27 Ağustos 2011 Cumartesi

Türk Devlet geleneği, savcılar ve Somali............

TÜRK DEVLET GELENEĞİ VE…
Mustafa Nevruz SINACI
O bir mümin, gerçek lider ve samimi dindardı..
            Genelde “Evrensel Hukuk” olarak tanımlanan, fakat gerçekte İslâm’ın yaşam biçimi ve doğrusal hayattan başka bir şey olmayan; Olağan, doğal, norm/normal kaide ve kuralların yazılı şekline kanun diyoruz. Kanunların dünya boyutunda, mutlaka özgür, hür ve örgütlü toplumlar tarafından hazırlanmış olanına da Anayasa!.. İnsani boyut ve medeni hukuk bağlamında kural: “kanunlar anayasa’ya, anayasalar da insan’a aykırı olamaz” hükmü esastır. Bunu “insan” olanlar bilir. Olmayan(hayvan)ların zaten bir hukuk, ahlâk, adalet ve bilim boyutu yoktur.
            Sonuçta: Kanunlar orijinal, objektif ve evrensel olmak zorundadır.
            Durumdan vazife çıkartılarak (kişiye özel) kanun yapılamaz.
            Kanunların mutlaka: Örf, adet, gelenek ve din temelinde oluşturulması şarttır.
Bu nedenle kanun koymak, kanunları korumak ve yaşatmak bizatihi ve doğrudan milletin hakkı ve millet memurları ile vekillerinin ödevidir. Aksi taktide, Herbert Hoover’in dediği gibi: “Kanunların tek koruyucusu, ‘oy çokluğuyla seçilmiş’ hükümetlerse, hukukun sonu gelmiş demektir!!!....”
            Cumhuriyet (milli devlet) olmanın temel şartı budur.
            [Bu nedenle, 27 Mayıs 1960’da Atatürk’ün (1924-28) Anayasası çöpe atılmış; Son Türk İnkılâbı, Atatürk ilke, eser, emanet, vasiyet ve hizmetlerine “RED” anlamında 1961 paçavrası yapılmış olup; Bu vesileyle Milli Devlet, Demokrasi, Adalet, Hukuk ve Cumhuriyet kesintiye uğratılmıştır. Bu olmazsa olmaz değerlerden büyük bölümü hâlâ devlete avdet etmedi.]   
Aksi takdirde bazı melânetten mazarrat kendini enâniyet aynasında temaşa gafletine düşmüş, şeamet erbabınca yürütülen (güya yönetilen) adının sonunda Cumhuriyet yazılı tertip ve teşekküllere “cumhuriyet” denilemez. Bunların zavallı halkı gasp-tasallut altındadır, zulme maruzdur ve kurtarılmaya muhtaçtır. Daha açık bir deyişle, mezkür halkı idare edenler meşru olmamakla; Adaletle idare etmeyenlere karşı, her türlü direniş caiz, meşru ve mubahtır.
Sonuçta ‘DEVLET” olmak zor iştir.
Dolayısıyla dünyada devlet olmayı ve yönetmeyi en iyi bilen de Türk’lerdir. 
            Türk devlet geleneğinin ana unsuru; Üzerinde şeref ve şanla yükseldiği tarihi temeli; Varlık (oluş) nedeni, hedef ve emeli kadim İslâm’dır. Daha açık bir deyişle yaklaşık 124 bin yıl önce, “Cennetten inerek” dünyayı şereflendiren ilk insan Hazreti Âdem ile birlikte vahiy olunan, yaşanmaya başlayan berrak hayat kaynağı, yüce din…
(Doğrusu Allah katında din İslâm’dır., Âl-i İmran/19)
            Hani Habil ile Kabil’e iyilik, yükseklik, erdem ve hikmeti gösteren, Cennetle Cehennem arasındaki farkı açıklayan; Evrensel bazda kısaca ‘insanlık davası’ dediğimiz haklılık, doğruluk ve dürüstlük, sağduyu (fr. Le Bon Sens) yolunu emreden vahiyler, buyruklar ve ışıklar kitabı…(Haklıların güçlülüğü meşru; Haksız, zalim ve hırsızların güçlülüğü gayrimeşru olup; İyi insan ve onurlu, sorumlu iyi vatandaş, ödül umudu ya da ceza korkusu olmaksızın iyidir. İnsan yalnız yaptığı kötülükten değil, yapabildiği halde yapmadığı iyilikten sorumludur.)
            Hâsılı kitap’ın “elif”i Hazreti âdem iledir.
            Gerçekte tek, ümmette “Hatem-ül Enbiya” son Peygamberlik ise nokta…
            İşte Namık Kemâl’in dediği gibi, Türk’ün devlet olması ve devlet kurmasındaki amâl ve efkâr, tüm insanlığın refah, saadet, güvenlik ve huzurudur. Bunun sebebi hikmeti adalet cihazı, adalet cihazının esası eşitlik ve ahlâk; Sürdürülebilirliğin teminatı Cumhuriyet Savcılarıdır.
            Sadece Türkiye’de Cumhuriyet Savcısı
            Osmanlı’da Savcılara “Müdde-i Umumi” denilirdi.
Türkiye Cumhuriyeti hariç bütün dünya da sadece “Savcı/İddiacı” denilir. Bizde, “Cumhuriyet Savcısı” denilmesinin çok özel bir önem, değer ve anlamı vardır. Kısaca, cumhur’un (halk’ın) sahibi olduğu devlet içinde “halk ve hak adına” her meselenin sahibi, sorumlusu, takipçisi ve iddiacısıdırlar.
            Yani: Cumhur halk,
            Cumhuriyet: Halkın kendi kendini idare etmesi,
            Cumhuriyet Savcısı: (ise) Halkın, kendi kendisini, doğrudan ve dolaylı olarak; Vekil tayin etmek suretiyle idare etme keyfiyetini, eylemini ifa ve icra sürecinde;. “Kendi vicdanları, asaleten temayüz etmiş yüksek şahsiyet, iffet ve karakterleri doğrultusunda, sadece ve yalnızca Yüce Yaratıcı, kamu yararı, kamu vicdanı, özgür ve evrensel bilim ışığında milletten yetki alan ve millet adına karar, hareket ve tasarrufatta bulunanlar…” demektir.
            Bu nedenle, Türk ve İslâm tarihinde olduğu ve bu gün medeni devletlerde uygulandığı üzere; Sadece ve yalnızca, “cemiyetin en asil, mutemet ve mütemayiz, keza asaleten nezahetini ispat etmiş” aile çocukları Avukat, Hâkim ve Savcı olabilir. Milletin selâmet, saadet, refah ve ‘yeryüzünde ebed-müddet’ var olma şartı için bu olmazsa olmaz bir şarttır. Hâttâ, 1960’a kadar Türkiye Cumhuriyetinde de özenle uygulandığı gibi; Asker, yüksek düzey polis ve mülkiye içinde bu esasın geçerliliği hayati zorunluluktur.
Zira bunlar “asli/asil unsurun”, (damarlarında asil Türk ve hakiki Müslüman kanı akan; Namuslu, dürüst ve demokrat vatandaşların) hakkı müktesebi ve görevidir.
***
CUMHURİYET’İN SAVCILARI
Mustafa Nevruz SINACI
Cumhuriyet’in “Müdde-i Umum’larını”, Gazi Mareşal Mustafa Kemâl Atatürk, dünya da ilk ve tek olan “Cumhuriyet Savcısı” unvanı ile şereflendirdi. Ve, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhuriyet Savcılarına şöyle hitap ederek, emanet ve vasiyette bulundu:     
 “Türkiye Cumhuriyetinde kimsesiz kimse yoktur… Kendilerini kimsesiz görenlerin, yanlarında her an haklarını aramakla, korumakla görevli Cumhuriyet Savcıları bulunduğunu asla unutmamaları ve bundan emin olmaları gerekir.
Her uygar devlette olduğu gibi, muasır Türkiye Cumhuriyeti Adalet teşkilâtında da, Cumhuriyet Savcıları çok yüksek ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileridir.
Çünkü, Türk inkılâbı, çağımızda uluslara yaşama ve yükselme yeteneğini veren, en son ve en uygar ilkelerinin bir ifadesi ve Türk Ulusunun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan çok büyük mücadelesinin eseridir.
Cumhuriyet Savcılarımızın, Türk inkılâbının icapları etrafında, en kıskanç ve uzakları gören hassas nöbetçiler olmaları, asıl görevleridir. Cumhuriyet, Türk halkının kaderini yıllarca hastalıklı ve korkunç gelenekleriyle, zulüm baskı kan ve yangınları içinde sürükleyen saltanat ve hilâfet tarihini yıktı. Bu mücadelenin asıl amaçlarından biri de, zayıf olanları, despot, kötü ve zorbaların baskısından ve entrikacıların âleti olmaktan kurtarmak ve ulusu kendi kaderine sahip kılmaktır. Bu uğurda yılmaz ve kesin kararlı inkılâp, Türk ulusunun yaradılıştan gelen yeteneğinin gelişmesi ve artırılması için gereken zemini hazırlayarak hızla ilerlemektedir.
Bütün düşüncelerin üzerinde olan insan hakları, kamu hukuku ve kamu yararının korunmasının, devlet ve hükümet gücünün mutlaka hakkaniyet, eşitlik ve adaletle sağlanması ve korunmasıyla mümkün olabileceğini önemle hatırlatırım.
Cumhuriyette devlet ve hükümet gücü, Millet iradesi ve ulusal egemenliğin en kesin ve en temel ifadesi ve görünümüdür. Türk kanunlarına dayanan bu yetki; Hak ve adaletin gücüne engel olacak küçük bir girişimin dahi,  ulusun egemenlik hakkına saldırı olarak değerlendirip, buna yeltenenlerin mutlaka mahkeme huzuruna çıkarılmasını talep ederim.
Özgürlüğü ve yasaları bir alet gibi öne sürerek, milletin en küçük bir yararını dahi tehlikeye atma hakkına hiç kimse sahip değildir. Zira devlet halinde hayat süren, medeni milletlerde, özgürlük, adalet ve hukuk ulusun emrindedir; Yüksek yararlarının gerektirdiği şekilde genişletilir, sınırlanır ve belirlenir.
Yakın tarihimizde ve eski zamanlarda, din’lerin, zorba hükümdarlar, rahipler ve çıkar unsurlarının elinde baskı aracı olması gibi bir hale, çağımızda kesinlikle izin verilemez ve hoş görülemez. Türk inkılâbına karşı koyan muhalefetin özgürlük ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelir. Sınırsız hak, kişisel ikbal, hürriyet ve çıkarları peşinde koşanlar, kendi menfur emellerini, yararlarını ulusun yüksek menfaat ve özgürlüğünden üstün tutanlardır. Oysa ki sınırsız kişisel hak ve özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır.
Anarşi ve zorbalık, doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur.
Uygar milletlerde, kanun ve özgürlük, yüksek milli menfaatlerin korunması amacıyla düzenlenir ve kabul edilir. Çağdaş devlet kurmaya ve bu kuruluştan yararlanmaya karar veren toplumlarda, bu kesin bir şart ve zorunluluktur. Fert yok, millet vardır.
Zorbalık, despotluk ve monarşiyle yönetilen ülkelerde, kanun ve özgürlük, (hürriyet, adalet ve hukuk) bir kişinin veya sınıfın emellerini sağlamaya yarayan bir araç olur. Göçebe ve ilkel topluluklarda toplum değil kişinin çıkarları vardır.
Her hal-i kârda kimsesiz bireyin, kimsesi devlettir.
Türkiye Cumhuriyetinde kimsesiz birey yoktur.
Cumhuriyet, böyle bir kavramı asla kabul etmez.
İnsan hakları, eşitlik, adalet ve hukuk, milli kanunlarımızın teminatı altındadır.
Güçsüz ve kimsesizlerin yardımcısı devlet ve devletin kamu hukuku temsilcileri Cumhuriyet Savcılarıdır. Zayıf ama haklı, iyi, doğru ve dürüst, namuskâr olanların en güçlü durumda olmaları, adliyemizin en belirgin görevi, yegâne özelliği, hedef ve ülküsüdür.
Cumhuriyet, Adalet ve hukukun yükselmesini yüce bir onur meselesi saydıklarından hiç kuşku duymadığım çalışma arkadaşlarıma bu onurlu görev alanında mutlak ve muhakkak olan başarılarını coşkuyla dilerim” (Gazi M. Kemâl Atatürk, Cumhuriyet Savcılarına Sesleniş, 9 Ekim 1925)
Günümüz Cumhuriyet Savcıları, adalet, hukuk, emniyet (güvenlik) mensupları; Hâkim, Avukat, Polis ve Asker kişilere önemle ve özellikle hatırlatılır.   
ÇÜNKÜ!..
            Günümüzde namuslu, dürüst, cesur, insan’a, özgürlük ve bilim’e saygılı gazeteci-yazar kalmadığı; Objektif ve tarafsız araştırmacıların nesilleri tükendiği için; Artık Türk Cumhuriyeti yurttaşları doğru habercilik ve tarafsız yorumculuğa hasret!..
            Dördüncü kuvvet (basın-medya) acze düştü, işgal edildi ve dumura uğradı.
            Beşinci kuvvet (sivil toplum) imha, bu nam altında bedhahlar ihya ve ihata edildi.
            Gazetecilik mesleğine inşaatçı, petrolcü, hırdavatçı, marketçi ve bilumum müteahhit ve taşeronları sokan; Gazeteciliği bir adalet, fazilet ve doğruluğun, dürüstlüğün miyarı meslek olmaktan çıkartan siyasi mevtaların yedi göbek soyları ve yaşayan soytarıları kahrolsun.    
            Siyaseti, şahsi ikballerine alet edecek kadar alçak, şerefsiz, soysuz ve küstah sergerde zihniyetler karşısında vatandaş “haber alma, hakikati öğrenme ve doğruları bilme” hakkından mahrum kaldı. Medya sahasında saman, sahibinin sesi, ustalaşan uşaklar ve dezenformasyon amaçlı kirli-kârlı manipülâsyondan geçilmiyor. Ayıp, ayıp… İnsanlığı menfaatle değişen ve önlerine atılan bir kemiğe mukabil kırk takla atmaya amade sözde gazeteciler kahrolsun..
            Bu iğrenç yasal düzenlemeyi acilen ve derhal iptal ederek; Basın yoluyla işlenen faili malum cinayetler, alet olmalar, hedef göstermeler, haksız rekabet ve medyatik şike’den tutun her türlü yozlaşma, çürüme ve ahlâksızlığa yardım ve yataklığa neden; Mevcut ve mer’i basın kanunlarını değiştirmeyen hükümetin kulağına küpe olsun!..
            Bu vesileyle AKP, idare sanatının bir adalet ve hukuk faciası olduğunu;
Hüküm’ün “hikmet” i zorunlu kıldığını Cumhuriyet Savcıları, Hâkim ve Avukatlar bilsin. Genel veya bireysel, her ne hal ve şartta olursa olsun millet memurları, adalet, hukuk mensupları, askerler ve polisler; Evrensel hukuk, mutlak doğruluk, eşitlik, dürüstlük, Türk, İnsan ve Müslüman olmanın zorunlu kıldığı hakkaniyet ilkesinden asla taviz vermesin.  
Bu vatanın gerçek sahipleri: “Haklıların güçlülüğünün meşru; Haksız, despot, zalim ve hırsızların gücünün gayrimeşru” olduğunu bilsin. Ve yine bilsin ki; İyi insan, onurlu, sorumlu iyi vatandaş, ödül umudu ya da ceza korkusu olmaksızın iyidir. İnsan yalnız yaptığı kötülükten değil, yapabildiği halde yapmadığı iyilikten de sorumludur. Savcılar bunu da takip etmelidir!..
***
SOMALİ!.. KADER DEĞİL, KÂBUS
Mustafa Nevruz SINACI
Afrika, hâlâ hakkıyla ve lâyıkıyla özgür değil; Büyük bölümü müstemleke.
Kıt’a nüfusunun kahir ekseriyeti Müslüman olmasına rağmen, sözde İslâm âleminden yana kimsesiz ve sahipsiz. Müslüman geçinen, öz’de AB ve ABD uşağı, adî dalkavuk, yalaka, mel’un Arabiler; Ate efendilerinin korkusundan dinin emirlerini yerine getirmemekte ve Afrika halkına sahip çıkamamaktadırlar…
Oysa, son yıllarda deniz korsanlığı, cebri gasp, irtikap ve hırsızlıkla anılmaya başlanan Somali ve sınır komşuları gerçekte büyük kaos-kriz ve handikap içinde. Adalet-hukuk, ahlâk ve demokrasiden uzak; Sermayesi sömürgecilerce gasp edilmiş, malları yağmalanmış, kalkınma-gelişme ve mâkus talihlerini yenme imkânları ellerinden alınmış talihsiz ve sahipsiz, yönetim zaafı ile malul, çaresiz ülkeler ve milletler…
Ama tek dişi kalmış, canavarlaşmış, mal, koltuk ve iktidar hırsıyla ihtiras kurbanı olmuş kifayetsiz muhteris “medeniyet âlemi” sinsi, fırsatçı, kurnaz ve seyirci… Bu bağlamda sadece Afrika’nın olabildiğince alçak, şerefsiz, dinsiz ve kansız katilleri ‘haçlı’ AB+ABD’yi suçlamak haksızlık olur. Dünyada daha nice “hüdâi nabit” (türeme zalim ve muhterisler)’ler var bakınız: Meselâ çok basit bir örnek verelim; Fırsatçılık, kayırmacılık ve bencillik yönünden (maalesef bizim memleketimizde cereyan eden) şu ibretli ve dehşetli, utanç verici, yüzkarası olay yeter!..  
“Camilerde İki Cumadır Somali İçin Yardım Toplanıyordu, Bu Cum’a,
CEMAATİN VERDİĞİ PARALAR ŞEVKİ YILMAZ’IN VAKFINA GİTTİ.
Somali`de yaşanan insanlık dramı karşısında ilk harekete geçen illerden biri de biz (Kocaeli) olduk. Açlık ve kuraklığın ölüme davetiye çıkardığı Somali halkı için yardım toplamaya camilerden başladık. (*)
Ramazan ayının başından bu yana iki Cuma Namazı çıkışında cemaatin önüne yardım sandıklarını koyduk ve 2 milyon TL`ye yakın para topladık. Ancak dün Somali`deki açları dahi bir kenara bıraktık, toplanan bağışları Şevki Yılmaz`ın (*) vakfına aktardık.
MÜFTÜLÜĞÜN EMRİYLE
Diyanet İşleri Başkanlığı`nın genelgesi doğrultusunda iki cuma namazı çıkışında il genelindeki tüm camilerde Somali için yardım toplayan Kocaeli Müftülüğü bu cuma Kocaeli Valiliği`nin de olurunu alarak Rize eski milletvekili Şevki Yılmaz için çalıştı. İl Müftülüğü`nden tüm ilçe müftülüklerine gönderilen resmi yazıda cuma namazı çıkışında cemaatten toplanacak paraların İslami İlimler Eğitim Merkezi`ne bağışlanacağı bildirildi.
İMAMLARA MESAJ GİTTİ
İlçe müftülükleri de tüm cami imamlarına mesaj atarak durumu bildirdi. İmamlar cami çıkışına her zamanki gibi yardım kutularını koydu, bağış topladı. İşte toplanan bu paralar Rize eski milletvekili Şevki Yılmaz tarafından Gölcük Piyalepaşa Mahallesi`nde “İslami İlimler Eğitim Merkezi” adı altında yaptırılan cami, Kur`an kursu ve erkek öğrenci yurdunun inşaatına gitti. Camilerden Somali için geçen cuma 1 milyon TL`ye yakın para toplanmıştı.”
Umarım bu haber doğru değildir. Gerçi şu ana kadar tekzip edilmedi ama “Somali için toplanan nakitlerin, Şevki Yılmaz gibi, adı Atatürk, Türk İnkılâbı, demokrasi ve cumhuriyet düşmanlığına çıkmış bir şahsın teşebbüsüne aktarılması çok büyük bir utançtır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın meşruiyetine gölge düşürür, sair emir ve talimat veren akıl ve iman fukaralarını şaibe altına sokar. Bu lekenin temizlenmesi de hükümete düşer.
Kaldı ki, şu anda Somali yardımları için söylenen, yoğunlukla ortalıkta dolaşan, Şevki Yılmaz faciası gibi örneklenen ve nihayet deniz feneri cürümleri ile örtüşme temayülünden bahisle yayılan kaygılar var. Yukarda Somali’nin durumuna çok az temas ettim. Konuyu daha da açacağım. Lâkin her şeye rağmen 30 yıldır süregelen bir acıyı; Tam mübarek Ramazan ayında duygusallaştırmak ve sömürmek, “hüküm ve hikmet” akaidine isyan, insan ve İslâm’a ihanettir. Hükümetin çok dikkatli ve dürüst, muhalefetin ise uyanık ve takipçi olmak gerekir.  ***  
İNSAN, İSLÂM VE BAYRAM
Mustafa Nevruz SINACI
            Rab önce insan’ı yaratmış, sonra İnsan’a İslâm’ı (dini); İdeal ve doğrusal yaşam biçimi, (yol gösterici bir ilim) olarak lütuf ve ihsan etmiştir. Bakınız, “hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fen’dir” diyen Gazi Mustafa Kemâl Atatürk; Unutturulmaya ve hafızalardan silinmeye çalışılan “Balıkesir Cuma Hutbesi'nde” ne diyor. Özellikle ve bilhassa hatırlatmak isterim:
            ATATÜRK’ÜN BALIKESİR HUTBESİ: (*)
            "Ey millet! Allah birdir. Şânı yücedir Allah'ın selâmeti, âtifeti ve hayrı üzerimize olsun. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.), Cenâb-ı Hak tarafından insanlara dînî gerçekleri bildirmeye memur ve resûl olmuştur. Anayasası, cümlemizce ma'lûmdur ki, Kur'an-ı Azimüşşândaki kesin hükümlerdir. Arkadaşlar; Cenâb-ı Peygamber mesâisinde iki yere, iki hâneye sahipti. Biri kendi hânesi diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hz. Peygamberin mübarek izlerine örnek alarak bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait konuları görüşmek maksadıyle bu dar-ı kutside (kutsal yerde) Allah'ın huzurunda bulunuyoruz. ...
Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni, başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.
Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. ... Binaenaleyh (bundan dolayı) benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim." (*) 7 Şubat 1923- Paşa camii-Balıkesir
            Bu Hutbe’den haberdar olmalı ki; Yazar Şehriban Oğhan, Şeker Hoca adıyla tanınan Malatya Şeker Camii İmamı Celal Tilgen’in istifası üzerine Bu kadar duyarsızlıkta ne namaz kabul olur ne oruç” diyerek, insanın istismarı ve din tüccarlığına isyan etti. (24 Temmuz 2011)
            Mesele şu: Şeker Hoca adıyla tanınan Malatya Şeker Camii İmamı Celal Tilgen, 13 şehit haberini aldığı gün, Berat Kandili için toplanmış cemaate, “37 yıldır bir insan öldürenin bütün insanlığı öldürmüş olacağını anlatamamışım” deyip istifa etti.
            ŞEKER HOCA NE DİYOR?..
            Ülkenin bölünmez bütünlüğü en büyük ibadet. Peygamberimiz buyuruyor ki; “Bir insan öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir”. O şehitlerin ailelerinin, eşlerinin yerine koyacaksın kendini. Bunu yapmadıktan sonra Allah’ın eğilmemize, kalkmamıza, aç kalmamıza, Hacca gitmenize ihtiyacı yok. Ülkedeki 124 bin din görevlisi, yüz binlerce öğretmen... Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşı’nı anlattık mı bu gençlere? Türk bayrağının sadece yapay çizgilerle değil, Kürt’ün, Türk’ün, Laz’ın, Abhaz’ın kanına ayın yansımasıyla oluştuğunu anlattık mı?
Sanatçının, doktorun, imamın Kürdü, Türkü olmaz. Bu da bir fitnedir.
Her Kürtçe bilen bölücü mü? Devlet Kürtçe kanal kurmuş. O söylenen şarkının içinde bölücülük, ayrımcılık varsa hepimiz protesto edelim. Ama siz bunu protesto ederseniz, öbürü de kalkar Türkçe söyleyeni protesto eder. Fitne, ayrımcılık, bölücülük de bundan çıkar….”
Celâl Tilgen (Şeker) Hoca’nın dediklerini aslında yüzlerce hoca, politik-ACI ve sıradan memur söylemekte. Ama bu güne kadar, sözüne sahip olan, sözünün arkasında duran ve “sözü ile özü bir” olan sadece O çıktı. Oysa!...
Ramazan boyunca Mimberlerden noksan vaazlar verildi, hutbelerde halk “hakkı olduğu şekilde” aydınlatılmadı. Bilhassa, ekranlarda boy gösteren bazı din, iman, insan ve akıl fukarası eşhas, adeta Ramazan boyunca “meleklerin dişi mi, erkek mi” olduğunu tartıştı. Sadaka, fitre ve zekât üzerine hurafeler düzüldü, eyyamcılık yapıldı ve Asr-ı Sâadet’e iftiralar edildi.
Oysa Camilerde Atatürk ve Şeker Hoca’nın dediği gibi, siyaset dâhil ülke, insan ve İslâm’ın meseleleri açıkça görüşülmeli; Sadaka ve fitrenin fakirin, amma Zekât’ın devletin hakkı olduğu ve devletin zekât usul ve nisabından başka bir vergi alamayacağı söylenmeliydi.        
Söylenebildi mi? Hayır!.. Bu konuyu açmak dileğiyle Bayramınız Mübarek olsun.  
***
DİLSİZ ŞEYTANLAR VE DİN TÜCCARLARI (*)
Mustafa Nevruz SINACI
Bu makale; Elli yıldır müthiş kârlı, verimli, yapısal olarak çok pasif, edilgen ve ironik bir piyasaya, sıradan sektöre dönüştürülerek, “din tüccarları” tarafından ahlâksızca sömürülen ve dilsiz şeytanlarca hararetle desteklenen bir alanı konu almaktadır. Olaylar somut, sorumlular gerçektir. Failler her türlü yasal takip, soruşturma ve kovuşturma korkusundan uzak, son derece rahat, hatta kimileri dokunulmazlık ve erişilmezlik zırhı ile donanımlı; Bedhahlarla iştirak ve işbirliği halinde bulunmalarına rağmen, durumlarından emin ve memnunlar. Ancak, bu makale gerçek sorumlular dışında kimseyi hedef almak veya hedef göstermek maksadı taşımamaktadır.
Bu gün (29 Ağustos 2011) Aziz ve Mübarek Ramazan-ı Şerifin sonu, Arife günü..
Yarın inşallah, Cumhuriyet tarihinde ilk defa Ramazan Bayramı ile 30 Ağustos Zafer Bayramını ‘bir arada’ kutlayacağız. Bu bir tevafuk mucizesi olmalı. İki kutsal sevincin birbirini tamamlar / bütünler uygunlukla aynı güne denk gelmesi başka nasıl izah olunabilir?.. Elbet 30 Ağustos’ta kutsal bir sevinçtir? “El İman, minel vatan” akaidinin unsurudur...
18. Dönem Sakarya Milletvekili Yalçın Koçak; “Ya Sabır” adlı makalesinde,
“Kim bunlar, kim bu adamlar?.. Damarlarımızdaki asalaklar, üç kuşağı da devlet bordosundan geçinenler, tufeyliler, doğdukları topraklarda tarlası toprağı olmayan yurt’suzlar Ankara’ya çökmüşler gayeleri de ulvi sözde‘Vatan beklerler’. Yurtsuzların Beklediği Vatanın Anası ağlıyor. Hanelerimize ateş düşüyor, kor düşüyor, bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler battı, batıyor… Bu 800 bin km. karelik Vatan’da hainin inindeki nefes alışını duyamıyorsak, pusu yiyor, gömülen patlayıcıları göremiyorsak, bir büyük yanlış var beyler. Yakında ANA’lar silâhlanır, “etek’leri” bize emanet kalır..” (25 Ağustos 2011,http://ykhaber.blogspot.com)      
            Bakınız: Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün 7 Şubat 1923 tarihli Balıkesir Paşa Camii hutbesinde, (*) bak: İnsan, İslâm Ve Bayram, Anayurt – 27.08.2011) “Cenâb-ı Peygamber mesâisinde iki yere, iki hâneye sahipti. Biri kendi hanesi diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hz. Peygamberin mübarek izlerine örnek alarak bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait konuları görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside (kutsal yerde) Allah'ın huzurunda bulunuyoruz....” Yani neymiş? Esası fazilet olan siyaset, Lozan gereği asli unsur olan Müslümanların ibadet, meşveret ve halvet makamında müzakere ve mütalâa olunurmuş.. Peki, öyle mi oluyor? Kesinlikle hayır. Bu konuda zâtı ve istifasından örnek getirdiğimiz Şeker Hoca namıyla maruf, gerçek din, ilim ve aksiyon adamı Celâl Tilgen’in fikri ne?.. Bakınız:    
            Peygamber buyuruyor ki, “Herkes çobandır, herkes sürüsünden mesuldür”. Hz. Ömer de; “Dicle kenarında bir kurt bir kuzuyu kapsa ilahi adalet Ömer’den hesap sorar.” Bu kadar mesuliyeti olan bir kişi, başın sağ olsun, vatan sağ olsun, millet sağ olsun! Sağ olsun da önce tedbir al, takdiri Allah’a bırak. Tedbirsizlik, bana necilik var, çoluk çocuğuna sahip çıkmamak var. Şahsen ben kendimi sorumlu hissettim. Böl, parçala, yut. Dış güçlerin işi bu, yoksa kimin kimden farkı var? Çözüm; kendi içimizde. Bir araya gelinecek, herkes üzerine düşeni yapacak. Kimse benim dediğim olsun demeyecek; BDP’nin devlet imamlarının arkasında saf tutmayın çağrısı”na gelince; o bir fitne, fesat. Devletin imamı eğer ideolojik din görevi yapmıyorsa, eğer başka şeyler karıştırmıyorsa... Onun hocası benim hocam, öbürünün öğretmeni öğretmenim, bakanı bakanım... Öyle olur mu? Zamanında yanlışlar yapılmış olabilir, ama şu anda Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi istediği makama geliyor. Vekil, bakan, cumhurbaşkanı olabiliyor.”
            Yaşanan gerçek bu, ama aziz halkımız ve ülkemizi elli yıldır hain pençesine alan anarşi, terör ve tedhiş, başta din olmak üzere her vasıtayı amansızca ve pervasızca kullanıyor. Din’den geçinen ve din istismarı yoluyla politikada mesafe alan ‘din tüccarı ve dilsiz şeytan” kesimi bu alçaklık ve küstahlığa karşı duyarsız. Adeta işbirlikçi, yardım ve yataklık şaibesi altında. Sanki kişisel çıkarlar, milli menfaatlerden üstünmüş yahut başkaları adına politika yapılıyormuş gibi; Din tüccarlari, insanlık düşmanları ve organize suç örgütlerine karşı müthiş bir zaaf, acz, atalet ve inadına koruma, kollama var. Bu nedir Allah aşkına? Siyaset simsarları, din tüccarları ve dilsiz şeytanların çıkar ortaklığı mı? Farz edelim ki öyle!.. Bu memleketin muhalefeti nerde?..      

10 Ağustos 2011 Çarşamba

2011 Ağustos güncel'i


İLERİ DEMOKRASİ
VE MUHALEFETE KAHRİYE
Mustafa Nevruz SINACI
“Açılım-saçılım adlarıyla ‘ileri demokrasi’ yolunda, ciddi mesafeler alındı!
Protokole geç kaldığı ve program başladığı için kendi geldiğinde ayağa kalkmayan; anlı-şanlı, üstün hizmet madalyalı, PKK'nın rüyalarını bile korkutacak yetenek ve cesaretteki Paşa'yı; Gizli tanık ifadeleriyle görev başındaki Generalleri, tutuklayabiliyor İleri Demokrasi!
"Meşenin dalları, nerenize ...di? Has..tirin! Has..tirin!" diye iltifat eden bir Belediye Başkanına, ayrı bir devlet temsilcisi gibi beyanat verenlere, yaptırımı yok. Meclis'e gelmeyen, kendi meclislerini toplayan, Özerklik ilan eden, kendi vergilerini toplayacaklarını, devlete vergi vermeyeceklerini, ekonomik destek haracı isteyeceklerini açıklayanlara izin veriyor!
Aynı gün 14 Mehmetçik katlediliyor! 14 Mehmetçiğin katledildiği hain tuzak sonrası itlâf edilen PKK'lı leşlere, "Onlar bizim kahramanlarımızdır." diye sahip çıkılıyor! Onlara İleri Demokratlığın bütün tavizleri… Komuta kademesinde suçlu görülen subaylara, cezaevi tehdidi! Allah belânı versin İleri Demokrasi!
Vicdani Ret diyerek asker vermeyenler, Devleti dağa çıkmakla tehdit ediyorlardı, alışmıştık! Şimdi de Diyânet İşleri Başkanlığını reddederek, sivil itaatsizlik adıyla camilerde değil, açık havada alternatif Cuma ve teravih namazı kılıyorlar! İslâmiyet'e göre haram aylar da, üç aylar da, bırakın savaşmayı, avlanmak bile mekruhken, düzde alternatif Cuma ve Teravih Namazları kılınırken dağda her gün, ikişer-üçer Mehmetçik katlediliyor!
Her gün, hem de üç aylar' da, Ramazan mübarek'te askerlerimiz katlediliyor, esir edilip dağa kaldırılıyor, Cumhurbaşkanı, Başbakan kınıyor! Meclis başkanı çok sert ifadelerle kınıyor! Genel Kurmay Başkanı yok! Dört saat önce KKK’na, sonra vekâleten Genel Kurmay başkanlığına atanan General, kendi ikbal hayalleriyle meşgul ve kınamaya bile zamanı yok!
Ben ve millet ve Şehit Aileleri sadece kınamıyor lânet ediyoruz! Belâ okuyor, beddua ediyoruz! Allah onlarında, onlara ileri demokratik hak tanıyanların da, isyan edenlerden hesap sormayanların da, koca NATO generallerine, FB başkanı'na, muteber işadamlarına, yazarlara, gazetecilere güç yetirirken; KCK'lılara, BDP'lilere, PKK'nın siyasallaşmış şehir örgütlerine güç yetiremeyenlerin de bu mübarek günler yüzü suyu hürmetine Allah belâsını versin!
İleri Demokrasi'yi Allah kahretsin! Cehennem sıcağında çocuklarımızı, kuru otların, çalıların ortasında tuzağa düşürenlerin Allah belâsını versin! O çatışma yerini yasaklamayarak yandaş basının olmadık resimleri servis etmesine izin veren, rütbe yarışında ihanet içinde olan her kesin Allah belâsını versin! Ne orucumuzdan, iftarımızdan ne de teravih'ten tat almıyoruz! İçimiz kan ağlıyor. Şu mübarek günlerde halka bunları reva görenlerin, Allah belâsını versin!
Bu millet sizi, "hizmetin ibadet" sayıldığı yere kadar çıkardı! NATO Generalleri karşısında yalnız bırakmadı! Yandaş dolma kalemler, sizin adınıza Türk Milletine, Türk Ordusu'na, Atatürk'e, Cumhuriyet'e olan öfkelerini kusuyorlar! O Türklükten, milletlikten, milli duygulardan nasipsiz çukurlara, millet sizin hatırınıza tahammül etti, ediyor! Daha ne yapsın bu millet, yürek yangınlarını engelleyesiniz diye? Allah’ınızı severseniz artık doğruyu yapın! Her kese, her kuruma yeten güç, PKK'lılara yetmiyorsa; o güç’ün de Allah belâsını versin! Mazlumun, yolcunun, yetimin duası-bedduası tutar derler! Mazlum Şehit aileleri adına, evinden barkından kaçan sürgün yolcuların adına, Şehit yetimleri adına; bu aziz mübarek günlerde Allah belâlarını versin! Allah müstahaklarını versin! Kahroluyorum, Allah Kahretsin!” (İftar Bedduası, Mustafa Aslan- 3 Ağustos 2011)
Aziz meslektaşımın bu feryadını paylaşmak istedim. Doğru; Halkın içine itildiği gayya çukurundan gün boyu kahriye, beddua ve lânetler yükseliyor. Ancak hakiki melânet ve gerçek suçlunun “muhalefet” olduğu asla unutulmamalı. Zira bu menfur kaos, yasa ve ahlâk dışılık; hak-adalet, hukuk ve anayasa düşmanlığı hüküm sürerken mhp&chp ne yapıyor Allah aşkına? Ya kartel domuzlarından beslenen sözde aydınlar? Önüne atılan her kemiğe onursuzca atlayan oligarklara ne demeli?
Esas bu şahsiyetsizlik ve haysiyetsizliğe lânet olsun, kahrolsunlar!     
SURİYE TEZGÂHI VE TÜRKMEN KATLİAMLARI
Mustafa Nevruz SINACI
Geri zekâlı, ilmi hâl ve insan ahlâkından yoksun, akıl fukarası, asırlık dâhili bedhah birileri, Arap ülkeleri ve menfur yönetim unsurlarını hâşâ Müslüman olarak nitelemekte. Bu tam bir cehalet, gaflet, dalâlet, hıyanet ve insanlık davasına ihanet; Yalan, iftira ve bühtandır.
 Ama her ne hikmetse, günümüzde adı dinci veya diyalogcu ya çıkmış bütün okumuş, yazmışlar böyle düşünür; Üstelik sözlerini; ‘İslâm akıl dinidir, mantık dinidir’ diye bitirir; Her daim, bilerek-isteyerek, plânlı-programlı olarak işledikleri günahların kızgın ateşiyle kavrulan ruhlarını soğutmak için de, aklî olmayan hurafeler ve boş işlerin peşinde koşarlar.
Örneğin: İnsani ve dini hayatımızın temeli, hakkıyla ve lâyıkıyla kılınan 5 vakit namaz yetmezmiş gibi; Kandiller, üç aylar, mübarek günler-geceler, bayramlar ve iki bayram araları derken, çok değerli vakitlerini hayatlarından ayırır, en insani, medeni işlerini ihmal eder hale gelirler. Şimdi bir de tesbih modaları var. Ellerinde bir tesbih matik, sabah akşam çeker, sonra bunları eşe dosta rakam gösterilip bununla gurur duyarlar. Ama çevrelerini kuşatan haksızlık, yolsuzluk ve yoksullukla alâkadar olmaz; doğruluk ve dürüstlüğü tavsiye etmez; ihanete karşı durmaz, zalime dur demezler. Ne yani, bu mu İslâm? Yaptıkları dindarlık falan değil softalık. Fanatizm. Mademki İslâm bir akıl dini, o halde duruma bir açıklık getirmek gerek!..
İŞİN DOĞRUSU VE AÇIKÇASI
Günceli dosdoğru değerlendirip, geleceğe dürüstçe ışık tutabilmek için “Müslümanlık önce İnsan olmayı zorunlu kılar; İnsanlık mutlak doğruluk-dürüstlük, iyilik demektir; Ancak adalet, hak’a riayet ve hakikatte ilim-irfana teslimiyetle ancak İslâm olunabileceği” gerçeğini mutlaka açıklamak bilinmesini sağlamak zorundayız. Aksi takdirde bu günün alt varlıklarını; Dinli veya dinsiz samimi, saf, temiz, namuslu, dürüst insanlar ile dindarlardan ayırt edemeyiz.
Öncelikle ve mutlaka şu hakikati bilmek lâzımdır ki: İslâm, Hazreti âdem’den beri var olup 124 bin Peygamberle sürüp gelen tek din’dir. Satanizm ile putperestlik muhtevalı mason tarikatı öğeleri taşımadıkça, Hazreti Muhammed’i peygamber olarak kabul eden her mezhep, tarikat ve bütün yollar İslâm’dır.
İslâm, kesinlikle lâik, Cumhuriyetçi ve Demokrat’tır.  
Tıpkı Atatürk’ün: “Türk demek: Türk’çe düşünmek, Türk’çe konuşmak ve Türk’çe yaşamaktır” demesi gibi; Müslüman demek da, “namuslu, dürüst ve adaletli yaşamaktır.” İşte olayları bu zaviyeden ele alıp değerlendirmek lâzımdır. Sonuçta bu özellikleri (inandığı gibi yaşamak; Demokratik seçim ve Şûra yoluyla yönetim) taşımadıkça hiçbir rejim meşru, devlet temelinde hukuki, ahlâki ve insani değildir. Bizimde dâhil olduğumuz, günümüz (öz’de değil) sözde Müslüman ülke ve topluluklarının sorunu budur. Dolayısıyla yukarda açıklanan mutlak değerlere nazaran aksi istikamette gelişen; Batı kaynaklı baskı, NBC ve psikolojik savaş, çok yönlü soygun-vurgun, mukallit Orta Doğuyu felâkete sürüklemektedir. 
Öyle ki, 20 yıldır Musul hattı, Kerkük, Telâfer ve Suriye’de alçakça gerçekleştirilen Türkmen soykırımları, Diyarbakır merkezli özerklik furyası ve din tüccarlarının insani boyut düşmanlığı ve İslâm’ı yozlaştırma çabaları bütünüyle bir AB+ABD, Ermeni-mason oyunudur.
Bu nedenle, özellikle “Suriye-Irak ekseninde” yukarıdaki ilkeler esas alınarak:  
1- ABD, İngiltere, NATO veya İsrail, Suriye'ye asla müdahale ettirilmemeli;
2- Türkiye, Suriye'ye dış müdahaleyi engelleyecek şekilde daha aktif bir politika izlemeli, sürece dâhil olmalı ve gerekirse taraflar arasında arabuluculuk yapmalı; 
3-Türkiye, Türkmen unsurları korumak, adaleti temin ve barışı sağlamak için İKO, Arap Birliği ve BM nezdinde acilen ve derhal sonuç alıcı girişimlerde bulunmalıdır.
4-Türkiye, Suriye ile kurulacak ilişkilerde, ABD veya başka bir koalisyon adına değil, bir imparatorluk varisi-bakiyesi olarak süreçte yer almalı ve bunu açıkça deklare etmelidir.
5-Beşar Esed, Türkmen halkına soykırım uygulamaktan ve terör örgütüne yardım ve yataklık yapmaktan derhal vazgeçmeli; BAAS rejimini terk ederek, Kürt kisveli Ermenilerden rejimi arındırıp; İnsan hakları ve İslâm’a saygılı, özgür ve adil bir ülke olmayı başarmalıdır. 


İŞ BU PARLÂMENTO
VE “YENİ (SİVİL) ANAYASA”
Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz  SINACI
            Ülkemizin en saygın, ehliyet ve liyakat sahibi yazarlarından İlmay Teker 14 Temmuz 2011 günü haykırıyor. “Diyarbakır’da 13 şehit, 7 yaralı!. Al sana açılım!. Al sana mutabakat!. Bunlara oy veren % 50 suskun..?.. Şimdi git ey “usta”, terörist başı ile anayasa yap. Allah’tan korkmadan ve kuldan-milletten utanmadan hücresine halı ser…” 
            15 Temmuz 2011 Cuma günü akşama doğru; 15’i Diyarbakır’da, ikisi İzmir’de olmak üzere 17 şehit! Genelkurmayın açıklamasına göre 15 fidanımızı orman yangınında kaybettik!. Ayrıca pek çok yol kesme vakıası… 2 asker, 1 sağlıkçı ve jandarma karakolunda çalışan 2 işçi kaçırıldı. İçişleri bakanı öfkeli, Genelkurmay başkanı “teröristlerin attığı el bombasıyla orman yangını başlıyor, yangının içinde kalan erler yanıyor” diye bir açıklama yapıyor. Çok komik.. Peki, bu nasıl yangın ki bombayı atan eli yakmamış? Onlar nasıl kurtulmuşlar bu yangından? Nihayet, bir el bombasının atış menzili hadi diyelim 50-60 metre. 60 metrenin ötesi yanıyor, yakılıyor da berisi mi sağlam kalıyor? Bu nasıl iş?
            Kaçırılan 2 asker, 1 sağlık görevlisi ve 2 Jandarma karakol işçisinden haber yok. Ama 14 Temmuz günü 14-15 kadar terörist gelip teslim oluyor; Eş zamanlı olarak, İmralı uşaklığı ile maruf heyet başbakan, grup başkan yardımcıları ve parlamento başkanı ile görüşüyor. Vaki temaslar sonucu mutabakat yok. Heyetler dağılıyor. Herkes geldiği yere dönüyor. Ne iş..?...
Dahası 2004 yılından bu yana iki Türk adası Yunan işgali altında Dışişleri bakanından ses yok. Memlekette dağ taş anarşist-terörist kaynıyor. Diyarbakır, Türk Bayrağı, Türk dili ve Türkçe levhadan arınmış, Türklerin can ve mal güvenliği yok. Vergi tahsilâtı yapılamıyor, su, elektrik ve sair zorunlu hizmet bedelleri alınamıyor. Vali sembolik, devlet kayıpta bu ne hal?.. de’FACTO özerklik karşısında İçişleri bakanı şaşkın, bakınıp duruyor. Zaten içişlerinde otuz yıldır ciddiyetle çalışan görevini dirayet, şeref ve sorumlulukla ifa-icra edene pek rastlamadık. Adalet bakanlığı ve mütemmim cüzleri de öyle. Peki, dağ-taş terörist kaynıyor, Yunan gelip iki Türk adasını işgal ediyor ve ütüne üstlük memlekette adalet yok!..
Şu hale nazaran yetenekten vareste ve umur-u devletten malul;
İçişleri, Dışişleri ve Adalet bakanları derhal istifa etmelidir..
Elbette Kemal Burkay’ı karşılamak gafletinde bulunan Egemen Bağış’da…
O ne gaflet, dalâlet ve şeamettir ki, apaçık bölücü ve ayrımcılıkla maruf, müseccel bir Türk ve Türkiye Cumhuriyeti düşmanı, “devlet” bakanı sıfatıyla karşılanıyor. Bu affedilmez bir hata ve ancak istifa ile düzeltilebilecek bir gaflet ve cehalettir!...
Özellikle 07 Ağustos 2011 tarihine kadar vuku bulan gelişmeler, devlete isyan eden, terör örgütü bağlantılı siyaset kurumunun uluslar arası tanınma çağrıları, AB başvuruları ve Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı aleni tehditler tahammül edilmez boyutlardadır. Bu hain kalkışma, küstahlık ve başkaldırıya tahammülfersa görünen ve hakaretleri hazmeden hükümet kamu vicdanında “malul, aciz ve mahkûm” durumuna düşmüştür.
Cumhuriyetin Savcıları da bu “aleni suç ve vahim ihanet karşısında” suskundur.
Devasa mevcuduna rağmen bir avuç eşkıya karşısında adeta mağlup ve millete karşı müteessir, mahcup duruma düşen Tsk da seyirci… Ayıp, ayıp, aldığınız maaş haram olsun. 
Temsilde zafiyet ve hukuki meşruiyetin icabından aciz duruma düşmüş olmak” gibi bir görüntü veren bu durum çok tehlikelidir. Adeta ihanete çanak tutulmakta ve bölünme, parçalanma yolu aralanmaktadır. Dahası şu an için vatandaşlık hakları, adalet ahlâkı, hukuk ve meşruiyetin temeli olan “eşitlik” kavramı fiilen ortadan kalkmış bulunmaktadır.       
            Diğer taraftan, Mersin Milletvekili İsa Gök, CHP’nin yemin etme kararına rağmen, bu yazının kaleme alındığı 14 Temmuz 2011 akşamına kadar yeminini etmedi. Gök, yemin etme kararını doğru bulmadığını yaptığı açıklamalarla kamuoyuna duyurdu. Yemin etmeme kararı gerekçesi olarak açıklanan Manifestoya da atıfta bulunan İsa Gök, yapılan mutabakatın, hiçbir şey değiştirmediğini, bu yüzden de yemin etme kararını yanlış bulduğunu söyledi ve;
1. ‘terörist’ ve ‘darbeci’ kelimeleri 2 farklı kavramı ifade eder. Haklarında yargı kararı kesinleşip suçları kanıtlandığında bu kişileri aynı kategoriye dâhil edebiliriz. Terör suçlusu Sabahat Tuncel'i, almış olduğu cezaya rağmen hapisten çıkararak TBMM'ne sokan yargı ile anılan kişilerin tutukluluklarının devamına karar veren yargının sorgulanması gerekmez mi? Adalet ancak 72 milyonun tamamına aynı şekilde uygulandığında bir anlam ifade eder.
2. Devlet içinde yuvalanmış menfur iç ve dış mihrakların anarşi ve terörizm'e destek verdikleri konusunda kesin bulgulara ulaşıldığı sık, sık açıklanmakta. Oysa "geciken adalet, adalet değildir". Bu bakımdan, soruşturmaların bir an önce tamamlanarak karar aşamasına gelinmesi büyük önem arz etmektedir. Sn. başbakan TBMM’de yaptığı konuşmada mhp'ye, terörist başı Artin Agopyan (apo) idamına karar verildikten sonra, neden dosyasının 3.5 sene sümen altında tutularak infaz işleminin gerçekleştirilmediğini sormuştur... Bunlar, bu güne kadar ülkemizi yöneten veya yönettiği iddiasında bulunanlar için bir yüz karasıdır.
Hüküm hikmet iledir.
Hikmet, adalet ahlâkı’nın hayatın her veçhesinde tavizsiz ve ivazsız olarak uygulanması anlamına gelir. Bu da, meşru hükümetin “hâkim ve hükümran olduğu” her yerde mutlak eşitliği temin etmesi demektir. Devletin bütün alan, kişi, kurum ve kuruluşlarında “hakkaniyet, adalet ve eşitliği” sağlamaktan aciz bir hükümet meşru değildir. 
DAHASI VAR!..
1. 24. üncü dönem TBMM’den adeta bir ‘kurucu meclis’ diye bahsedilir ve yeni meclis’e ‘sivil anayasa yapma görevi’ yüklenirken; Neden ve niçin önce seçim ve siyasi partiler kanunlarında düzenleme ve demokratikleştirmeler yapılmak suretiyle seçimler, Millet İradesinin gerçekten tecelli ederek, milletin kendi vekillerini seçmelerine imkân verilmedi?..
Sizler şu anda parlâmento da “millet vekilleri” mi var sanıyorsunuz?..
Eğer böyle sanıyorsanız; Parti sahiplerinin emir, takdir ve müsaadesi dışında, mahalli üye ve delege (halk) tarafından listelere konulmuş ve genel merkezin müdahalesi olmaksızın seçilmiş bir tek “gerçek vekil” gösterin bakalım!... 
2. YSK vesayetinden kaynaklanan sorunlar, mahpus vekil kaosu, yemin krizi, meclisi boykot, terörle pazarlık, devlete isyan anlamında özerklik ilânı, art arda yaşanan skandal ve zaaflar, İmralı ile pazarlık gibi rezillik ve utanç!.. Hâsılı bu parlâmento, anayasa değişiklikleri yapabilir. Amma!.. İçtikleri ‘yemin’ ve gidişata nazaran “yeni ve sivil bir anayasa’yı asla..”
SONUÇTA:
Bu parlamentoyu parti sahipleri (sulta) atamış ve usulen halka onaylattırılmıştır.
Millet Vekili olmayanların, yeni bir anayasa’yı telâffuz etmeye bile hakkı yoktur.
Muktedirse önce Güneydoğuda nükseden fesadı; Devleti derinden kemiren haksızlık, adaletsizlik, hırsızlık ve yolsuzlukları; Aziz ve nezih İslâm’a ve temiz topluma yönelen tehdit ve tehlikeleri def etsin de; “meşruiyetini, vatanseverliğini, namuskârlığını, adalet, fazilet ve hikmetini” görelim!..
***
VATANA İHANET Mİ? YOKSA PEŞKEŞ Mİ? YALAN MI?..
YUNAN İŞGALİ ALTINDAKİ TÜRK ADALARI
Ayrıca, Aydın il sınırları, Ege Denizi yakın kıyı şeridinde yer alan Eşek ve Bulamaç adlı Türk adalarının 2004’den itibaren Yunan işgaline terk edildiği iddia olunmakta; Konu başta DP Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek olmak üzere 05 Mayıs 2011 tarihinden beri yoğun bir şekilde kamuoyunda tartışılmaktadır. Üç aydır pek çok kişi, kurum, STK ve medya tarafından halka açıklanan ısrarla cevap beklenen konuya; “NEDEN?” ve “NİÇİN?” hâlâ, onurlu ve sorumlu bir bakan veya Recep Usta tarafından cevap verilmemektedir?..
Kamu vicdanı gerçeği bilmek istiyor. Gerçek nedir?

DEVLET’İN DİKKATİNE!.
24 TEMMUZ KALKIŞMASI
Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI
            Önce, DTK neymiş ona bakalım. Açılımı: Demokratik toplum kongresi..
            Bileşiğinde, demokrasi ve özgürlük bloğu’nu oluşturan BDP (barış ve demokrasi partisi), HAK-PAR (hak ve özgürlükler partisi) ile KADEP (katılımcı demokrasi partisi) ve KCK (koma ciwaken kurdistan-kürdistan topluluklar birliği” (KCK/TM) unsurları (güdümlü fraksiyonları) barındırır. Bunların öznesi terör-tedhiş örgütü, ideolojileri gerici goşist sol, yani ateizm, Marksizm ve komünizm olup; Aradaki kukla, piyon ve payandalar hariç olmak üzere, emirleri AB, ABD ve İsrail’den aldıkları söylenir.        
Şimdiye kadar, “her konuda” olduğu gibi; Seçim sonrası yaşanan yemin krizini aşmak için de DTK cephesinin; 40 bine yakın Kürt’ün katili Ermeni asıllı Artin Agopyan’dan icazet alması, kendilerini ifade için kullandıkları isim ve söylemler adına utanç verici. Malum melun eşkıya başı ile görüşmeye tenezzül eden “AKP” unsurları içinde bir o kadar ayıp, aşağılık ve nefreti calip bir durum bu! Devlet umuru, insanlık ve adaletten bihaber bazı vahşi batı güruhu yapmış diye; Anarşi, terör ve tedhişle oturup konuşmak, proje ve anlaşma yapmak, çok büyük bir acizlik, korkaklık, zayıflık veya sempati-tarafgirlik ifadesi gibi algılanmaktadır.  
Kaldı ki, bu nifak Türkiye'yi, 24 Temmuz’da yeni bir gerilim, bunalım, buhran, kalleş tuzak ve şantaj ortamına sürükledi. DTK devlet içinde devlet gibi hareket ederek, kendi öz yönetimlerini kurmak için seçim yaptı. Alınan haberler ve bazı televizyon görüntüleri uyarı; 24 Temmuz'da, 12 Haziran'da alınan oylara göre belirlenen 43 il, bunların ilçe, belde, mahalle ve köylerinde sandıklar kurularak ve 850 delege seçimi uygulandı. Bunların yüzde 40'ı doğal delege olarak BDP milletvekilleri, belediye başkanları, il genel meclisi başkan ve üyelerinden oluştu. % 60'ı ise halk arasından seçildi. 
SONRA VAN’DA GENEL KURUL YAPTILAR
Oynanan oyun alçakça ve küstahça.
TC yok sayılıyor.
Hükümetle müttefik gibiler!.. 
Kamuoyuna duyurulan eylem plânına göre 30-31 Temmuz tarihlerinde bu 850 delege ile DTK'nın 5. Genel Kurulu gerçekleştirildi. Bu şekilde “halkı öz yönetimlerini oluşturma ve karar sürecine dâhil etmiş oldular” Böylece DTK, Türkiye Cumhuriyetinin resmi hükümetine rağmen gündemde tuttuğu özerkliğin inşası noktasında önemli bir adım atmış oldu.
ŞOK SÖZLER
Seçimlerden önce Delege seçimine ilişkin bilgi veren 5. Genel Kurul Hazırlık Komisyonu Üyesi Zülküf Atay, genel kurulun "Demokratik Özerklik" modelinin inşasının hızlandırılması sürecine denk geldiğine, bu nedenle temsilin önemli olduğuna dikkat çekti.
Bütün kürdistani yapılar ve halk delegeleri ile genel kurula gideceklerini söyleyen Atay, Kürdistani özelliğe sahip parti kurum, kuruluş, dernek, cemaat-tarikat, akademisyen, siyasetçi, kanaat önderi, inanç grupları; Farklı etnikler tüm bunların temsiliyetlerini kapsayacak şekilde çok ciddi bir çalışma içindeyiz dedi.
Atay, seçimlerle halk iradesini açığa çıkararak, sürece katmak istediklerini belirterek, şöyle konuştu: “24 Temmuz Pazar günü Kürtlerin seçim tarihidir. Kürtler bugün, sandıklara gidecek, kendi iradelerini, temsiliyetlerini seçecek, genel kurulda temsiliyetini bulacak. Halk delegelerinin genel kurulda verecekleri karar Kürtler açısından belirleyici olacak."
“ÖZ YÖNETİMLERİMİZİ BELİRLEYECEĞİZ”
Atay, "Delegeler, köy komünleri, mahalle-ilçe ve kent meclisleri üzerinden 12 Haziran seçiminde alınan oy yüzdelerine göre belirlenecek. Hedef, Kürt alternatifini oluşturmak, halk kendi öz yönetimi için seçime gidiyor. Eylem halk içinde büyük bir coşku ve moral yaratacak. 43 ilde yapılacak seçimde delege adayı olmak için ilgili meclise başvuru yapılacak, daha fazla oy alan genel kurula katılacak. Açıkça, tüm mahallelere sandık kurmak istiyoruz. Nasıl genel seçimde oy kullanılıyorsa DTK genel kurulu'na % 60 halk delegesi seçerken de bu yapılacak. Halkımızı seçme ve seçilme hakkını kullanmaya davet ediyoruz" dedi. (Habervaktim.com)
            İKİNCİ HABUR AÇILIMI (*)
Birinci Habur Açılımı için İmralı ile konuştular, ondan izin aldılar. Yetmedi, Artin Agopyan’ın emrini Karayılan’a götürdüler, onun da olurunu aldılar. Türk Hukuk tarihine bir ucube örneği olarak geçecek “Seyyar Mahkeme” kurdular. T.C Devletinin Müsteşarını-Genel Müdürlerini-Hakimlerini-Savcılarını, bu ülkenin evlatlarını katleden  teröristlerin ayaklarına gönderdiler. Gelen teröristleri, adamların kabul etmemesine rağmen “Hayır, hayır siz pişman oldunuz” diyerek adam başına 4 dakikada serbest bırakıp, şeref tribünlerinde oturttular…
Bunları, Başbakan Erdoğan’ın haberi olmadan(!) onun deyişiyle, “devlet görevlileri” yaptı. ABD+Öcalan+AKP tarafından temel prensiplerinde anlaşılan yeni Anayasa’yı Türk Milletine “hap gibi” yutturmadan evvel, insanları oyalayacak yeni bir açılım senaryosunu uygulamaya karar verdiler. İkinci Habur Açılımı için, aynı devlet görevlileri, yine “Başbakan Erdoğan’ın haberi ve bilgisi dışında (!)” İsveç’e gittiler. Sosyalist Kürdistan Partisi (PSK) eski genel başkanı Kemal Burkay’la görüştüler ve Türkiye’ye gelmeye ikna ettiler. Vuslat’tan (Kavuşma) önce yandaş basın-cemaat basınında Kemal Burkay adlı Kürtçü-Federasyoncuyu göklere çıkardılar. Adam  Türkiye’yi federasyonlara ayırıp bölmek için çalışan kart bir militan değil de, sanki Barış Gücü Temsilcisi veya bir arabulucu gibiydi!...
Kemal Burkay’ın evinden yola çıkışı, havaalanına gidişi, uçağa binişi ve Türkiye’ye inişi dakika, dakika anlatıldı. İstanbul Havaalanına inen Kemal Burkay’ı, makamı “İstanbul Vali Yardımcısı” olan biri, “Kürtçe” konuşarak karşıladı!.. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, 4 koruma tahsis etti!... Kemal Burkay, Türk Hava Sahasına girer, girmez Başbakan Yardımcısı, Twitter’den “Hoş geldin” mesajı attı!... Başmüzakereci Egemen Bağış, Kürtçü-Federasyoncu Başmüzakereci Burkay’ı kabul etti ve ona hediyeler verdi !...
Eski CHP Genel Sekreteri, yeni AKP’li Bakan hiç aşağı kalır mı? Bekleyemedi ve koşa,koşa Burkay’ın oteline gitti. Odasına kapanıp, “baş başa” görüşmeler yaptılar. Sonra otelin toplantı salonunda basın toplantısı düzenlediler. Yalnız bir pürüz vardı. Duvarda T.C Devletinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün, ay-yıldızlı bayrakla birlikte bir resmi asılıydı. Burkay’ın ve yanındakilerin Atatürk’e tahammülleri olabilir miydi?.. Resmi kaldırmaktan şimdilik korktular, fakat Atatürk’ün resmini  Türk Bayrağı ile tamamen örttüler!... Bunlar bire bir, tüm Türkiye’nin gözü önünde yaşandı… Cumhurbaşkanı ve Başbakan, olanları kabul ederek seyrettiler ki, hiç sesleri çıkmadı. Yakında onlar da Kürtçü-Federasyoncu kart militanla görüşürlerse hiç şaşırmam…
(*) (Rifat SERDAROĞLU, rifatserdaroglu@superonline.com, 04 Ağustos 2011 Perşembe9  
DEVLETİN DİKKATİNE:
Bahse konu, malum ve mezkür ihanet amaçlı delege seçimi; hem de belediye ve il genel meclisleri istismar edilerek yapıldı. Acil önlem alınmadığı takdirde bu menfur fitnenin acı sonuçları ‘Türkiye’nin asla katlanamayacağı kadar’ vahim, riskli ve ağır olur.
Sorumlularca biline!... 
DEVLET’İN DİKKATİNE!.
MENFUR TUZAK: ÖZERK KÜRDİSTAN
 Mustafa Nevruz SINACI
            Bu işin sonu nereye varabilir? Nereye kadar gitmek istediklerini hâlâ anlamadınız mı? Siz hâlâ, “adı anıldığı zaman, alçakça ve hunharca katledilmiş masum bedenleri yerlere serili bebek cesetlerini hatırlatan”, 7’den 77’ye binlerce suçsuz, korumasız ve günahsız Kürt, asker-polis ve öğretmen katili melâneti “sayın” nitelemesi ile anan maşalara inanıyor musunuz?  
Kandil ve muadili bataklıkların; Uyuşturucu, kaçakçılık ve beyaz kadın ticaretinden elde edilen kir, irin ve kanla vampir, sivrisinek, kene ve sülük yetiştirildiğinin farkında değil misiniz? Hatta bu menfur bataklıkla bağlantılı, yardım ve yataklık unsuru bazı bedhah’ların Türkiye Cumhuriyeti parlâmentosundan beslendiklerini; Lâkin, pek yüce Türk Milleti’nin asil hoşgörüsüne her gün “şey” ettiklerini bilmiyor ve hâlâ Türkiye’de her şeyin normal olduğunu mu düşünüyorsunuz? Öyleyse çok yanılıyorsunuz.
ZIMMİ KABUL
Fazla söze gerek yok. Diyarbakır’dan gelen ve aşağıdaki mektup her şeyi açıklıyor:
“Sayın …, Mayıs ve Haziran aylarında Diyarbakır'da bulundum. Türk'e ve Türklüğe ait her şeyi ortadan kaldırmışlar. Orada iki kolordu ve muharip hava üssü, binlerce subay, astsubay ve on binlerce asker var iken, çarşı ve pazarda üniformalı tek kişi göremedim. Alış-verişlerde fiş/fatura yok. Fiili bir durum var ve herkes üç maymunu oynayıp Türkleri uyandırmamak için kalleşçe yalanlar ve masallar düzüyor.
Allah, aldığı maaşı ve taşıdığı unvanı hak etmeyenleri kahretsin.” 
            Bu bir ZIMMİ KABUL ve de’FACTO KÜRDİSTAN hadisesinin ispatıdır.
            Özerklik ve sair namlar altında, her hangi bir bölge, etnik grup veya haydut zümreye ayrıcalık, istisnai hak ve imtiyazlar sağlamak; Türk İnkılâbı, Cumhuriyet’in esası, İslâm’ın tevhid ve ittihad akaidi ile evrensel hukuk’un eşitlik, adalet ve hukuk ilkelerine aykırıdır.  
Sebep olanların ve müsamaha edenlerin kâffesi kahrolsun. Allah belâlarını versin.
ŞU HALE BAKINIZ!....
Kör olası adlarının başında, bu ülkenin üniversitelerinden aldıkları koca, koca prof, dr,  doç, gibi akademik unvanlar veya birtakım “SOROS-pu’cu” sözde STK’ların başkanı, genel başkanı gibi “besleme ve manipüle” makam adlarıyla; Türkiye Cumhuriyetinde yayın yapan yabancı (düşman) ekranlarına çıkıp, bazı insanların normal özgürlük talebinde bulunduklarını söyleyenlerin; Dönme, devşirme, kripto, dahili ve harici bedhah olmadığını mı sanıyorsunuz?
SOYADI NEDEN TÜRK ACABA?..
Öyleyse 09.08.2010’da Ahmet Türk tarafından açıklanan ‘Demokratik Türkiye-Özerk Kürdistan’ modelini teklif eden Demokratik Toplum Kongre kararlarında yer alan şu cümleyi dikkatle okuyun: “Demokratik Toplum Kongresi tüm katılımcılarıyla bu amaçlara ulaşmak için Kürt halkının ulusal birliği, Kürdistanî halklarla dayanışması, Türkiye halkıyla iradî, eşit birlikteliğinin önemini ifade eder.”
Demek ki neymiş? “Türkiye halkıyla iradî, eşit birliktelik” istiyorlarmış.
Yani Türkiye’de birden fazla eşit halk olacak. Eşit halklardan biri de “ulusal birliği” ile “Kürt halkı” olacak. Peki, Demokratik Toplum Kongresi neymiş? Bunu da Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşmesi üzerine 22 Haziran 2011’de açıklanan yedi maddelik kararın 3. md’den öğrenelim: “Kürdistan’ın en büyük sivil ve siyasi çatısı olarak kongremiz...” Demek ki Türkiye’de bir Kürdistan ve burada partiler üstünde ayrı bir siyasi çatı varmış. Yani Kürdistan Millet Meclisi.
Ya 4. maddede ne diyor bu kongre: “Aynı şekilde, (Demokratik Toplum Kongresi’nin tüm bileşenlerini, kurum ve kuruluşlarını...) seçim sonuçlarıyla onaylanan halkımızın çözüm projesi olan demokratik özerkliği tüm kurumlarıyla sahiplenmeye, inşa sürecini ilan da dâhil olmak üzere tüm boyutlarıyla tamamlamaya çağırır.”
12 Haziran seçimlerinde siz, Türkiye’nin milletvekillerini seçtiğinizi sanıyordunuz değil mi? Bu seçimde “demokratik özerklik” in de onaylandığından haberiniz var mıydı?
İş bitmedi. Şimdi ne diyorlar? Kongre dönem sözcüsü Cemal Coşkun, kongrelerini 30-31 Temmuz’da toplayacaklarını ve 850 delegenin “hazırız” demesi hâlinde “Demokratik Kürt Özerkliği”nin inşa sürecine başlanacağını ve kısa sürede ilan edileceğini bildiriyor ve “bölge kendi kendini yönetebilecek düzeydedir” diyor.
DEVLETİN DİKKATİNE:
Devlete, kurumlara ve bilhassa parlâmentoya sızmış bir takım gaflet, dalâlet ve ihanet ehli hâlâ PKK, KCK, DTK ve BDP’nin, anadillerini özgürce kullanma talebinden başkaca bir isteklerinin bulunmadığını söyleyecek kadar devleti, devlete sadakatle bağlı milleti;, ve hangi din-mezhep, ana dil ve etnik kökten olursa olsun asırlardır huzur/emniyet/refah ve barış içinde yaşayan yurttaşları aptal yerine koymaya cür’et ediyorlar. Ey devletin çimento ve omurgasını oluşturan “iyi insan ve iyi vatandaşlar” siz hâlâ, “Kürdistanî halklarla dayanışma”nın nerelere kadar gidebileceğini anlamıyorsunuz değil mi?!.. Ne yazık!...
GAFLET, DALALET VE HIYANET EHLİNE!..
Dünyada muhtelif ırk, etnik kök ve farklı ana dil unsurlarının emniyet, huzur ve barış içinde yaşayabildikleri; Türkiye’den başka ülke yok. Bize sözde medeniyet dayatan tek dişi kalmış canavar Avrupa’nın kahir ekseriyetinde asli unsur dışında herkes kaygılı. Geleceğe güvenle bakamıyorlar. Hukuken ana vatanları olmasına rağmen, kendi öz ülkelerinde yabancı milyonlarca Avrupalı var. Kara Avrupa baştanbaşa kâbus ve karanlık içinde. İnsanlar, sinsice uygulanan “derin” ırkçılık yüzünden huzursuz ve mutsuz.
GÜNCEL’DEN BİR ALINTI:
“Nazizm Avrupa'da hala çok güçlü:
            Son zamanlarda gazetelerde sık sık Neo-Nazilerin Avrupa'da güç kazandıkları, gövde gösterileri yaptıkları ve eylemlerde bulundukları ile ilgili haberler okuyoruz. Üstelik eylemleri yapan gruplar bu kez hem iktidardaki hükümetlerden, hem yakın oldukları partilerden, hem de kendi halklarından çok büyük destek görüyorlar. Örneğin sadece Almanya'da Neo-Nazi olarak adlandırılan gençlerin sayısı 60 bini geçmezken, bu gençleri sempati ile bakan Almanların sayısı 10 milyona yakın. Bugün Almanya'da yasal olarak kurulmuş beşten fazla Nazi yanlısı parti bulunuyor. Hollanda, İsveç ve Fransa gibi ülkelerde de ırkçı akımlar sürekli güç kazanıyor ve her ülkede yaşayan azınlıklar üzerinde (özellikle de Kuzey Afrika kökenli Müslümanlar ve Türkler) karanlık etkileri görülüyor.”
            LÜTFEN UNUTMAYIN!..
            1963’den bu yana Türkiye’de anarşi, terör ve tedhiş’e dölyataklığı yapanlar: Suriye, Lübnan, Filistin, Irak, Ermenistan, Yunanistan ve İsrail;
Maddi yardım, açık-gizli destek, fiili koruma, kollama, besleme ve yataklık edenler ise: Özellikle Almanya, Fransa, Hollanda, İsveç, Norveç, Romanya, Bulgaristan, SSCB, ABD ve İsrail’dir.  Yani vahşi batı ve ülkemizdeki batıcılık ihanetin başıdır. 


ATATÜRK DÜŞMANI SPOR’CULUK
VE ŞİKE DOMUZLUĞU
Mustafa Nevruz SINACI
            Günümüzün, kulaklara küpe atasözü şüphesiz; “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” vecizesi olup; Başta Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk olmak üzere, bazı Türk-İslâm büyükleri ve kanaat önderleri bu vecizeyi, “devletin malı deniz, haksızlık, hırsızlık ve yolsuzluk yapan domuz” biçiminde güncellemişlerdir.  İşte bu açılım, tanım ve ölçüye (miyara) vurulduğunda tipik bir domuzluk; Başka bir deyişle haksızlık, hukuksuzluk, gasp-irtikap ve hırsızlık vakıası olarak karşımıza çıkıyor “futbolda/sporda şike…” 
            Üstelik kurumlar istismar edilerek!..
            Kurumsal statü, adalet, hukuk ve taraftarlarla apaçık alay edilerek;
            Ve, maalesef “dernek” statüsündeki kulüp ve federasyon acze düşürülerek…
            Kısaca “futbolda şike” olarak adlandırılan insanlık dışılık, taraftarın alçakça, kalleşçe istismarı, rezillik ve ahlâksızlığın patladığı günden beri dikkat ediyorum. Tıpkı Güneydoğu da “aleni isyan, sözde özerklik ilânı ve başkaldırıyı” demokratik inisiyatif ve masum insan hakkı kullanımı biçimi tanımlayıp, beyin yıkayan provokatörler gibi;, Şike ile itham ve infaz edilen kesim için, onlar Atatürkçü, Kemalist ve Cumhuriyetçidir diyen geri zekâlı aptal ve yobazları seyretmek insanı kahrediyor.
            Bu echelü cühelâ, akılsız, vicdansız ve fanatik mazarrat yoksa siyaset mi yapıyor?
            Yoksa gerçekten Mustafa Kemâl Atatürk’ün spor konusunda ne düşündüğü ve neler söylediğinin; Türk gençliğine emanet ve vasiyetinin farkında mı değiller?.. Yoksa gözleri kör, kulakları sağır ve beyinden özürlü olduklarını mı düşünmek gerek!..
            ATATÜRK’ÜN SPOR İLE İLGİLİ SÖZLERİ:  
Spor yalnız beden kabiliyetinin bir üstünlüğü sayılmaz. İdrak ve ahlâk da bu işe yardım eder. Zekâ ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zekâ kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar. Ben Sporcunun zeki çevik ve aynı zamanda ahlâklısını severim.
“Her çeşit spor’u Türk gençliğinin milli terbiyesinin ana unsurlarından saymak lâzımdır. Bu işte hükümetin şimdiye kadar olduğundan çok ciddi ve dikkatli davranması, Türk gençliğinin spor bakımından milli heyecan içinde, itina ile yetiştirilmesi önemli tutulmalıdır.
Türk milleti anadan doğma sporcudur. Henüz yürümeye başlayan köy çocuklarını bile harman yerinde güreşirken görürsünüz. Ata en çok ve iyi binen yalnız Türk erkekleri değildir. Türk kadını da bu işi iyi bilir.
Türk çocuklarına sporun bu günkü tekniğini öğretmek ve bunların bir kısmını bazı törenlerde ve bayramlarda dekor ortaya koymak gerekir. Buna lüzum var mı, yok mu? Gibi soruya söyle cevap verilebilir. Esasen yoktur; fakat hakikati ufak bir örnekle ispat edebilmek için gereklidir.
Müspet bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyetli olan erdemli ve kuvvetli bir nesil yetiştirmek ana siyasetimizin açık delilidir. Bütün millet ve memleket evlatlarını sportmen yapabilmek için sarf edilen çalışmanın ehemmiyet ve kudsiyeti aynı derecede kıymetli ve mühimdir.”
Atatürk’ün emanet ve vasiyeti mesabesindeki bu sözler, aynı zamanda spor ahlâkı, sporcu centilmenliği, yükselen insani değerler, şahsiyet, haysiyet, seviye ve seciye kriteridir.
Bu anlam ve bağlamda spor’a bakandan (izleyici-taraftar) ziyade, bizzat spor yapan ve nezaret eden yöneticilerin “ahlâken çok yüksek olmaları gerektiği” bir zorunluluk olarak işaret edilerek, bütün yurttaşlar spora özendirilmektedir. Hakikatte bu, evrensel bir olgudur.
Spor ile akıl ve beden sağlığı ilişkisi çok açık bir biçimde vurgulanmakta ve futbol dâhil olmak üzere, bütün sporcuların ahlâken çok yüksek olmaları gerektiği bildirilmektedir. 
Emanet, vasiyet ve evrensel hakikat bu;
Ya şike yapan güruh için ne demeli?
            Çok büyük paraların ve rantın döndüğü futbolda, şike ve teşvik primi gibi insanlık dışı menfur olayların varlığı maalesef gerçektir. 1990’lı yıllardan, günümüze süren bu durum, hep gözlerden kaçırılmak istenmiştir. Bilhassa T. Çiller’in Başbakan, Şenes Erzik’in TFF Başkanı olduğu dönemde, 1995-1996 sezonuna göz atmak gerek. TFF Başkanı Haluk Ulusoy’un görev yaptığı sırada, Macaristan, Romanya'yı yenseydi, Milli Takım grup 2. olarak 2000 yılı Avrupa Futbol Şampiyonası’na gitmeyi garantileyecekti. TFF, eski Macar teknik direktör Kalman Meszöly aracılığıyla Macaristan'a 750 bin dolar teşvik primi gönderdi. Romanya Macaristan'ı yenince bu para konsolosluk kanalıyla Türkiye'ye iade edildi..." Skandal patlayınca, dönemin F.Başkan vekili A.Aksu: “Rakiplerimiz nasıl mücadele ediyorsa, biz de öyle ediyoruz" dedi.
            Futbolda yaşanan kirli ilişkiler, 2005’de TBMM Şike Tahkik Komisyonunda gündeme getirilmişti. Ortaya atılan vahim iddialar sohbet ve dedikodu kapsamında değerlendirildi yargı yoluna gidilmedi. Sonuçta: Yasa, ahlâk ve hukuk dışı Şike ve teşvik primi uygulaması, asla kabul edilemez tiksindirici bir olaydır, tam bir şerefsizlik ve ahlâksızlıktır. Hükümetlerin bu lânet kalkışma ve organize hırsızlık örgütlenmelerine karşı çok ciddi tedbirler alması; Türk sporunu şanlı ve şerefli bir yolda tutması şarttır. Aksi takdirde bu bir meşruiyet sorunu olur.
            YAPILMASI GEREKEN NEDİR?..
            1. Bilumum spor kulüpleri ve federasyonlar için, Dernekler Kanunundan ayrı, para söz konusu olduğu ve kazanç paylaşıldığı için TTK doğrultusunda özel ve kendine özgü, çok sıkı bir denetim mekanizması ile tahkim edilmiş yeni bir kanun çıkartılmalı;
            2. Tıpkı siyasi partiler için telâffuz edildiği gibi, her düzey kulüp veya federasyonlarda şike dâhil, her hangi bir cürüm vukuu, suç işlenmesi halinde, suçu sabit failin derhal camiadan uzaklaştırılması yönünde esaslı bir düzenleme yapılmalı;
            3. Bu gibi hallerde asla kurumlar ve taraftarlar cezalandırılmamalı;
            4. Spor Kulüpleri kesinlikle “sivil toplum kuruluşu” bağlamında telâkki edilmemeli;
            5. Devletin daimi ve tabii “kurumsal takip ve sıkı denetim hakkı” hariç olmak üzere; Bilumum spor kulüpleri, futbol kulüpleri ve bunların üst kuruluşları federasyonların tek çalı altında toplanıp, hukuken özerk faaliyet göstermeleri sağlanmalıdır.       
  BİRLEŞİK KIBRIS REFERANDUMU
            Mustafa Nevruz SINACI
Milli Dava (Kıbrıs) Sevdalıları;

            Vahşi batı ve münderecatı menfur AB, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hakkında (KKTC) hakkında vaki dayatmalarına hız verdi ki; Toplumlararası görüşmeler birdenbire canlandı ve hareketlendi. Annan Plânı’nı oylayacak kadar ahmak yönetimlerin; Kıbrıs’ta “tek vatan, tek bayrak, tek toprak” olarak nitelenen, Türk’ü kalleş Rum’a peşkeş damarları yine kabardı.
            Dr. Rauf Denktaş’ın ani rahatsızlığı yavru vatan’ın lânetli dâhili ve hârici bedhahlarını ümitlendirdi. Bir de, Güney Kıbrıs Çete yönetiminin AB Dönem Başkanlığı sırasının gelmesi, leş kargalarının iştahını iyiden iyiye kabarttı. Şimdi, haksız, adaletsiz ve hukuksuz olarak; Londra, Zürich ve antlaşmaları ve 1974’e rağmen AB üyesi yapan “Türk ve Türkiye düşmanı” soysuz domuzlar da üzerlerine düşeni yapma çabasında…      
            Hem de, terör ve tedhiş örgütüne kucak açan, yardım ve yataklık yapan, Irak’ın kuzeyinde Türkiye aleyhine kumpaslar, tuzaklar kuran menfur Güney Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan nam çeteye rağmen….
            BM’DE ALET EDİLİYOR 
            Dünyada Cemiyet-i Akvam kadar bile hükmü kalmayan, başta Srebrenicâ katliam ve soykırımı olmak üzere; En son Filistin, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye dâhil milyonlarca insanın aleni katili;. Gözünü kan, intikam, gasp, hırsızlık ve yolsuzluk bürümüş emperyalist mason ve insanlık düşmanı gizli örgütlerin maşası; Öz’de değil, sözde “Birleşmiş Milletler” Türkiye Cumhuriyeti’nin şeref ve haysiyet meselesi ve milli davasına alet ediliyor.
            Hem de buna hiç gerek yok iken…
            Mesele sadece Türkiye Cumhuriyetinin meselesi iken..
            Sırf acizlik ve zavallılık, şahsiyetsizlik ve uşaklık yüzünden!..
            BM Genel Sekreteri Başkanlığında Cenevre’de liderlerle yapılan görüşmeler sonrası adadaki uyuşmazlığın 2011 yılı sonuna kadar çözülmesi ilke olarak kabul edildi. Buna göre Kıbrıs Türkleri ve KKTC yöneticileri bugüne kadar adadaki uyuşmazlığın çözümü yönünde sürekli çaba harcamışlardır. Bu yaklaşım BM Genel Sekreteri tarafından da kaydedilmiştir.
            Şu anda KKTC egemen olarak varlığını sürdürürken, bu egemenliği yok sayarcasına Şubat ayında Birleşik Kıbrıs referandumunun yapılacağını söylemek Kıbrıs Türkünü ve Türk devletini yok saymaktır. Bu durumda çözümün ilkeleri üzerinde anlaşmanın sağlanamadığı bilinirken Birleşik Kıbrıs referandumu yapılmasını dillendirmek ada Türklerini yok saydığı gibi ve dünyaca haklılığı kabul edilen Kıbrıs Barış Harekâtı’nın amacına da aykırıdır. 
Ayrıca AB’nin ada üzerindeki hukuksuzluğunu da yasallaştıracaktır.
Bunu telâffuz etmek gaflet ve dalâlet, önermekse vatana ihanettir. 
            Bu türden yapılan dayatmayı kabul etmeleri Kıbrıs Türklerinde ve özgür, hür ve hükümran KKTC devletinden beklenemez. Bugüne kadar adayı Yunanistan’a bağlamaktan asla vazgeçmeyen, çözümden yana olmayan Rum çetelerine herhangi bir uluslararası baskı yapılmazken Birleşik Kıbrıs söylemi karşı tarafın elini güçlendirecektir. Bu anlayış, adaya çözümü değil çözümsüzlüğü getirecektir. Getirmek isteyenler de lânetle anılacaktır.
            Bu güne kadar KKTC’nin ortaya koyduğu çözüm önerilerinden iki eşit egemen devlet olgusu kabul edilmeden Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin düşünülmemesi gerekir. Yarım asrı aşan süredir adadaki uyuşmazlığa Rumların tavrı nedeniyle çözüm bulunmadığı bilinmekle; 2011 sona ermeden uyuşmazlığı çözün talimatı Türkleri değil Rumları ilgilendirir.
            Şu hale nazaran: Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu hiç zaman kaybetmeden Kıbrıs Türk halkının temsilcilerinden oluşan Ulusal bir Konsey toplayıp, dünya kamuoyuna gerçekleri duyurmalı; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adı tekrar ilk ilân edildiği gibi “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” olarak değiştirilmeli;, Hür, Hâkim ve hükümran Kıbrıs Türk Cumhuriyetine yönelen menfur dayatmalara karşı acilen gerekli her türlü tedbir alınmalı ve “özgür bir devlet olarak” uygulanmalıdır. Derviş Eroğlu şunu bilmelidir ki; Türk Milleti, bütün azim, irade, varlık ve kararlılık ile Milli Davasına sahip, saygılı ve yürekten takipçidir.    
            RAUF. R. DENKTAŞ’A;
ŞİFA DİLEKLERİMİZLE….
Kurucu Cumhurbaşkanı Dr. Rauf Denktaş yaşayan bir efsanedir.
Milli davalar ve masum insanların emperyalizme karşı mücadelesinde, Mustafa Kemâl Atatürk’den sonra gelen bir bayraktardır. Önce O’nun, şerefli, soylu, arada bir diklenen değil, hayatı boyunca Türk duran, dik duran hikâyesini hatırlatmak isterim:
27 Ocak 1924 doğum günü,
1942, 18 yaşında;
Dr. Küçük’ün yayınlamaya başladığı Halkın Sesi gazetesinde, Kıbrıs Türk’ünün haklarını koparmaya yönelik ilk inançları çıkmaya başlıyor. “5 Eylül 1942” Dağınıklıktan bir toplum yaratıyorlar… 1948 tarihinde Dr. Küçük, büyük bir mitingle ENOSİS çığlıklarına karşı cevap vermek istiyor. “Halkı toplayamayız zararlı çıkarız” diyenler çoğunluk. Dr. Küçük ve Denktaş aynı fikirde değil. “Yükselen ENOSİS sesleri karşısında sessiz ve hareketsiz kalamayız. Kalırsak kaybederiz,” diyorlar.
Dr. Küçük’e en büyük destek ona mutlak inanan Denktaş’tan geldi.
Denktaş köy ve kasabaları gezerek halkı mitinge hazırladı.
27.11.1948 günü Lefkoşa Ayasofya meydanında o zamanların görülmemiş en büyük kalabalığı toplandı. Dr. Küçük, Denktaş’ın zamana karşı liderlik direnişleri sayesinde Kıbrıs Davamız “Ankara hükümetlerine reddedilemez büyük dava olarak kabul ettirildi.” Liderler, Rumlar arasında Ada sathına serpilmiş Kıbrıs Türk Cemaatini, Türk Toplumu olarak Türkiye’ye ve dünya’ya kabul ettirecek, 11 sene soykırım çığlıkları altında ölüm kalım savaşı vererek 1974 Mutlu Barış Harekatı ile mutlu sona ulaştıracaktı.
1975 Kıbrıs Türk Federe Devleti derken,
1983 K. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti…
Onun damarlarında kan yerine “Kıbrıs” dolaşıyordu.
“Bize ‘Kıbrıs’ demeyince, konuşamayız.”, “Biz Erenköy’e dans etmek için gitmemiştik,” der ve ruhu’nun Kıbrıs dolu olduğunu daima gösterirdi. Hasta yatağında bile espri yapıyor. Umudunu ve yaşama sevincini yitirmiyor. O, esprileri ile Kıbrıs için, Kıbrıs için zamana direniyor. Bir gün gazetecilere:
"Hz. Azrail'de o günlerde buralarda dolanmış, ancak bizi çok ağır görmüş ki bu kadar yolu tek başına taşıyamayacağını anlayınca bundan vazgeçti," diyordu.
Nereden nereye!..
Bir ömür Kıbrıs!...
Büyük geçmiş olsun der, çok çok uzun ömürler dilerim.    

ANADOLU’DA YAĞMA, 

FAUNA KATLİAMI

VE BÖCEK HIRSIZLIĞI

Mustafa Nevruz SINACI

            Türk Milleti’nin ana vatanı, 17 Bin yıllık Türk yurdu hunharca, alçakça ve küstahça yağmalanıyor. Değerleri eritilmeye edilmeye, tarihi, tabii her tür eser ve soy endemikleri yok edilmeye çalışılıyor. Hem de içten ve dıştan. Dâhili ve harici bedhahlar el ele, kol kola Ana Vatan ANADOLU’ya karşı iş başında.
Türkiye'nin çeşitli bölgelerinden topladıkları böcekleri, yurt dışına kaçırmaya çalışan Çek Cumhuriyeti uyruklu 6 kişi yakalandı. Zanlıların aracında yapılan aramada, kutular içine gizlenmiş uğur böceği, sinek, arı, ağustos böceği gibi 48 türe ait toplam 6 bin 14 adet böcek bulundu. Geçen ay 2 Hollandalının, şimdi de 2 Rus’un Türkiye'ye özgü bitki tohumlarını ve böcekleri yurt dışına kaçırmaya çalışırken yakalanmalarının ardından bu kez Çek Cumhuriyeti vatandaşı 6 kişi, Türkiye'den topladıkları çeşitli böcek türlerini ülkelerine götürmek isterken yakalandı. Trakya Üniversitesi uzmanlarından oluşan bilirkişi heyeti, toplam 48 türe ait 6 bin 14 böcek olduğunu tespit etti. Böceklerin çoğunun “Coleoptera” familyasına ait halk arasında bilinen adıyla uğur böceği, kara fatma, geyik böcekleri türleri, “Heteroptera” familyasına ait süne, kımıl, ağustos böceği türleri, “Diptera” familyasına ait sinek türleri ve “Hymenoptera” grubuna ait arı türleri olduğu belirlendi.
NEHİR, GÖL VE DENİZLERE BAĞLANAN LÂGIMLAR
Türk geleneği ve İslâm inancında su kutsaldır. Aziz’dir. Başta denizler, göller, nehir, pınar ve dereler daha 30 yıl öncesine kadar kirlilikten uzaktı. Tarım toprağında yapılaşma nadir, akarsulara atık ve lâğım bağlama işi ancak, melânet pisliklerin yönetimi ele geçirdiği belediyelerde görülebilen olaylardandı. Şimdi Haliç, Marmara, İzmit ve İskenderun Körfezleri ile Ege (İzmir) ve Antalya kıyı şeridi örnekleri insanlık adına utanç verici. 1980’lere kadar saf, berrak ve suyu içilebilen nehirler lâğıma dönüşmüş durumda.
Tam bir şerefsizlik, soysuzluk ve sorumsuzluk bu…  
Hükümet ve Belediyelerin en başta gelen görevi: Musluklardan sağlıklı, saf ve temiz, ücretsiz veya en ucuza içilebilir su akıtmak iken; Allahın belâsı melânetlerin belediye başkanı olduğu her yerde musluklardan akan su içilemiyor. Değil içilebilmek, halka abdes alırken bile insanın midesini bulandıran sular veriliyor. Şehir atık suları ve lâğımları, batılı gâvurun (!) yaptığı gibi arıtmak, temizlemek ve dönüştürmek yerine, dere, nehir, göl ve denizlere dökmek akıtmak, gaflet, dalalet, kâfirlik, alçaklık ve küstahlığında bulunuyorlar.         
BÖCEKLERE 500 BİN LİRA DEĞER BİÇİLDİ
Ekspertiz raporunda; İç Anadolu'nun kuzeyi ve Karadeniz bölgesinden toplanan böceklerin “etil asetat emdirilmiş talaşlı saklama kaplarında öldürüldüğü ve stoklandığı” belirtildi. Raporda, söz konusu böceklerin maddi olarak değerinin ise 500 bin lira olduğu kaydedildi. Araçta bulunan E.H'nin yanı sıra Çek Cumhuriyeti uyruklu K.M, A.M, P.H, T.R. ve J.M. hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunuldu. Zanlıların söz konusu böcekleri Türkiye'de 1,5 ayda topladıklarını, bilimsel amaç için yurt dışına götüreceklerini öne sürdükleri öğrenildi. El konulan böcekler, Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü Entomoloji müzesinde korumaya alındı.
“BÖCEKLERİN İÇİNDE TOPLU İĞNE UCU KADAR OLANLAR VAR”
Zanlıların söz konusu böcekleri, “atrap” olarak tabir edilen fileler yardımıyla, ışık tuzaklarıyla ve toprak eleme yöntemiyle yakaladıklarını belirlediklerini ifade eden Yurtcan, “Böceklerin içinde toplu iğne ucu büyüklüğünde olanlar var. Bunları yakalamak için 6-7 kilo toprağı özel bir elekle elemişler ve böcekleri böyle bulmuşlar; Böcek kaçakçılığı farklı amaçlarla yapılıyor. Gelişmiş ülkelerin çoğunda doğa tarihi müzeleri var. Kaçakçılar, turist olarak gittikleri ülkelerde böcekleri toplayıp bu müzelere para karşılığı satıyorlar. Böyle bir böcek borsası var. Ayrıca böcek türleri, gen çalışmalarında kullanılabiliyor. Ancak bunlar bizim ülkemizin biyolojik zenginlikleridir izin alınmadan toplanmasının önüne geçilmelidir. Bizim ülkemiz böcekler ve bitkiler açısından çok iyi bir gen kaynağı. Çünkü Avrupa, Asya ve Afrika türlerini topraklarımızda barındırıyoruz. Biyolojik açıdan çok zengin bir ülkeyiz. Bu nedenle bitki ve böcek kaçakçıları daha çok bizim ülkemizi tercih ediyor.”
TÜRKİYE'DE BÖCEK KAÇAKÇILIĞI ARTIYOR
Son yıllarda Türkiye'de endemik bitki ve böcek kaçakçılığı girişimlerinde artış olduğunu ifade eden gümrük uzmanları, son yaptıkları operasyonun Türkiye'deki en büyük böcek kaçakçılığı olduğunu belirttiler. Geçen ay da dünyada sadece Erzurum Karayazı'da yetişen bir tür ters lale olan çiçeğin son kalan 57 adet soğanını sökerek yurt dışına götürmeye çalışan 2 Hollandalı, Kapıkule Sınır Kapısı'nda yakalanmıştı. Hollandalıların kullandıkları araçta yapılan aramada çoğu endemik 160 türe ait 5 bin 236 adet bitki tohumu, bitki kökü ve fidesi ele geçirilmişti. Dün de Artvin'in Yusufeli İlçesi kırsalında kelebek ve böcek toplayan iki kişi gören köylüler, Jandarma’ya ihbarda bulunmuş ve köylülerin çektiği fotoğraf ve görüntüleri inceleyen Jandarma’nın gözaltına aldığı Rus uyruklu Elena ve Artur Shnip’in çantasında 650 kelebek ve böcek ele geçirilmişti. Türkiye'de 4 Ağustos 2007’de Makedonya uyruklu 1 kişi Artvin'de topladığı 1450 kelebekle, 2008 yılında da Alman uyruklu 1 kişi yine Artvin'de topladığı 350 adet çeşitli türde böceği yurt dışına çıkarırken İpsala ve Kapıkule gümrük kapılarında yakalanmıştı. Gümrüklerde 13 Ekim 2010 tarihinde 10 adet hamam böceği, 8 Kasım 2010'da da 20 cırcır böceği ele geçirilmişti. 
***
VATANA İHANET Mİ? YOKSA PEŞKEŞ Mİ? YALAN MI?..
YUNAN İŞGALİ ALTINDAKİ TÜRK ADALARI
Ayrıca, Aydın il sınırları, Ege Denizi yakın kıyı şeridinde yer alan Eşek ve Bulamaç adlı Türk adalarının 2004’den itibaren Yunan işgaline terk edildiği iddia olunmakta; Konu başta DP Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek olmak üzere 05 Mayıs 2011 tarihinden beri yoğun bir şekilde kamuoyunda tartışılmaktadır. Üç aydır pek çok kişi, kurum, STK ve medya tarafından halka açıklanan ısrarla cevap beklenen konuya; “NEDEN?” ve “NİÇİN?” hâlâ, onurlu ve sorumlu bir bakan veya Recep Usta tarafından cevap verilmemektedir?..
Kamu vicdanı gerçeği bilmek istiyor.
Gerçek nedir?