20 Ocak 2010 Çarşamba

CUMHURİYET, DEMOKRASİ VE ORDU
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Mustafa Nevruz SINACI
T
arihi (Kadim) Demokrat Parti'nin 64. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle 7 Ocak 2010 günü yayımlanan “Demokrasiye İlk Adım ve ilk Demokratik Açılım" adlı yazım kamuoyunda bir hayli yankı buldu. Bir kısmı olumlu “takdir, teşekkür ve onay içeren” bir kısmı da “sübjektif iddialar ile olumsuz tenkit ve tepki dolu” bir hayli yankılanan ve heyecanla karşılanan dizi makalelerim üzerine bazı görüşme ve röportaj talepleri geldi.
Bunlardan biri ve en dikkat çekeni; Ülkemizin YÖK’ten bağımsız, bağlantısız, AB formatında “tam bir Sivil Toplum Kuruluşu” gibi, özgür bilim ve “BİLİNÇ ÇAĞI” adına hareket eden ve Internet ortamında faaliyet gösteren “Bilinç Üniversitesi” Kurucu Rektörü, Bilinçolog Galip Baran. Aşağıdaki mülâkatı O’nunla gerçekleştirildi.
Değerli ilgi, bilgi ve tetkiklerinize sunulur.
"Galip BARAN ve Mustafa Nevruz SINACI Sohbeti," (15 Ocak 2010)
Mustafa Nevruz SINACI: Ocak ayının ilk haftası, Cumhuriyet Tarihi, adalet, hukuk ve demokrasi yönünden çok önemli ve bir o kadar da anlamlıdır. Çünkü, TC’nin kuruluşundan bu güne, bütün dönemlerin "en büyük ve tek gerçek açılımı" 1946 yılı Ocak ayının ilk haftasında gerçekleştirilmiştir. Bu, Demokrat Parti’nin kuruluşudur..
Galip BARAN: "Cumhuriyet" sözcüğü, bana, "ilelebet payidar olabilmesi" için uğruna çalışmamız, "ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli 'cumhuriyet’ muhafız'ları "olmamız gerektiren bir oluşumu hatırlatıyor.
Bu konuda, fert ve millet olarak çalışmadığımız, seviyeli ve seciyeli muhafızlar olamadığımız ortada. Ülkemizi bu günlere sürükleyen başarısızlığı ne o, ne de bu şahsa yüklemenin veya illâ birilerini aklamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Gerçek şu ki: Atatürk'ün kurucusu olduğu, 'yaşadığı sürece sahipli görünen Cumhuriyet' vefatından sonra sahipsiz, korumasız, kimsesiz ve yetim kaldı. Üstelik maruz kaldığı çok yoğun bir kültürel savaş ve saldırı sonucu “medeniyet, etik ve tarih hafızası silindi”, telâfisi kabil olamayacak kadar büyük bir “bilinç kaybına” uğradı.
Mustafa Nevruz SINACI: Mustafa Kemal, istikbale (geleceğe) matuf fevkalâde basiret, feraset (öngörü-ileri görüş) ve bu minvalde; Cumhuriyetin geleceğine dair hâsıl olan kaygıları nedeniyle, “en hayati uzvu ve unsuru eksik kalan Cumhuriyeti demokrasi ile birleştirmek, bütünleştirmek ve kuruluşu tamamlamak istiyordu. Bu uğurda 1924'de (...) "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası" nı kurdurttu. Kuruluş amacı demokrasi olan parti, (...) 03.Haziran.1925 'de kapattırıldı.
Bu hayal kırıklığı, mâkus talih ve hüsrandan beş yıl sonra, 12 Ağustos 1930'da aynı amaçla bu defa "Serbest Cumhuriyet Fırkası" kuruldu. Fakat 17 Kasım 1930'da (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kapattıran menfur bedhahlar yüzünden) kendini feshederek siyasetten çekilmek zorunda bırakıldı.
Galip BARAN: Sözü edilen Partilerin Kapatılması konularıyla ilgili olarak görüş açıklarken "Kubilay olayı" ve "Atatürk'e suikast" girişiminin dikkate alınması gerekir.
Mustafa Nevruz SINACI: O süreçte vuku bulan, dertsim isyanı dâhil, her iki olay da tıpkı bugün tekerrür edenler gibi, AB-D/İngiltere senaryoları çerçevesinde sahneye konulan “organize işler” kategorisine ait provokasyonlardandır. Zaten bugün olanlar da, o dönemin sarkıt, dikit, kalıntı ve uzantıları değil mi? İhanetin bir ucunda derviş Vahdeti’nin, beyni iğfal ve infiale uğramış hain-mel’un torunları, diğer ucunda da; Kürt kisvesi altında yuvalanmış Ermeni (Taşnak-Hıçak) dönmeleri, Rum-yunan Megalo İdea devşirme kriptoları ve sabetay kozaları var.
Yani Kubilay ve Atatürk'e suikast) bir rastlantı değil, aksine, “organize işler” kaynaklı, AB-D dayanaklı, Ermeni-Yunan ve İngiltere destekli bir tertiptir. Arkasında, 38 sonrası kadrocular, 150’likler, solcular, komünistler ve aydınlıkçılar vardır. 1960’dan günümüze başımıza belâ ve tebelleş olan anarşi ve terör odaklarını ataları ve ağa babaları, yardım ve yatakçıları yani!...
Ancak, bizler gibi; vatan, millet, bayrak ve toprak sevdalısı insanlara,”asker" kelimesi otomatikman milli değerleri, manevi mukaddesleri ve dünyayı yaşanmaya değer kılan "Vatan, Millet, Hürriyet, Tam Bağımsızlık ve Adalet" gibi ulusal ve evrensel değerleri hatırlatır ve milliyetçi kavramları çağrıştırır.
Bize göre Ordumuz, dünyanın en namuskâr ve dürüst, yüksek faziletli, medar-ı müftehir (iftihar), evlâdı Fatihan; Hayat, hukuk, adalet ahlâkı, Cumhuriyet ve bilhassa demokrasi teminatımızdır.
Ordumuz, “İnönü ekolü” nü daima ret, tenzih ve tekzip eden, Mustafa Kemal Atatürk'ün ordusu olup; Hak, hakikat, adalet, hukuk, demokrasi ve Cumhuriyetin ebet-müddet bekçisidir. Fazilet'le mündemiç Cumhuriyeti "ilelebet payidar kılmaya memur ve mükellef olarak; İlmen, fennen, bedenen kuvvetli, ahlâken yüksek, seviyeli-seciyeli muhafızlar otağı, Peygamber Ocağı ve Şehitler diyarıdır ....
Bu nedenle, kahraman ordumuzu yıpratma kampanyası yürüten menfur iftira, tefrika ve kumpaslar içinde yuvarlanan odaklarla kesinlikle aynı safta olamayız.
AKSİNE:
1. TSK içinde, İsrail odaklı ve dinsel, “sapkın bir Yahudi tarikatı olan” Mason, Misyoner ve bunların yan-yardımcı, toplayıcı teşekkülleri “tamamlayıcı-bütünleyici” unsurların varlığını şiddetle ret; Eğer var ise, mahfuz ve muhafaza edenleri, bunlara yardım ve yataklık yapanları; Türkiye Cumhuriyetinin “dahili bedhahları”, Türk, insanlık ve İslâm düşmanları olarak kabul, telâkki ve ilân ederiz.
2. TSK, şehitler otağı, Peygamber Ocağı ve Mustafa Kemâl ATATÜRK Ordusu orijini nedeniyle, zerre kadar bir pisliğe mütehammil olamaz. TSK içinde asla bir ateist, pagan ve din düşmanı barındırılamaz; Başta rüşvet, iltimas, ayırma-kayırma, yolsuzluk ve suiistimal zanlısı, fail yahut suçlusu tutulamaz. Bu insanlık dışı melanet, kene güruhu ve mazarrattan sivil hayatı korumak da askerin görevi olmak gerekir.
3. TSK; Milli devlet bütünlüğü, demokrasi, adalet ve hukukun tehlikeye girdiği; En değerli varlığımız insan unsurunun, madden ve manen istismar edildiği; Haksızlık, hırsızlık ve yolsuzluğun, resmi kişiler, medya, siyaset ve hükümetlerce himaye edildiği hallerde: “İcraata müdahale, adaleti temin ve tedvir” görevini “meşru bir hak” olarak yerine getirmeye memur, mecbur ve mükelleftir….
Galip BARAN: Evet, önce Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Bursa Nutku’nu dikkatinize arz ve hatırlatmak isterim:
“Türk genci, inkılâpların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Rejimi ve inkilâpları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve hareket duydu mu; ‘bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır...’ demeyecektir. Hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla...nesi varsa onunla eserini koruyacaktır.
Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu, diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘polis henüz inkılap ve Cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek fakat asla yalvarmayacaktır. Mahkeme onu mahkum edecektir. Yine düşünecek: ‘demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım...’ onu hapse atacaklar, kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber; Bana, İsmet Paşa’ya, Meclise telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayırılmasını istemeyecek... Diyecek ki: ‘ben, inan ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimizde haklıyım. Eğer buraya, haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir...’
İşte benim aradığım Türk genci ve Türk gençliği...”
"Vatan-Yurt", "vatansever-yurtsever", (ve egemenliğin Kayıtsız şartsız (koşulsuz) sahibi olması tasarlanan) "millet" sözcükleri beni sarsıyor, "yurdu ve milleti özden çok sevme ilkesi’ni” çağrıştırıyor.
Bunu; Yani benim yaşam tarzımı görenlere "herkes senin gibi olsa", "hakkın ödenmez", "ibadet ediyorsun" dedirtecek kertede kökten değiştiren, bir başka deyişle, bencillikten kurtaran, (en çok senin farkında olduğunu düşündüğüm) bu sonucu; önce Allah ' ima sonra "okul dışı eğitim çalışmalarımıza borçluyum.
Darısı tüm insanların ve Müslümanların başına!..
Bu noktada Sayın Ergün Arıkdal'ın bencillikle ilgili şu sözüne dikkat çekmek gereğini duyuyorum (Evrensel İnsan / sayfa 222): (...)
"Her insanın vicdanının sesini dinlemesi çok önemlidir. O vicdan sesi sonunda büyük bir halkın vicdan sesi olur, Toplumun vicdan sesi haline gelir ki, bizim ülkemizin en büyük sıkıntısı budur. Bizim halkımız vicdan (ının) sesini dinlemek istemiyor
Çünkü çok materyalist olmuş durumda.
Çok Bencil bir milletiz biz.
Dolayısıyla, kelebek kanadı şeklinde bile olsa, vicdan sesini savunan, vicdanının ifadelerini ortaya koyan varlıklara çok ihtiyacımız var.
Bu memleketin; ekonomistten, bilim adamından, iyi siyaset adamından ziyade, vicdanının sesini çekinmeden ortaya koyabilen, gerçekten yürekli, gerçekten sevebilen, namuskâr ve dürüst "insanlara ihtiyacı var”…
Bizim para, bilgi, şöhret, sandalye severlere değil, birtakım menfaatler uğruna "üç maymunlar" ı oynayan insanlara değil, tam tersine kamu vicdanının sesini ifade etmeye çalışan, yedi âleme adalet ve mutlak mütekabiliyetle, uyum sağlayan, ortak alan kurabilen insanlara ihtiyacımız var. Bizim en büyük derdimiz, ıstırap kaynağımız: Çıkarcılık ve BENCİLLİK;
Tek ve yegâne kurtuluş ümidimiz ise; Diğerkâmlık ve “SENCİLLİKTİR”
Elbet bir de “BİLİNÇ-SİZLİK” var!...
İşte, “asıl sıkıntımız” buradadır.
“Bencillikten kurtulmak, BİLİNÇLİ, sencil ve diğerkâm olmak” …
ATATÜRK'ÜN
BENCİLLİKLE İLGİLİ SÖZLERİ:
"Bir adam ki, Memleketin ve milletin saadetini düşünmek yerine daha çok kendini düşünür, bu adamın kıymeti ikinci derecededir. (Karınca Yayınları)
* Kendimiz için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliğiyle çalışalım, çalışmanın en yükseği budur. (Karınca Yayınları)
* En iyi kişi, kendinden çok, bağlı olduğu Toplumu düşünen, kendini onun varlığının ve mutluluğunun korunmasına adayan insandır. (Truva Yayınları)
* Hususi (özel) menfaat, ekseriya (çoğunlukla), umumi menfaatle tezat (çelişki) halinde olur. (Karınca Yayınları)
*Ulusları yönetenler için ilk ve en zor görev, kişisel bencilliğe kapılmaktan kendilerini korumalarıdır. (Truva Yayınları)
Mustafa Nevruz SINACI: Evet, elbette. Bakınız Türkçenin bile korunması için internet sitesinde tedbir alan ordumuz, Cumhuriyetin çimentosu; Millet iradesinin devlet idaresinde hâkim olması anlamına gelen "DEMOKRASİNİN" Teminatı, adalet ve Hukukun en muhkem ve Muteber muhafızıdır.
Galip BARAN: Bana göre; Ülkemizin, yalnız Ülkemizin değil, Cumhuriyetimizin çimentosu, "yurdu ve milleti Özden çok sevme ilkesi" ni özümsemiş insandır. Sanırım bundan ötesi boş laftır.
ÖZEL NOT: Sayın SINACI, Cumhuriyet'in sahibi olması gereken sakinleri, örneğin, Atatürk'ün de dikkat çekme gereğini duyduğu bencillik konusunda fikir birliği etmeli ve ben sen; Ak kaşık ve üç maymunlar rolünü oynamayı sürdüren "Bilinç Özürlü" Bilgi çağı tutkunlarına karşı "birlikte" mücadele vermeliyiz.
Başkaları gibi olmakla, bir yere varamayacağımızdan, Cumhuriyet'in sahipsiz kalacağından korkuyorum... Makalende, "bizler gibi vatanını milletini seven insanlar" dediğine göre, benim bilmediğim bir şekilde "yurtsever" Doğanlar mı var?..
Onlara haksızlık mı ediyorum. Onlarla tanışmak isterim,,,

14 Ocak 2010 Perşembe

DEMOKRASİYE İLK ADIM VE !..,
"İLK DEMOKRATİK AÇILIM"

Mustafa Nevruz SINACI
Başta “açılımlar ve yarattığı tartışmaların” zirve yaptığı bu dönem olmak üzere; Genelde Ocak ayının ilk haftası, Cumhuriyet tarihi ve demokrasi yönünden çok önemli ve bir o kadar da anlamlıdır. Çünkü kuruluştan bu güne, bütün dönemlerin “en büyük ve tek gerçek açılımı” 1946 yılı Ocak ayının ilk haftasında yapılmıştır.
Bu açılımın esas kaynağı ve dayanağı, 1922 yılında: “Bilinmelidir ki, Türkiye Cumhuriyeti, Demokrasi esasına dayalı bir Devlettir” ve “"Demokrasi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin sınırsız bir yetkiye sahip olması demek değildir" diyen Atatürk’tür.
1929’da ise, bu sözlerini: “Demokrasi esas itibarıyla, siyasi niteliktedir. Bir ilim, fikir, fen’dir, Ferdi ve eşitlikçidir. Demokrasinin bu esas ve istinatlarına göre; Bütün vatandaşlara siyasi hürriyet ve çalışma serbestisi sağlamak, bilimsel, sosyal, sanat, ahlâk gibi fikri sahalarda gelişmesiyle ilgilenmek ve milli egemenliğe, usullere uygun olarak katılma hakkını, aynı siyasi haklara sahip olmalarını sağlamaktan ibaret noktalar ve devletin vatandaşa karşı başlıca vazifelerinin sınırını gösteren işaretlerdir” açıklaması ile tamamlar ve bütünler. (1929 – Medeni Bilgiler ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, Prof. A. İnan)
Mustafa Kemâl’in en büyük sevdası, emel ve ideali cumhuriyet’i demokrasiyle buluşturmak, birleştirmek ve bütünleştirmekti. O, bu konuda yüksek bir azim-irade ve kararlılığa sahipti. Ancak, bu emel, ideal ve en değer verdiği proje, vefatından sonra, 07 Ocak 1946’da hayata geçebildi. Atatürk, yaşadığı dönemde demokrasiyi yaşattı, ama ne yazık ki, kurumlaştığını göremedi.
DEMOKRASİNİN AYAK SESLERİ
14 Eylül 1923’de, Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) İsmet Paşa, Celal Bayar, Recep Peker, Refik Saydam ve Prof. Fuat Köprülü tarafından kurulan Halk Partisi’nin;, İsmet Paşa etrafında yuvalanan bazı üst yöneticileri, “Cumhuriyeti tahkim (sağlamlaştırma) ve demokrasiyi kurumlaştırma” konusunda, 1923’ den sonra bir isteksizlik, olumsuzluk ve dönem itibarıyla garip, tuhaf bir tutum içine girdiler. Bunun üzerine, Demokrasiyi ihdas ve ihya konusunda kararlı olan Mustafa Kemal, inisiyatif kullanarak; 1924’de, Ali Fuad Cebesoy önderliğinde, en güvendiği kadre; Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Dr. Adnan Adıvar, Rüştü Paşa, İsmail Canbolat, Sabit Bey, Ahmet Muhtar, Halis Turgut, Necati Kurtuluş, Mersin Mebusu Besim Bey, Erzurum Mebusu Faik Günday ve Sabit Bey’lere “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”nı kurdurttu. Kuruluş amacı demokrasi olan parti, İsmet İnönü ve yandaşları tarafından pek lüzumsuz görüldüğünden; Mustafa Kemal’e rağmen akla, hayale gelmeyecek menfur oyun-düzen, tuzak, komplo ve kumpaslar sonucu 03.Haziran.1925’de kapattırıldı.
Ancak O, yılmadı. Beş yıl sonra, 12 Ağustos 1930’da; Ali Fethi Okyar ve Samet Ağaoğlu’na “Serbest Cumhuriyet Fırkası” nı kurdurttu. Kız kardeşi Makbule Hanım ve üç yakını ile Halide Edip’i de müteşebbis olarak görevlendirdi. Fakat bu Fırka’da, malum ve menfur fesatçıların iğrenç furya, komplo, kumpanya ve çirkin kumpaslarına fazla dayanamadı. Başkaca bir yol ve çare kalmadığından 12 Ağustos 1930’da kendini feshederek siyasetten çekilmek zorunda bırakıldı. Yani Atatürk, en önemli projesinin gerçekleştiğini yaşarken göremedi. Doğrusu, demokrasi ve halk düşmanları tarafından “görebilmesine” izin ve imkân verilmedi. Ta ki, 7 Ocak 1946’ya kadar!..
Nihayet DP, dünya konjonktüründen de yararlanılarak; 07 Ocak 1946’ da; Atatürk’ün Başvekili Celal Bayar, Aydın Mebusu Adnan Menderes, İçel Mebusu Refik Koraltan ve Kars Mebusu Ordinaryüs Profesör Dr. Fuat Köprülü tarafından kuruldu. Bu, gerçek bir AÇILIM ve Cumhuriyet tarihinin en büyük projesi idi…
Ancak, hayata geçmesi 4 yıl sürdü. Dört çileli, acı, efsanevi ve ıstıraplı yıl..
Devleti işgal ve tasallut altında tutan, bütün kurumlara yerleşen ve çöreklenen Halk Partisi’nin;, İl Başkanı Valiler, ilçe başkanlıklarını resmen yürüten kaymakamlar ile bunların emir ve hizmetindeki kamu gücünün ezici tacizine maruz kaldıktan başka; partizanların hırs, husumet, kin, kıskançlık, ihtiras, fesat ve tefrikaları yüzünden “1946 Demokrasi Açılımı” çok büyük zorluklarla başarıldı… Bu direniş, gerçekte Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbına karşı bir başkaldırıdır. Dolayısıyla; 14 Mayıs “Demokrasi Bayramı’nın” da nedenidir. Demokrasiyi ret ve ifsat’a yönelik asıl nedene bakalım:
ATATÜRK NE DEMİŞTİ:

Daima hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var. Atalarımızın “medeni, siyaset” dediği “demokrasi” uğruna kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” ile “Serbest Cumhuriyet Fırkası” üzerinden uzun süre geçtikten sonra 1937’de Atatürk: “Ekonomik kalkınma; Türkiye’nin, hür, bağımsız daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye ideali’nin bel kemiğidir. Kalkınma iki büyük kuvvete dayanır. Bir; Toprağın iklimleri, zenginlikleri ve başlı başına bir servet olan coğrafi durumu; İkincisi de: Türk milleti’ nin silâh kadar makine de tutmaya yarışan kudretli eli ve ‘milli olduğuna inandığı iş ve zamanlarda tarihin akışını değiştiren yiğitlikle beliren yüksek sosyal benlik duygusu...” (1937-Atatürk’ ün S. ve Demeçleri, 1-1945)
Tam bu sıralar İsmet Paşa ve hükümeti tefessüh etti. Yerine Celâl Bayar Başvekillik görevine atandı. Bayar, 8 Kasım 1937’de Hükümet Programını TBMM’ne sundu. 10 Kasım 1937 günü Mustafa Kemal Atatürk, Bayar’a; “Millete yepyeni bir program bildirdiniz. Bu program, benim millete vaat ettiğim hususlardır. Ben, milletle beraber Celâl Bayar ve arkadaşlarının programının nokta, nokta tatbik edildiğini takip edeceğim” dedi. (AA, 11 Kasım 1937) İşte, 07 Ocak 1946’da, Atatürk’ün Galip Hocası, Başvekili ve İzmir Mebusu Celal Bayar başkanlığında; Aydın Mebusu Adnan Menderes, İçel Mebusu Refik Koraltan ve Kars Mebusu Ordinaryüs Profesör Dr. Fuat Köprülü tarafından kurulan DP’nin “Parti Programı’nın” esası, özü, kaynak ve dayanağı budur.
ATATÜRK’ÜN PROGRAMI:
Yani, bizzat Atatürk’ün telkin ve tavsiyeleri yönünde kaleme alınan; Şahsen okuduğu, incelediği, hassas bir değerlendirme neticesinde üzerinde “kendi el yazısı ile” ek ve değişiklikler yaptığı ve yaşadığı sürece sahiplendiği; 12 Kasım 1937’den itibaren, yeni Baş Vekili Bayar ile yerinde tetkik, tefhim ve uygulama amaçlı” olarak Şark Vilâyetlerinde inceleme gezisine çıktığı program ve demokrasi projesi..
Bu program, 10 Kasım 1938’e kadar kesintisiz uygulandı. ATA’nın vefatından sonra durduruldu, engellendi. NEDENİ: “Karşıdevrim ve Kemalizm’i ilga” eylemidir.
Karşıdevrim veya 2. cumhuriyet adlı bu eylem, 7 Ocak 1946’ya kadar adeta bir fetret devri zulmüyle sürmüş; Atatürk ilkeleri, Türk inkılâbı ve milli hafıza tarihin karanlıklarına gömülmek istenmiştir. 1938-1950 arası bu nedenle kâbus gibi karanlık ve kayıp bir dönemdir. İnönü ve kabinesi Mussolini ve Hitler’e özenmiş, bunları bile dahi kıskandıracak bir sulta, saltanat, zulüm, diktatörlük, kara-kirli despotlukla 14 Mayıs 1950’ye kadar hüküm sürmüşlerdir. İşte bu nedenle Demokrat Parti’nin gerçek sembolü: “Yeter!... Söz Milletindir” anlamına gelen, baş parmağı açık “SAĞ EL” dir.
HÜSAMETTİN CİNDORUK’UN PARTİSİ:

Gelelim Hüsamettin Cindoruk’un vekaleten sahiplik ve/veya emanetçiliğinde
vaki, kain ve adı “Demokrat Parti” olan yeni oluşum’a!.. Hem adını DP koydular, hem de “emanetçi” oldular. Oysa Demokrat Parti geleneğinde emanet, vesayet yoktur. Partinin sahibi millet’tir, milletten başka kimse partinin sahibi değildir. Çünkü: Demokrat Parti'de ‘demokrasi, medeni siyaset ve fazilet anlamında cumhuriyet bütün usul, umde, ilke ve unsurlarıyla yaşanır.
Parti vazifelerinde mutlak ehliyet, kesin liyakat, ahlâk ve demokrasi hâkimdir.
Ve nihayet; İşareti “EL”, temel söylemi “Yeter!.. Söz Milletindir..” ise, O, gerçek Demokrat Parti’dir. Kadroları tertemiz, şaibesiz, pırıl-pırıl ak, berrak ve Millidir. Her DP’linin kalbi vatan, millet, hürriyet, bayrak ve adalet için çarpar. Siyaseti fazilettir. Aksi takdirde, taklit ve mukallitler, adları “DP”, at’ları AB-D patentli “Truva Atı” olsa bile, kadim Demokrat Parti ile ilgi ve bağlantıları iddia olunamaz!..
Olsa dahi, bu koskoca bir yalan ve kadim Demokrat Parti’ye iftiradır.

2 Ocak 2010 Cumartesi

AÇILIM VE ANATOMİK FELSEFE

Mustafa Nevruz SINACI
Açılım’ın anatomi ve felsefesi:
Her şey, gizem içeren bu esrarengiz kelimenin “olur-olmaz, bilir-bilmez” rasgele kullanılması ve lâf cambazlarının eline düşmesi ile başladı. Sözcüğün sarf yeri, biçim, amaç ve tarzında baştan beri doğruluk, isabet ve bilinç yok, hiç olmadı da… Her önüne gelen, bu kelime ve kavramı öylesine cahilane, yanlış kullanıyor ki, popülizm, aymazlık, gaflet-dalâlet, duyarsızlık, adeta bir kelime-kavram ve eylem terörü yaratmaya başladı. Kelime ve kavram kargaşası zaten, yıllardır vardı!..
Kaldı ki bizde, başta politika, kurumların idare ve idamesi, istikbale matuf plân, program ve eylemler olmak üzere hiçbir şey “özgür bilim, demokrasi, hukuk, ahlâk ve uzlaşma kültürü” baz alınarak yapılmıyor. Burada Müslüman olmayanları kınamak pek uygun düşmez. Çünkü onları “insanlık adına objektif” kılabilecek miyarları yok. Oysa bir Müslüman, mutlak bir “İLMİHAL” okumadıkça ve her hali “ilmi” olmadıkça “külli kâfirden” gayri değildir ve asla Müslüman sayılamaz. Ona göre!...
Peki nedir, şu sıra "konjonktür" gereği dillere pelesenk olmuş furya “açılım”?
Bakalım bir, kelime, anlam ve kavram olarak ne ifade eder? Siyaseten nedir?
AÇILIM: Her ne kadar İngilizcedeki "expansion" sözünü anımsatıyorsa da; bilimsel disiplinde, meselâ parçacık fiziğinde “yeni açılımlar getirmek" derken “olaya yeni bir boyut katmak, farklı bir alt alan açmak, aydınlatmak, ışık tutmak” anlamında kullanılır. Yani, objektif formlar içeren orijinal formların açığa çıkartılması demektir.
TÜRK DİL KURUMU (TDK)'ya göre: 1- Açma, açılma işi; 2- Bakış açısı: "hüzünlü bir açılım yerine, yer yer gülümseten bir anlatımı koydum."- a. Kutlu; 3- (gök bilimi) sağ açıklık: "güneş'in bir yıldaki açılımı-23 derece 27 dakikadan+23 derece 27 dakikaya kadar değişir."; 4- (matematik) bir kısaltma veya formülün açık biçimi…
Açılım sözcüğü, ‘bakış açısı’na karşılık gelen ve ‘keyfiyet’ ifade eden tali anlamda bürokratlar ve basının başlattığı furya sayesinde, artık hemen-hemen her programcının ve hatta sade vatandaşın bile kaçış,ve/veya sığınma noktası haline gelmiş durumda..
Politik-ACI’ların dilinden düşmeyen joker sıfatıyla da “yeni aplikasyon eklemek” gibi sıradan, basit, amiyane. Bir başka anlatımla medyanın ve medyadan mürekkep siyasi manevra alanının en popüler kelimesi…
Bilim ve ilmi disiplinden ziyade, çıkarlar yönünde istismar edilen simgeler ve sembol (gerçekte çarpık, ters ve çelişik) sözde açılımlar. Bu parlak semboller ve imgeler dünyasında, kurumsallaştırılmış oligarşik bürokrasi âleminde, siyasetin ve yaşanılan dünyanın acımasız ve katı cenderesinde, bir “umut” gibi sunulmaya çalışılan teraneler!..
Fakat "beşer zalimdir" ilkesi uyarı, açılımlar, gerisin geriye sistemin çarklarına çarpıla, çarpıla işleniyor. Sonuçta un ufak olup, popüler bir şova dönüşüyor.
Açılımlardan ciddi, insani ve ilmi anlamda umut bekleyenlerle alay ediliyor.
Açılım kelimesi “açmaktan” gelir. Hatta açılmaktan.
Ama güncel politika bunu “taviz vermek” biçiminde yanlış algılıyor.
Örneğin AKP, terör örgütü ile yandaşlarına, hırsız-yolsuz takımına, organize çıkar odakları ve Alevilere; CHP, gerici-solcu, mürteci ve yobazlar ile kara çarşaflılara taviz veriyor. Birisi iktidar, diğeri muhalefet… Orta nokta, demokrasi kültürü, ortak akıl ve bilimde uzlaşma. Evet: uzlaşma. Oysa kimsenin kafasında uzlaşma yok. Kimse vazgeçmiyor sanrılarından. O nedenle, “açılımlar” kör dövüşü oluyor, kör dövüşüne dönüyor. Herkes tutabildiği dala yapışıyor. Arada ezilenler, kırılıp dökülenler, savrulup gidenler, olan “sarsılan ilkeler ve bozulan toplumsal barışa” oluyor.
Bilimin ve bilincin toplumsal çimentosu olması gereken açılımlar; Cahiller, art niyetli çıkar unsurları ve menfur odaklar elinde ayrışma ve çözüşmeye dönüyor.
Türkiye'de siyaset, sahneden bir tüfek patlaması gibi…
Oysa toplumsal uzlaşı (konsensus) lâzım, bunun için açılımlar şart.
ZORUNLU VE HAYATİ

“AÇILIM” İHTİYACI
Asgari ücret, emekli maaşları, gelir ve ücretler arasındaki ‘insanlık dışı’ uçurum. Kurumların yüreğine çöreklenmiş kene misali organize suç örgütleri, çete ve mafyalar, rüşvet, yolsuzluk, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, fahiş piyasa ve yapay pahalılık; Bunlar ve daha binlerce sorunun ivedilikle, adalet ve hakkaniyetle çözülmesi şart.
Hükümet yüksek desibelde sesler çıkarıp, bir anda her şeyi değiştirebilecekmiş gibi ‘işkembe-i Kübra’dan’ siyaset yapıyor, fakat girişimler sonuçsuz kalıyor ve sabun köpüğü gibi sönüp gidiyor. Oysa açılım, sistemde derin yarıklar açmak ve depremler yaratıp, açılan yaralar içine yeni subjeler dâhil etmek değildir. Öyle ki, koskoca bir ülke ve bu kadar yoğun bir nüfusun ekseriyetiyle adeta alay ediliyor. Bu açılımlar, özellikle de "devlet" erkinin terkisinde, olağanüstü komik olmakta. Şimdi insanın diyesi geliyor: “Ya adam gibi açın ki, hak, hakikat dile gelsin, ya da lütfen açılmayın, ‘PANDORA’nın kutusunu açmayın” ki karanlık sularda boğulmayasınız ve masumları boğmayasınız!...”
AÇILIM’IN ŞARTLARI:
Örneğin adalet ahlâkı, iktisat ilmi ve İslâmi ekonomi nizamında “zam” kavramı yoktur. Buna mümasil ‘zulüm” ve “işkence” de!.. Kavramdan öte, “ehliyetli ve liyakatli” kimselerce namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu ve sorumlulukla yönetilen toplumlarda; kamu (halk) yararını esas alan zincirleme bir düzen, istikrar, nizam ve intizam hâkimdir.
Bu nizam ve intizamı “bilim ve insanlık dışı” yönetimlerde göremezsiniz.
Demokrasi ve özgür bilimin olmadığı yerde “huzur iklimi” hüküm süremez!..
Bilim-ilim; Realite (somut gerçek) ve adalettir. Bu evrensel hukuk nizamıdır.
Evrensel hukuk tevhit (birlik, bütünlük ve varış) nizamı ile kaimdir.
Çünkü Yüce Yaratıcı, tüm âlemi “adalet ve rahmeti” ile kucaklar ve kuşatır..
Bu nedenle; İnsan olanlar adaletli, merhametli, şefkatli ve faziletlidir…
Alt varlıklarsa; Zalim, despot, diktatör, haksız-yolsuz, soyguncu ve vurguncudur.
ADALET VE HUZUR İKLİMİ’NİN AÇILIMI: OSMANLI
Örneğin Osmanlı da, 1700 yıllarına kadar faizsiz ve zamsız, mükemmel işleyen bir ekonomik düzen vardı. Bu düzen her ne kadar 1700’den itibaren bozuluma başladı ise de; bütünüyle fesih ve infisahı (yok olması) 223 sene sürdü.
Oysa objektif ve orijinal, asıl (kök) kuruluş ilke, norm ve temellerinden (Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbı) 11 Kasım 1938’de sapan ve 27 Mayıs büyük kırılma, ihanet ve çökertme hareketi ile “Milli devlet amacı” ve “Antiemperyalist hedefinden” bütünüyle uzaklaştırılan Türkiye, 85 yılda parçalanmak ve bölünmekle karşı karşıya getirilmiştir.
Osmanlı iktisat sistemi “reel-gerçek” iktisat sistemi idi…
Kötülük, soygun-vurgun ve emperyalizme karşı kavi (sağlam) ve mukavimdi,
Tıpkı siyasette olduğu gibi, ekonomide de “insan’a hizmet” esastı.
Daha açık bir deyimle: Devlet de, iktisat da, siyaset de insan içindi.
Gerçekte; Siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji, hukuk, iktisat teorileri ve sair ilmi kuram, kural ve kaidelerin tamamını, insanlık âleminin huzur ve mutluluğu, özgürlük, güvenlik ve istikrarı için vardır. Buna “insani boyut, medeni siyaset ve bilinç toplumu” denir. Bazı cahil, zekâ düzeyi düşük ve aklen dumuru sabit varlıkların her şeye rağmen peşinde koştukları Avrupa (vahşi batı), engizisyonlarda koyu, kâbuslar kadar karanlık, cehalet-vahşet ve zulmü icra ederken, biz “alâ mamur, müreffeh ve ümran” idik.
Devletin şiarı adalet, varlık nedeni medeniyet ve “insanlar için saadet” olup; TC boyutunda “Cumhuriyet fazilet, erdem; Hayatta en hakiki mürşit ilim ve fen; Adalet, Malik’in Teminatı ve Mülkün Temelidir.” Zihniyetiyle kurucu ve kurtarıcı M. Kemal Atatürk’ün ideal ve ilkeleri, bu yüce haslet ile “ebed-müddet” yükseltilmesi gereken değerleri yaşanabilir kılmak idealine matuftur. Yani: Açılımları adalet, fazilet, namuskârlık ve dürüstlükten ibaret bir Türkiye..
AÇILIM’LAR

VE ZAM’LAR!...
Mustafa Nevruz SINACI
Muhteşem bir medeniyet ve medeni siyasetin bakiyesi Türkiye!...
Şu örneklere bakın lütfen!..
-Önce mutasyona uğramış alt varlıklar ve apaçık insanlık düşmanları tarafından; Temel girdi ve hayati ihtiyaç “petrol ve petrol ürünleri” acımasız, insafsız, merhametsiz, haksız, hukuksuz ve adaletsiz bir sömürü aracı olarak kullanılmaya başlandı.
-Sonra; ilâç, toplu taşım, ulaşım, elektrik, su, yakıt ve gıdaya fahiş zamlar yapıldı. Sübjektif ve yanlış politikalar sonucu fatura hükümete çıkınca bir kalemde ilâçta %15 ilâ % 100 arası indirime gidildi. Gerçi “fahiş işleyen” piyasada, dürüst rekabet ve kâr marjı diye bir ilke veya kavram da kalmamıştı!.. Olanı ve kalanı da yok edildi.
Derken "Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere, ehliyetsiz-liyakatsiz, ilim-ahlâk fukarası “insafsız ve merhametsiz” yönetimlerce, kamu yararı bazlı “toplu taşım” ücretlerine % 9’dan-%50’ye kadar değişen oranlarda zam yapıldı. Ankara da 15 yılda, tam bilet ücretini 350, öğrenci biletini 400 kat arttıran zam yapıldı. Dolayısıyla Ankara halkı ülkemizin en pahalı toplu taşım ve ulaşım aracını kullanma rekorunu korudu; Bir lira olması mümkün tek binişlik tam bilet 1,69’dan 1,85 TL'ye, çok binişli kartlarda tek biniş 1,39'dan 1,50'ye çıktı. Transferler paralandı. Her transferden 50 kuruş alınacak.”
Hayati olmayan ve mutlak zaruret arz etmeyen “zam” halka zulüm, işkence, hak, ahlâk ve hukuk dışı, insanlık düşmanı bir uygulamadır. İktisada muhatap ve milletin geçiminden sorumlu olanların görevi: Daima kaliteyi yükseltmek ve fiyatı düşürmektir. Serbest piyasa ekonomisinin varlık nedeni budur.
Burada Devlet adına hükümetlerin görevi denetlemek ve düzenlemek; Esas itibarıyla vazifesi “halka hizmet” olan tüccar “pahacı, üçkâğıtçı, yalancı ve dolandırıcı” olduğu zaman da “düzenleme satışları” veya “düzenleme hizmetleri” yapmaktır.
ACİZLER VE ZALİMLER ZAM YAPAR.
-01 Ocak 2010’dan geçerli olmak üzere konut elektriğinin fiyatı kw/saatte % 1,32, sanayi elektriği % 1,23, ticarethanelerde kullanılan elektriğin fiyatı ise kilovat saatte yüzde 0,86 oranında (vergi fon ve paylar hariç olmak üzere) artırıldı.
-2009 yılını astronomik kârlarla kapatmayı hedefleyen (!?) BOTAŞ’ın doğalgaza Ocak ayında % 30, Şubat ayında % 70 zam yapacağı söyleniyor. El insaf be!.. Şu, çok saklı ve gizli tutulan Doğalgaz alış ve halka satış fiyatları bir açıklansa ya!...
Hükümet unutmasın, gizlilik melânettir.
Ancak ve sadece yasa, hukuk ve ahlâk dışı, utanılacak şeyler gizlenir.
-Hastanelerde SSK, Emekli Sandığı, Bağ-Kur hastaları soyuluyor. Hükümet zavallı memur ve emeklinin maaşına göz dikmiş durumda. Aile hekimine bile giden her hastadan para alınmaya başlandı. Aile Hekimine 3, Devlet hastanesine 8, Üniversite Hastanesine 10, Özel hastaneye 15 TL ücret ödemek zorunludur. Bir doktor muayene ederse rakam budur. Sizi birbirlerine gönderdiklerinde rakam katlanır. Buna sağlıkta dönüşüm diyorlar halkı soymaya ve kandırmaya dönüşüm deniliyor!..
Böylece, Sağlık Bakanlığı’nın halkı “sosyal devlet ve sosyal adalet ilkeleri” ile “mutlak surette korunması ve TC’nin kuruluş felsefesi gereği” idamesi gereken zorunlu sosyal politikalara aykırı olarak adeta soyması ve soydurması, insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka aykırıdır.
KAVRAM’IN ÖTEKİ YÜZÜ: ÜCRET ZAMLARI
Önce bir hatırlatma: 2009 yılında SSK ve Bağ-Kur emekli aylıkları ilk 6 ay için % 3,84 ve ikinci 6 ay % 1,83 oranında arttırıldı. Böylece yıllık kümülâtif zam oranı % 5,74'de kaldı. Yani, SSK ve Bağ-Kur emeklilerine diğer kesimlerden % 3 oranında daha az, haksız, adaletsiz, yolsuz ve usulsüz bir zam yapılarak bu kesime açıkça zulmedildi..
İşçi (SSK) ve Bağ-Kur emeklilerine gelince neden aynı hakkaniyet, adalet, hukuk ve eşitlik gözetilmedi? Neden adaletsiz bir tablonun oluşmasına göz yumuldu? Anlamak ve açıklamak mümkün olmadı!.. Oysa bu hesap yanlış, haksız ve adaletsizdi. Bütün ikaz, itiraz ve şikâyetlere rağmen haksızlık, yolsuzluktan ve adaletsizlikten dönülmedi. Şimdi yetkililerden bu yanlışı ortadan kaldıracak bir adım atmaları bekleniyor ve isteniyor.
Devletten emekli, dul, yetim, malul ve ölüm aylığı alanların sayısı; SSK’dan: 4 milyon 605 bin. BAĞ-KUR’ dan: 1 milyon 783 bin ve Emekli Sandığı’ndan 1 milyon 660 bin olmak üzere toplam: 8 milyon 048 bin kişi..
Ülkemizin en mağdur, malul ve haksızlıklara maruz kesimi; Başta SSK ve Bağ-Kur emeklileri olmak şartıyla, bu kesimin % 95’idir. O’nlar, devlet, millet ve yeni nesli bu günlere taşımalarına rağmen; Minnet ve şükran duyulmak, insanca, hakça muamele görmek yerine, “insanlık dışı” bir mezalime mahkum olarak süründürülmektedirler.
Keza, yalnız yukarıdaki ana konularda değil; daha yüzlerce meselede mağdur, eş ve evlâtlarına karşı mahcup, mustarip ve perişandırlar. Bakan’ların başı ve millet adına vekâlet iddia edenlere “insanlık namına” duyurulur.
UNUTMAYIN: Meşruiyet, sadece adalet ve hikmet iledir.
ALİMLER VE AMİRLER
Bu vahamet, şaibe ve şeamete rağmen, ülkemizin âlimlerinden ses seda yok.
Belki de kökleri kurudu veya kurutuldu. Memleket bu halde iken olağandır ve doğaldır.. İlimle amel eden kanaat önderlerinin yokluğundandır her hal; Ve lâkin ülkeyi bu mâkus kader ve dehşetli uçurumun kenarına sürükleyen ikiyüzlü, dönme-devşirme, sünepe dalkavuklara “aydın” diyorlar…
-Yöneticiler, yani AMİRLER farkında mıdırlar acaba?..,
Elektrik, su, telefon, yakıt fatura tarh ve tahsil kalemlerinde yer alan sabit ücret, KDV, ÖTV, özel vergi, su yolu ve sair namlar altında cebren tahsil edilen bedel, hesap ve mahsuplar ne kadar insanca, medenice veya soygun-vurgun mahiyetindedir acaba!... Vekilleri seçen ve memurları atayan “asıl insanların” yaşam hakkı yok mu? Bu nasıl haksız ve adaletsiz zam anlayışı?
Cebri tahsil ve vergiyle ancak “işgal kuvvetleri” zulmedebilir.
Türkiye’de hangi işçi ve memurun, hangi kesimin ücretinde, bu “mal ve hizmet” zamlarına mümasil artış yapıldı? Son 7 yılda, ulaşım dâhil bir takım mal ve hizmetlere yapılan oranlar dudak uçuklatıyor. Ya ücretlerde ne kadar artış oldu ki, bu zamlar yapılıyor!.. Allah’tan korkun ve utanın, yazık günah, bir eziyet, zulüm ve işkence bu, madem millete iyilik yapmayı beceremiyorsanız, bari kötülük yapmayın..
VEKİL’E DAİR BİR HABER:
Ekstra ödemeler, avantaj, indirim ve imtiyazlar hariç, bizde vekil (?) aylıkları asgari ücretin yaklaşık 20 katı dolayındadır. Emeklilik, sağlık ve özlük edinimleri gibi “HAK” tabir ettikleri, haksız, hukuksuz ve yolsuz iktisapları da var.
Fiilen çalışanlar arasındaki maaş farkı ile emekliler arasındaki maaş farkları tam bir felâket, rezalet ve uçurum iken; Bu durum, vekillerde hak, adalet duygusu ve Allah korkusu olmadığının göstergesidir. Bu parlâmenterlerin çoğu, önceleri “açlıktan nefesi kokan” kimseler idi. Şimdi ne değişti de, “vekil” olunca kısa sürede semirip, serpildiler? Daire, han, hamam, apartman sahibi olup, bir hayli alâ ümran zenginleştiler?
Erkan Tan, 25 Aralık 2009 –Cuma günü TV8’de: “Bir konuğu ile yaptığı programda, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın adının Amerika’nın en pahalı mağazalarından birisinde alışveriş yapanlar arasında yer aldığını” söyledi!...
Sırrı hikmeti, mümkünatı ne ola ki acaba?..
KUL HAKKI: “İnsanlara yapılabilecek en büyük kötülük, kul hakkını bilinçle gasp etmektir.”

AÇILIM’LAR VE ZULÜM!...
Mustafa Nevruz SINACI
Zalimin harcı (mesleği, meşrebi, eylem ve marifeti) mezalimdir.
Mezalim, insanlık dışı ve maneviyat düşmanı, hırs, ihtiras ve bedhahlıkla malul kul hakkı ile abad’ı şiar edinmiş alt ve primitif varlıklar tarafından, hak-hukuk ve ahlâk dışı tasarruflar biçiminde ifa ve icra olunan eylemlerin tümüne denmek gerekir.
Zulmü yapan zalimdir; Yani, ancak zalimler zulmeder…
Zalime fiilen, fikren veya pasif eylemlerle karşı koymayan, mücadele etmeyen ise, imanı zayıf, acizlik ve “zaaf ile malul” demektir.
Zira zalim’e Yüce Yaratıcı dâhi lânet etmiştir.
“Zalimin zulmü varsa, fakirin Allah’ı var” söyleminin kaynağı budur.
Dönem itibarıyla halka yapılan en büyük zulüm maaşlar (gelirler) arasındaki insanlık dışı, utanç verici uçurum ve üretici ile tüketicinin “tam anlamıyla” mağdur ve perişan edilerek, aracı-tefeci ve komisyoncunun ihya edilmesi olayıdır.
Üreten ve yaratan mağdur, yan gelip yatan mamur ve müreffehtir.
Yıllardır uygulanan sistematik zulüm sonucu Milli gelir’in % 95’ini yüzde beşlik mutlu azınlık; Bakiye % 5’ini ise mutsuz, fakir-fukara, garip-guraba, yoksul paylaşmak zorunda ve durumunda bırakılmıştır.
Bunlara kinayeten ve tevilen “öteki Türkiye” ve “zenci Türkler” denilir.
Her ne kadar bu güne değin açıkça telâffuz edilmemiş olsa bile; 27 Mayıs’dan bu yana “açılımlar” birbirini izliyor. Her açılımın astronomik maliyeti var. Bu fatura elbet fail cuntalara yükleniyor ve millet tarafından bedel olarak ödüyor. Fakat bu açılımlarla “açılıp-saçılan” ve “açık toplum” a dönüşen ülkede zulüm arttıkça hüdâi nabit (türedi) zenginler çoğalıyor, çeşitleniyor, soygun, vurgun artıyor.
ZULÜMLE ABAD
Her ne hikmetse, 1960’dan sonra gelmiş geçmiş tüm hükümetler “Bizden olanları abâd, bizden olmayanları berbad ederiz” biçimi politikalar uyguluyor ve bu usul sürüp gidiyor. Uygulamalar sonucu haksızlık, hırsızlık-yolsuzluk ve hortum artıyor. Dünyada hiç görülmemiş, duyulmamış türden “gasp ve iktisaplar-edinimler” gözleniyor.
İŞTE BUNLAR ZALİMLERİN VE ZULMÜN ÇEŞİTLERİDİR:
En tazesinden, güncelinden başlayalım.
-İlk’inden sonra ikinci ve üçüncü Emniyet Genel Müdür Yardımcılarının adları da “nitelikli dolandırıcılık ve organize suç örgütü” adları ile birlikte anılmaya başlandı. Memleket çapında her derece ve düzeyde seçilmiş ya da atanmış zanlı, suçlu ve dahi hüküm giymişler var. Buna asker, jandarma, polis, akademisyen, zabıta ve sair devlet ricali dahil!... Eğer Ümraniye soruşturmasını da kapsama alır ve hesaba katarsanız, içinde bulunduğumuz vahamet ve şeamet boyutu daha iyi anlaşılır.
ÖZGÜN ÖRNEK VERELİM!..
-Kurban yolsuzluğu operasyonunda 20 tutuklama! Kara para aklama, kalori çetesi, “medya-mafya-politika” üçgeninde kokuşmuş engin bir bataklık; Ve her sektörde derin bir yapılanma, mafya ve insan ticareti! Bunlar ipe sapa gelir şeyler. Amma, kamu vicdanını derinden yaralayan, dindarları geren ve toplumun büyük kesimini şaşkınlığa uğratan şu alçaklığa, namussuzluğa, din tüccarlığı, ve şerefsizliğe bakın.
KURBAN YOLSUZLUĞU
Ankara Emniyet Müdürlüğü ekiplerinin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın talimatı yönünde "Kurban bağışı kesim ihalelerinde yolsuzluk yapıldığı" iddiasıyla gözaltına alınan ve mahkemeye sevk edilen 31 kişi, Cumhuriyet Savcısı Hüseyin Kocabey'in tutuklama talebiyle Nöbetçi Ankara 10. Sulh Ceza Mahkemesinde hâkim karşısına çıktı. Mahkeme şüphelilerden 20'sini tutuklarken, 11'ini serbest bıraktı. Gözaltına alınarak mahkemeye sevk edilen LÖSEV Başkanı Üstün Ezer, Mehmetçik Vakfı Başkanı Salih Güloğlu, Deniz Feneri Derneği Genel Başkanı Mehmet Cengiz ile TOBB Başkan Yardımcısı Faik Yavuz da bırakılanlar arasında yer aldı.
TEKEL İŞÇİLERİ
-Tekel işçileri günlerdir Ankara sokaklarında hak arıyor. Peki, nedir bu tekel meselesinin aslı astar. Av. Tuncer GÜNGÖR Şöyle açıklıyor: “TEKEL 292 milyon dolara özelleştirilmişti. Bunu alan firma birkaç ay sonra, TEKEL’i tam 950 milyon dolara satarak 658 milyon dolar kâr etti. İşçi sokağa atıldı, mağdur ve perişan oldular.
Bu ve bunlar gibi binlerce olay, sürdürülen zulmün açık bir göstergesi…
Zulüm hak ve adaletin gasp edilmesidir.
Tüyü bitmemiş yetimin ekmeğine göz dikilmesidir.
Zulüm, insana, topyekün yaşam’a ve ülkeye ihanettir.
KÜRT KİSVESİ ALTINDA KRİPTO ZULMÜ
KÜRT (Ermeni) IRKÇISI Lanetli Örümcekler:
Bebekler dâhil 40 bin kişiyi alçakça katleden, sivil halkın arasına bomba atan, Serap'ı canlı-canlı yakan, uyuşturucu yolunun bekçileri, lânetli örümcekler bireyin vatandaşlıkla bağlı olduğu cumhuriyetle çelişkilerini "Yapay Kurt sorunu", gerçekte “derin bir Ermeni sorunu” ile örtmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün çok istediği, fakat daime İnönü tarafından engellenen Toprak reformu yapılıp feodal kalıntı toprak ağalığı tasfiye edilmedikçe, aşiret ağalarının AB-D sömürgecileri, Ermeni ve dincilerle menfur işbirliği önlenemez. Uyguladıkları terör, tehdit, anarşi ve tedhiş önlenemez.
ÇOK HAİN BİR TUZAK: MAHMUR
Eşkıya yandaşı TBMM’liler Mahmur’a gittiler.
İşte oradan çıkan son numara..
Mahmur’daki terörist kitlenin Güneydoğu’da özerk bir bölgeye iskanını, buranın da Birleşmiş Milletler denetimine alınması istendi..! Bunlar, o “TBMM’ye dönsünler” diye adeta ayaklarına kapanan Apocu vekiller eliyle gerçekleştiriliyor!.. Hani şu, devlet kesesinden ayda 9,5 milyar TL maaş, 2 yılda emeklilik hakkı, emekli olunca ömür boyu ayda 6 milyar TL maaş hakkı da olan TBMM mensubu Apocu vekillerin önüne düştüğü hareket!.. Gafil iktidar “Açılım” diye sunduğu tuzağın eleştirilmesine, karşı çıkılmasına tahammül edemiyor.. Karşı çıkanları, “Kardeşliği baltalayan, krizden beslenen art niyetliler” diye suçluyor. Baş koyduğu yolda ülkeye barış ve huzur geleceğini söylüyor… Bütün amacının “Tek bayrak, tek millet, tek devlet” olduğunu söylüyor…
Başlı başına bu dahi bir zulüm değimi dir?..
KATSAYI VE TSK
Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı tarafından 21 Ağustos 2009 tarihinde katsayı farkına ilişkin kapsamlı bir çalışma yapıldığı ortaya çıktı. 10 maddeden ibaret istihbarat çalışmasının, ”Sonuç ve değerlendirme” bölümünde şöyle deniliyor: ”Yeni düzenleme ile İHL’nin önündeki katsayı engelinin kaldırıldığı ve yükseköğretim kurumlarına girişte avantajlı hale getirildiği, bu yolla muhafazakâr yaşam tarzını benimseyenlerin kamusal alanda varlıklarının genişletilmesinin hedeflendiği…” Sonuç/değerlendirme bölümünde ise: “Düzenlemenin iptali istemiyle açılan davanın ve gelişmelerin takip edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir” deniliyor.
Aziz Türk milleti’nin kadim ordusu’na “Peygamber Ocağı”; vatan-millet uğruna can veren askerlere ŞEHİD, ŞÜHEDA; Savaştan muzaffer çıkanlara GAZİ denir. Bu terminoloji İslâmi’dir. Türk Ordusu, kurulduğu günden bu yana “Müslüman” ordudur.
Ancak, yıllık MGK toplantılarında; “insanlık dışı bir Yahudi tarikatı olan mason ve mütemmimleri yerine” Müslümanların ihracı, milliyetçi ve muhafazakâr düşmanlığı, buna mukabil ateist, dönme, solcu, hırsız-yolsuz ve suiistimale müsamaha ZULÜMDÜR.
AÇILIMLAR VE İŞKENCE!...
Mustafa Nevruz SINACI
Şu anda dünyada “tanımlanan ve objektif olarak açıklanıp, algılanan” değil; çıkar grupları ile belirli ideolojik ve politik çevrelerce oluşturulan “işkence” anlayışı, tanım ve ifade biçimi, başka bir deyişle “ilgili mevzuatın ‘özel amaçlı’ dayanağı” şöyle:
İŞKENCENİN ULUSLAR ARASI AÇILIM VE TANIMI
“İster fiziksel olsun ister ruhsal, bir göz korkutma, yıldırma, caydırma, intikam alma, cezalandırma veya bilgi toplama aracı olarak bilinçli şekilde insanlara ağır acı çektirmekte kullanılan her türden edimlerdir.
Ayrıca işkence, bir baskı yöntemi veya tehdit olarak algılanan kişi ve toplulukları kontrol altına alma aracı olarak hükümetlerce kullanılır, bu nedenle neredeyse evrensel olarak çok ciddi bir insan hakları ihlali olarak görülür.
Oysa üçüncü ve dördüncü Cenevre Konvansiyonu'nu imzalayan devletler, silahlı çatışma durumlarında korunan insanlara (düşman siviller ve savaş esirleri dâhil) işkence yapmayacağını beyan eder, ve BM İşkenceye Karşı Konvansiyonu’nu imzalayanlar hiç kimseye cezalandırmak, itiraf ya da bilgi almak, onlara ya da üçüncü şahıslara baskı yapmak amacıyla kasten acı ve ıstırap çektirmeyeceğine söz verir.
10 Aralık 1948 kabul tarihli BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 5. maddesi: Bir emir ve yaptırım biçiminde değil, sadece bir ‘temenni’ olarak, ‘Hiç kimse işkenceye maruz bırakılmamalı, kimseye zalimce, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele edilmemelidir’ der. BM İşkenceye Karşı Komite'si (İşkence ve diğer zalimane, insanlık dışı, onur kırıcı muamele ve cezaya karşı BM Sözleşmesi, (The United Nations Convention against Torture and Other Cruel, Inhuman or Degrading Treatment or Punishment, UNCAT), 1987 yılında göreve başladı. Konu ile alâkalı ilk maddenin son paragrafı “işkencenin kapsamı” konusunda çok ilginç bir “tanım, tespit ve muafiyet” içerir.
1. “…, Kanunî yaptırımlardan kaynaklanan veya yaptırımın doğasında bulunan veya bu yaptırımlarla rastlaşan ‘acı veya ıstırap’, işkence sayılmaz.”
DİKKAT EDİN LÜTFEN!..
Yukarıdaki mevzuat işkence konusunda çok dar bir çerçeveye indirgenmiş, esasa taalluk eden unsurlar “ihtiyari” olarak nitelemiştir; İnsan hakları evrensel bildirgesi ile işkenceyi önleme sözleşmesinde; Savaş hali dışında kalan bütün ihlaller, baskı, ıstırap ve zulümler “işkence sayılmaz” kapsamına alınmıştır.
Örneğin: Milli hafızayı silmek, yeniden kodlama veya formatlamaya teşebbüs, ahlâki, bilimsel-kültürel yozlaştırma, mantık ve mantalite çelişkileri yaratarak, her şeyi birbirine karıştırıp, ‘Çin işkencesi’ denilen akıl tutulması ile toplumu güdülecek sürü haline getirmek… Din örgüsü, duygu ve olgusunu istismar vasıtası ve suiistimal örtüsü haline getirmek; Din ticaretini çıkar ve siyaset aracına dönüştürmek; akıl tutulmasının ana kaynağı olarak “siyasallaştırılmış din” öğesini kullanmak v.b…
Uluslar arası hukukta suç sayılmamaktadır.
Ne yaman bir çelişki görüyor musunuz?..
Bunun yanı sıra, toplumu dumura uğratmak, paralize etmek, inisiyatifsiz, pasif ve hareketsiz hale getirmek, kültürler, dinler ve medeniyetler arası ittifak-diyalog gibi uydurma projelerle geniş tabanlı, çıkar amaçlı bir yozlaşma, yosunlaşma, etkisizleşme ve pasifizasyonu hayata geçirmek;
İnsan-hayvan ve tüm canlılara karşı yapılabilecek en büyük zulüm-işkence olan haksızlık, yolsuzluk, ayırma ve kayırmayı hükümetlerce himaye etmek; “bizden olanları abad, bizden olmayanları berbad ederiz” politikasını dünyanın her yerinde uygulamak;
Yalan-talan ve insanlık dışı edinimlere dayalı vahşi kapitalizm ile insani boyut düşmanı emperyalizm vasıtasıyla “kronik küresel ekonomik kriz yaratıp” yeryüzünde iktisadi hayatı sarsmak;.. Neo-liberalizmin uygulandığı bir dönemde tüm dünyada gelir dağılımının bozarak, (OECD raporlarına göre) dünyayı “Büyük bir siyasi istikrarsızlığa ve çatışmaya götüren felaketin eşiğine sürüklemek.” (Newsweek) Genetiği değiştirilmiş ürün (GDO), hormonlu gıda, kısırlaştırılmış tohum ve ‘grip’ virüsü gibi (NBC) kimyasal -biyolojik unsurlarla, dünya nüfusunun üçte birini yok etmeye teşebbüs;, Olabildiğince abartılmış ve onlarca aracı-komisyoncu unsuru ile kurgulanmış: “Petrol, Doğalgaz, İlâç, Silâh, Gıda maddeleri, Su ve Elektrik” ticareti ile geniş halk kitlelerini soymak!...
Düpedüz insanlık suçu, zulüm ve işkence olduğu halde!..
Uluslar arası mevzuata göre asla bir zalimlik ve işkence sayılmaz…
Yol açtığı vahamet, zarar ve hasara rağmen insanlık suçu da değildir!..
Gerçekte Osmanlı’nın, ABD dâhil “bütün dünya emperyalistleri tarafından tam bir iştirak ve işbirliği sonucu haritadan silkinmesinin” ve dahi “O’nun bakiyesi Türkiye Cumhuriyeti’nin de kazınmak istenmesinin” yegâne sebebi budur: ADALET
AB-D ve müttefiklerince, 1938-50 dâhil, 60 yıldır ülkemizde sürdürülen asimetrik savaş, uygulanan (NBC+GDO+açık kobay alanı) senaryolar, ekonomik-sosyal, siyasal ve kültürel emperyalizm, anarşi, terör-tedhiş gibi (mason-misyoner, dönme-koza ve kripto gibi yandaş-yoldaş aktörler aracılığıyla) oynanan menfur oyunlar sonucu bizde, bir de bunların artısı, zamlısı, katmerlisi var.
BİRAZ DA BİZE ÖZEL..
Tüm yukarıda sayılanların yanı-sıra; Aslanı kediye, kediyi fareye boğdurmak; Çoğunluğu azınlığa ezdirmek, kendisi köşk ve saraylarda oturur, yatlarda, katlarda keyif eder, saltanat sürerken “asgari ücretle” eleman çalıştırmak!.. Yurttaşların kahir ekseriyeti helâl bir lokma peşinde el emeği, göz nuru döker, vergisini öder ve “iyi insan-iyi vatandaş” sıfatıyla “onurlu ve huzurlu” bir hayat sürmeye çabalarken; Organize iş ve iştirakleri mevcut ‘menfur’ güruhun haksızlık-yolsuzluk, ayırma-kayırma yoluyla “saadet zincirlerine” dâhil olması!… Medya, mafya, politika üçgeninde Organize işlerle yenilen-yutulan kul hakkı…
Düpedüz işkencedir…
50 yıl süreyle AB kapılarında sürünmek hem zülüm hem de;
Çok yönlü, katmerli işkencedir
ÇAĞDAŞ VE GÜNCEL!..
ALENİ İŞKENCE ÖRNEKLERİ
Meselâ İsmail ağa Soruşturması, usulsüz görevden almalar ve soruşturmalar;
TEKEL dâhil, hakkaniyet ve adalet ilkelerine aykırı özelleştirmeler;
Haksız yere insanların işsizleştirilmesi, açlık-yokluk ve yoksulluğa terki;
Adalet ahlâkı ve hukuka aykırı dinlemeler, dava, takip ve soruşturmalar;
Yargı-Adalet erk’inin bağımsız ve tarafsızlığını önleyici her tür önlem ve engel;
Vatan savunmasında yer alan kişi, kurum, kuruluş ve unsurlara karşı yıpratma girişimleri, iftira, tedbir, fesat ve tefrika teşebbüslerine kayıtsızlık.. Ülkemizdeki açık ve yakın tehlike, asıl provokatör açlık, yokluk, pahalılık, işsizlik, ekonomik, sosyal ve siyasi sorunlar olmasına; Eğitimsizlik, adaletsizlik, hukuksuzluk, haksızlık, yolsuzluk, rüşvet-iltimas, ayırma, kayırma, bölgesel kalkınma farkları ve devleti soyma müteşebbisleri’nin kol gezmesine rağmen; muhalefetin aymazlığı, iktidarınsa, hain, zalim ve kötülere karşı hoşgörülü bir yaklaşımla toplumu germesi büyük bir işkence ve zulümdür.
Rüşvetle-hatırla, nüfuz ticaretiyle ihale almak, İktidara yanaşıp köşeyi dönmek, siyasiler olarak halktan giderek uzaklaşmak ve politik-ACI olmak, halkın asıl dertlerini, istek ve sıkıntılarını, beklentilerini göremeyecek, verilen sözleri tutamayacak;
Mahmur şartlarına sıcak bakacak ve bebek katiline “sayın” diyen sergerdeleri muhatap alacak kadar “açılım körü”, “milli devlet ve millet sağır’ı” olmak da; Bu gün için halk’a, hakikate ve tarihe karşı yapılan en büyük hainlik, zulüm ve işkencedir.