatması içindir. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir..
Mâide Sûresi (97) Allah; Ka'be'yi, o saygıdeğer evi, haram ayı hac kurbanını ve (bu kurbanlara takılı) gerdanlıkları insanlar(ın din ve dünyaları) için ayakta kalma (ve canlanma) sebebi kıldı. Bunlar, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah'ın bildiğini ve Allah'ın (zaten) her şeyi hakkıyla bilmekte olduğunu bilmeniz içindir.
Hac Sûresi (28) Gelsinler ki, kendilerine ait bir takım menfaatlere şahit olsunlar ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde5 (onları kurban ederken) Allah'ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.
Hac Sûresi (33) Sizin için onlarda belli bir zamana kadar bir takım yararlar vardır. Sonra da kurbanlık olarak varacakları yer Beyt-i Atik (Kâbe)'dir.
Hac Sûresi (34) Her ümmet için, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır. Şu halde yalnız ona teslim olun. Alçak gönüllüleri müjdele!
Hac Sûresi (36) kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.
Sâffât Sûresi (107) Biz, (İbrahim'e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail'i) kurtardık.
Fetih Sûresi (25) Onlar, inkar edenler ve sizi Mescid-i Haram'ı ziyaretten ve (ibadet amacıyla) bekletilen kurbanlıkları yerlerine ulaşmaktan alıkoyanlardır. Eğer, oradaki henüz tanımadığınız inanmış erkeklerle, inanmış kadınları bilmeyerek ezmeniz ve böylece size bir eziyet gelecek olmasaydı, (Allah Mekke'ye girmenize izin verirdi). Allah, dilediğini rahmetine koymak için böyle yapmıştır. Eğer, inananlarla inkarcılar birbirinden ayrılmış olsalardı, onlardan inkar edenleri elem dolu bir azaba uğratırdık.
Kevser Sûresi (2) O Halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.
***
Ek: 2) KURBAN’A DAİR HADİS’İ ŞERİFLER:
Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav) buyurdular ki: “Hiç bir kul, kurban günü, Allah indinde kan akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz Zîra, kesilen hayvan, kıyamet günü boynuzlarıyla, kıl1arıyla, tırnaklarıyla gelecektir Hayvanın kanı yere düşmezden önce Allah (CC) indinde yüce bir mevkiye ulaşır Öyle ise, onu gönül hoşluğu ile ifâ edin”
Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Resülullah (sav) kurban kesmek istediği zaman iki tane büyük şişman çift boynuzlu alaca, hadımlaştırılmış koç alırdı Bunlardan birisini Allah (CC)’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet eden ümmeti adına keser, diğerini de Muhammed ve ÂI-i Muhammed aleyhissalâtu vesselam adına keserdi.
Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Resülullah (sav) buyurdular ki: “Maddi imkânı olup da kurban kesmeyen namazgâhımıza (Harem-i Şerif) sakın yaklaşmasın”
Zeyd İbnu Erkam (ra) anlatıyor: Resulullah (sav)’ın ashabı: Ey Allah’ın Resulü dediler, (Kâbe’de) bayram günü kesilen şu kurban nedir?. Bu, babanız Hazreti İbrahim aleyhisselâm’ın sünnetidir” buyurdular Ashab: Pekiyi, kurban kesmede bize ne gibi sevap var ey Allah’ın Resûlü!, dediler “Kurbanın her bir kılı için bir sevap” buyurdular Ashab tekrar: “(Kesilen kurban, koyun kuzu gibi) yünlü ise ey Allah’ın Resûlü (sevap nasıl olacak)?” diye sordular. Aleyhissalâtu vesselam: “Yünün her bir kılı için de bir sevap var!” buyurdular.
İbnu Abbâs (ra) anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselam’a bir adam geldi ve: “Üzerimde bir deve (kurbanı) borcu var Ben onu satın alacak güçteyim Ama deve bulamıyorum ki satın alayım” dedi Bunun üzerine Resülullah aleyhissalâtu vesselâm ona yedi davar satın alıp kesmesini emretti.
Ümmü Bilâl Binti Hilâl, babasından naklediyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Koyun nev’inden ceza’ (yani altı ayını doldurmuş ve bir yılını doldurandan geri kalmayan dolgun kuzu)nun bayram kurbanı olması câizdir.
Uveymir İbnu Eşkar (ra)’ın anlattığına göre, “Kurbanını bayram namazından önce kesmiş, sonra da durumu Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’a açmıştır Aleyhissalâtu vesselâm da kendisine: “Kurbanını iade et (yeniden kes, o kurban yerine geçmez)” cevabını vermiştir.
Hz Câbir (ra) anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm kurban ettiği her deveden birparça etin alınmasını emretti (Toplanan) etler bir çömleğe konulup pişirildi Sonra Resül-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâm ve beraberindekiler etten yediler ve et suyundan içtiler.
***
DİKKAT!.. İletişim için :: e.POSTA :: gercek.demokrat@hotmail.com,
______________________________________________
e.POSTA : gercek.demokrat@hotmail.com
WEB : http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com,
POSTA : PK, 118 [ 06 442 ] Yenişehir/ANKARA
LÜTFEN DİKKAT: Kaynak göstermek şartıyla yazılar yayına izinlidir.
***Makalelerin Tamamı İçin Bak: http://www.evrenselbilinc.blogspot.com/,