30 Aralık 2013 Pazartesi

100 MİLYAR EURO PİŞKİNLİĞİ

100 MİLYAR EURO PİŞKİNLİĞİ
Mustafa Nevruz SINACI
Yukarıda yazılı miktar, dünya devletlerinden neredeyse yarısının resmi ve yasal yıllık bütçelerinden çok daha fazla! Öyle ki, kamu/millet yararı için namuslu/dürüst, demokrat, iffetli ve şerefli kadrolar tarafından harcansa eğer; Ülkemiz iki kat daha zengin, % 75 daha ucuz; Bu paralelde, daha mutlu, daha müreffeh, özgür, bağımsız, huzurlu ve güçlü kılınabilir…
Yazılı/sesli/görsel/sosyal medyada, 17 Aralık resmi operasyonu sonucu; Sanıklar tarafından alınan rüşvet, komisyon, yolsuzluk, hırsızlık bedeli olarak telâffuz edilen rakam bu. Henüz dünyada benzeri görülmemiş, akıllara ziyan muazzam bir miktar!. İğrenç haram, Yüce Dinimizin kutsal ifadesiyle ‘ölmüş kardeşlerin çiğ eti’ mesabesinde kirli ve muhtemelen kanlı, lâğım çukurundan intikal, cerahat kokulu dolarlar, eurolar, liralar acaba “ne karşılığı” edinildi?
Hükümet üyesi üç bakan oğlunun, kendisine devletin, milletin namusu ile tüyü bitmemiş yetimin hakkı emanet edilen bir banka genel müdürü, sözde iş adamı kisvesinde nevzuhur kişilerin “yolsuzluk iddiasıyla” tutuklanmaları; Bazı saf ve sabit kafalı (iğfal edilmiş) beyinlerce, AKP ile Cemaat arasındaki amansız savaş, rekabet ve yarışın ürünü sanılmakta!..
Bu çok yanlış, asılsız, anlamsız ve mesnetsiz bir tasavvur tarzıdır.
Üstelik böylesine geçersiz, dayanaksız ve kabili imkânsız saçma-sapan iddiaya, kimi ünlü yazarların da katıldığını, katılmakla kalmayıp şuursuzca inandığını hayret, üzüntü, dehşetle ve taaccüple gör­mekteyiz. Olayın genel anlatımı, kamuoyuna sunum ve yorumunda da, aynı yanlış tema’nın ağırlıkla işlenmesi, dillendirilmesi ve “rüşvet, yolsuzluk, gasp-irtikap ve suiistimal” vakıasının; Hükümete karşı düzenlenmiş bir komplo gibi deklere edilmesi tam bir facia ve cehalet; Bilerek ve isteyerek pisliğe bulaşmış, üstelik de suçüstü yakalanmış kimseler için hükümete leke sürmek hıyanet, gaflet ve dâlalettir.
Kaldı ki fiili ve hukuki kuvvetler ayrılığı, devletin devamlılığı, adalet ahlâkı ve umur-u devlet sorumluluğu/yükümlülüğü dairesinde tüm Cumhuriyet Savcıları ile Adalet cihazının bilumum teşkilâtı: Sadece ve yalnızca Anayasa, kanunlar ve “faziletle mündemiç vicdanları ile kaim” tarafsız ve bağımsız bir erktir. Buna yasama ve yürütme erkleri mukabildir. Kuvvetlerin hiç birisi, bir diğerini şamil olmayıp; Polis, sadece adalet ve faziletin emrindedir.  
Dolayısıyla: Devlette devamlılık, sağlamlık, insan hakları, eşitlik, hak, adalet, evrensel hukuk dâhilinde sürdürülebilirlik bu şekilde kabil ve mümkün olabilir. Ayrıca, milli gelenekler, ilmi gerekler, adet, örf, din, inanç ve kültür formasyonunun gerekli kıldığı ahlâk tüzesi de siyaset, hükümet ve kurumlarca korunmak, mutlaka uygulanmak zorunda ve durumunda olunan değerlerdir.  
Şu hale nazaran:    
RTE ve hükümeti ile Cemaat arasında mevcudiyeti iddia olunan ihtilâf, malum ve güncel medyadan görüp öğrendiğimiz binlerce belge, ihbar, görsel materyal ve suçüstü tutanakları ile sabit.; Türk Milletinin alçakça ve kalleşçe maruz kaldığı soygun-vurgun, menfur yalan-talan furyasının iğrenç suçluları ile suç örgütünün mazur görülme, örtbas edilme, yok sayılma nedeni olamaz.
Eğer babaları bakan, koltukları kalın olmasaydı bu eşhas devasa soygun ve uluslar arası bir vurgun aktörü olamazlardı. Bu nedenle: Başta aile babası,  diğer yardım-yataklık unsurları, uzantı ve bağlantıları, herkim olursa olsunlar derdest edilmek, tutuklanmak, sorgulanmak ve yargılanmak zorundadır.    
Bu rezilliğe devlet sırrının deşifresi, hükümete komplo, açılıma çengel, iftira ve tefrika damgası vurmaya kalkmak adalet, hukuk ve gerçeğe ihanettir.  

4 Aralık 2013 Çarşamba

YSK; ADALET VE HUKUK SENDROMU, Yayın Tarihi: 30 Kasım 2013 - Cuma

BU BİR HUKUK CİNAYETİ!..
Mustafa Nevruz SINACI
Yüksek Seçim Kurulu’nun, 30 Mart 2014’te yapılacak yerel seçimler öncesinde aday olacak bakanların, diğer kamu görevlileri gibi, yasal süre içinde “mevcut görevlerinden” istifa etmelerine gerek olmadığına dair karar vermesi, başta adalet ve hukuk çevreleri olmak üzere; Namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu demokrat siyasi muhataplar nezdinde büyük tartışmalara neden oldu. Bahusus karara göre: “Yerel seçimlerde aday olabilmek için kamu görevlileri, siyasi parti il, ilçe ve belde yöneticileri, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensupları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, sendikalar, kamu bankaları, üst birlikler ve bunların üst kuruluşlarının, katıldıkları teşebbüs veya ortaklıkların yönetim ve denetim kurullarında görev alanların…” 01 Aralık 2013 Pazar günü saat 17'00'ye kadar görevlerinden ayrılma isteğinde bulunmaları gerekiyor. (YSK, 04 Ekim 2013)
Yüksek (!) Seçim Kurulu Başkanı Sadi Güven önceki gün yaptıkları toplantı ardından, ‘Aday olacak bakanların durumunu tartıştık. Tüm üyelerin katıldığı toplantımızda oy birliği ile bakanlıktan istifa etmelerine gerek olmadığı yönünde ilke kararına varıldı’ dedi. Şerefli hukuk çevrelerini istismar, rencide ve alenen taraf tutarak, görevi suiistimal anlamı taşıyan bu karar, bütün yönleri ile haksız, hukuksuz, demokrasi-adalet, eşitlik; dürüst, onurlu ve sorumlu siyasi rekabet ilkelerine aykırı, sakat ve yok hükmünde bir garabettir. Garabetten de öte tam bir hukuki, ahlâki ve insani cinayettir. Zira bu güne kadar, sadece ‘Yerel Seçim’lere mahsus olmak üzere, Bakanlık, Mecliste Divan, Zorunlu Kurul ve Komisyon görevi olmayanlara tanınan bu hak ve imkânın, bu defa açık, net ve sarahaten kamu görevlisi;, Memur hükmünde olan bakanlara sağlanmak istenmesi çok büyük bir ayıp, aykırılık, ayrıcalık ve hukuk yönünden utanç verici bir yüzkarasıdır.
AMMA VE LÂKİN!...
            Dolayısıyla seçimlere az bir süre kala YSK’nın aldığı bu ilke kararın büyük tartışma ve tepkilere yol açması haklıdır, doğrudur ve yerindedir. Akp Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şentop’un, “Kanuna göre milletvekillerinin aday olmaları için istifa etmelerine gerek olmadığını;, Bakanlarla ilgili ayrı bir hüküm bulunmadığını ve kabinede milletvekili olmayan bakan bulunmadığını, bakanları da milletvekili statüsünde değerlendirmek gerektiğini, onların da adaylık için istifa etmelerine gerek olmadığını” beyan eden açıklamaları, adeta YSK’na bir işaret, partiden bir emir ve hükümetten talimat niteliğinde bir algı yaratmış olabilir!.. 
            Nitekim YSK, sonuçta bu yönde bir kararı aldı. İlgili bunu “olması gereken bir karar” olarak değerlendirdi. Ancak, MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, “YSK’nın bu kararı çok yanlış. Milletvekili, görevini yaparken icrai güç kullanmıyor. Bakanlar kamu erkini (devlet imkân, kaynak, potansiyel ve vasıtalarının sonuna kadar)  kullanmaktadırlar. Demokrasiye bakın... Bunu ben, Başbakan’ın muhtemelen bir Cumhurbaşkanlığa gidişte istifa etmemesini sağlayacak bir adım olarak değerlendiriyorum. Yanlış bir karar, siyasi amaç, geleceğe matuf bir sinsi plân ve hedefi bulunmaktadır” demesi çok yerinde, doğru ve anlamlıdır. Kutlarım.
"Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir"
y a z ı y o r
ESSAH MI Kİ
Mezkür hukuk, ahlâk, adalet ve insanlık dışı karara en büyük tepki, CHP Grup Başkan Vekili Engin Altan’dan geldi. YSK kararının, CHP’ye göre, hem yadırgatıcı hem de oldukça düşündürücü olduğunu savunan Altay, YSK kararlarına karşı itiraz mercii olmadığını özenle hatırlatarak, şöyle devam etti: “Bu karar; Türkiye’de yargının ne noktaya geldiğinin açık delili ve göstergesidir. Bakanlar ve Bakanlıklar kamu hizmeti verirler. Bu nedenle bakan, memur ve müstahdemler ile aynı statüye tabii olanların tamamı, aday olduklarında; Görevlerinden istifa etmeye mecburdurlar. Eğer bir oda başkanı, kulüp başkanı, devlet memuru, öğretmen, bir okul müdürü, vali, vali yardımcısı istifa ederek seçime giriyorsa; Bakanların da şüphesiz ve mutlak istifa etmeleri gerekir. Belki AKP iç bünyesinde bunu değerlendirip bakanları istifa ettirebilir, ama YSK’nın bu kararı bir hukuk garabetidir.” (30 Kasım 2013 - Milliyet)
            Netice Olarak: 
            Siyaseti denetleyen, demokrasi, adalet ve hukukun teminatı olan YSK, YCBS ve Anayasa Mahkemesi hak’ın tevzii ve hukukun tarafsız/objektif uygulamasında asla ve kesinlikle tavizkâr ve muhataplardan taraf olmamak zorunda ve durumundadırlar. 
            Biline!.. (Ankara, 30 Kasım 2013 - Cuma)   

27 Kasım 2013 Çarşamba

ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLMASIN!..

ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLMASIN!..
Mustafa Nevruz SINACI
Eğitim, öğretim ve terbiyenin amacı sadece bilim değil, aynı zamanda; Doğru, dürüst, onurlu, soylu ve sorumlu, “iyi insan ve iyi vatandaş” yetiştirmektir. Zira ahlâken düşük, süfli ve sorumsuz, potansiyel suçlu, hırsız, yolsuz, hain ve mücrimler cahiller arasından çıkar. Bu olağan ve doğaldır. Fakat okumuşlar arasından bu nevi alt, aşağılık ve süfli varlıkların zuhuru halinde, bahis konusu ülkenin maarif (Ârif yetiştirme) sistemi çökmüş, çürümüş ya da yabancı düşmanların eline geçmiş demektir.       
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Kurucu Unsurun öncüsü Atatürk’ün, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fen’dir…” vecizesi bu hakikati tespit ve tescil eder. Malum mürşit, irşât’tan mülhem olup; “doğrusal yönde, adalet ahlâkı ile kaim ve fazilet üzre” demektir.    
Şu hale nazaran:
1. Öğretmen: İnsanlara ilmi (bilimi) ve ilmi yaşamayı öğreten, eğiten;
2. Öğrenci: İnsanca ve ilmi yaşamayı (ilimle amel etmeyi) öğrenen, öğrendiği asil ve yüksek bilgiyi eğitimle pekiştirmek suretiyle; Öncelikle insanlık âlemi, ülkesi, aile çevresi ve milleti için hayırlı, yararlı, özgür bilimi hayata geçiren, gelişmeye katkıda bulunan ve yaşam boyutunun mükemmelleşmesi için kendini adayan İnsan’dır!.. (Hırsız, yolsuz, yalancı, talancı, üçkâğıtçı, dolandırıcı, sahtekâr, anarşist, terörist, hain, zalim, ahlâksız, namussuz vs., olacak kadar cahil, aptal, akılsız, onursuz, umursuz ve beyinsiz değil.)   
Bu hakikat ışığında: “Öğretmenler Günü”
Çok garip ve ironik bir ülke Türkiye…
14 Mayıs’ı “Demokrasi Bayramı” edip, kutlamak isteriz, “memlekette demokrasiden eser kalmadığı için olsa gerek!.” kutlattırmazlar. Ama Cumhuriyetten eser kalmadığı halde, “Cumhuriyet Bayramı”; Buna mümasil Adalet, Gazetecilik, İnsan Hakları, Kadın Hakları ve Hukuk gibi gün, hafta ve bayramlar inadına kutlanır da kutlanır.. Öğretmenler günü de öyle!     
Malum, “Öğretmenler Günü” bizde bir nevi “Öğretmenler Bayramı” gibi idrak edilir. Ama önem, anlam ve “Ülkemizdeki eğitim-öğretim, adalet ahlâkı, bilim ve yaşam boyutuna dair acil sorunlara alternatif çözüm üretme” gibi; Olması gereken formatla örtüşecek biçimde kutlanmaz. Ya ne olur? Duygusal merasimlerle yıllardır yapıla gelen ritüeller tekrarlanır!..
Her ne hikmetse, 11 Kasım 1938’den 1950’ye ve 27 Mayıs 1960’dan günümüze kadar hep böyle! Hem de sadece Maarif (Yüksek ahlâk sahibi, şahsiyetli-haysiyetli, namuslu-dürüst, onurlu ve sorumlu Hazreti İnsan, Ariflerin, âlimlerin yetiştirilmesi gereken yetkili, görevli ve sorumlu kurum) teşkilâtında değil; Ordu, iktisat, siyaset, sanayi, ticaret, medeni yaşam ve dahi parlamento dâhil olmak üzere durum her yerde ve her sektörde maalesef aynı!.
İnsan yetiştirmede içine düştüğümüz müthiş kaos, inadına atalet ve zafiyet; Sürekli terakki, ilerleme, yükselme yerine, müzmin bir gerilik, gericilik, yozluk, yobazlık ve her nevi tüccarlık ve sisarlığı üretir hale gelmiş durumdayız ne yazık!.. .  
Eğitim ve öğretim (bilim ve din) tüccarlığı öğretmen sınıfında…
Bunların tamamı; Asli, îlmî ve insani görevini yapmayan İmam ve Öğretmen sınıfının suçudur. Dolayısıyla, objektif düşünemeyen, ideoloji bataklığına saplanıp kalan, özgür bilimin sesi, soluğu, sevimli, saygıdeğer yüzü olmaktansa; İğrenç siyaset simsarları, yalancı ve talancı “yenidünya düzencileri”, demokrasi yalancısı ve BOP/BİP talancılarının öttürüğü olmak gibi menfur rollere yatan, kiralık beden ve satılık beyinler nam sözde aydınlar!..  
Günümüzde Kanaat Önderleri, Akil İnsanlar ve Aksakallılar da pek farklı değil.  
Hattâ haram aylarda savaşa izin veren, lânetli mut’a nikâhını kutsayan, tefessüh etmiş fetret ahlâksızlığına ruhsat çıkaran ve dahi “şeytana kul, gâvura köle olmuş” idareci ve politik ACI’lara tasavvufi makamlar peşkeş çeken sahte meşayih-i mürşidan bile var…   
İşte bu yüzdendir ki ATA-TÜRK bütün eğitim-öğretim teşebbüsleri ile her derece ve düzey yabancı okulları kapatmış; Mason locaları ile menfur türevlerini faaliyetten men ve ilga etmiş; (genel ders disiplini hariç) Yabancı dille eğitim veren tek bir okul dahi bırakmamıştır.   
Şimdi bakın şu kepazeliğe:
Bazı tüccar öğretmenlerimizce başlatılan dershanecilik sektörü, önce (devlet yardımı ve bakanlık katkısıyla ayakta durabilen) özel okullara; sonra da bir kısmı hile, desise ürünü Vakıf üniversiteleri silsilesi yoluyla, devlet koruması altında; halkın, geleceğinin garantisi “istikbal” olarak bellediği evlâtlarını, güya eğitiyormuş, yetiştiriyormuş gibi gözüken peyke, asalak kuruluşlara dönüştü. Devlet korumasında dedik; İzin, ruhsat, lisansı hükümetler verir, para desteği sağlar, kontenjan suiistimalleri yapar ve sözde denetlerler. Fakat hiçbir zaman narh konulmaz. Eğitim ve öğretim kalitesi sorgulanmaz.. Bakanlığın aradığı ve baktığı şekil şartlarıdır. İzni verenle, alan arasında her zaman bir şekilde konsensüs vardır.
Her daim ütülen, örselenen, istikbali karartılan halktır.
60 sene milli (!) eğitimin içinde koltuk işgal eden ecnebi bu bozuk düzenin kontrolörü; Fulbright bursları ile yetiştirilenler bu zincirin gelecek halkalarıdır. Ne dedi, Senatör Fulbright “Bu burslar ve programda yetiştirdiğimiz adamlar, gemilerden, deniz altılarımızdan daha çok işe yarar.” Yani, Gâvur ne zaman eğitim işine girdi, maarif sistemimiz arif yetiştiremez oldu.  
Japonya 1960’da uyandı ve kendisine 1945’de dayatılan eğitim modelini terk etti. Bütün okumuşlarını “Japon Maneviyat Eğitimi” kursuna aldı. Eğitti, sertifika verdi ve tekrar eski görevlerine atadı. Böylece bugünkü Japonya derecesine yükseldi; kurtuldu.
Güney Kore ile Almanya’da öyle. Bizim okullarımız “meşguliyetle tedavi” faslında!..
Çocuklarımızın deli dolu çağları ve neredeyse bütün zamanlarında okullarda tutularak disipline edilmesini sağlıyor da, buna mukabil; ‘ne öğretiyoruz, ne öğreniyorlar’ diye kimse sorgulamıyor. Oysa mutlaka ve daima eğitim/öğretim, terbiye sistemi özenle takip edilmeli ve sorgulanmalıdır. Aksi takdirde devletin başına kadar gelen, parlamentosuna giren, sözde halka vekil olan hırsız, yolsuz, anarşist-terörist, gaspçı, irtikapçı, kaçakçı, organize şer örgütleri ile çıkar gruplarına yardımcı, yatakçı, yaltakçı kesilen; Akıl, iman, iz’an, ilim, irfan fukaralarına ne demeli? Üç buçuk eşkıya ile baş etmeyen silâhlı kuvvet mensuplarını kim yetiştirdi acaba?
Meselâ: 11 Kasım 1938 günü, ATA-TÜRK’ü hafızalardan silmek için “karşı devrim” yapan; 80 Kuruş olarak devraldıkları Amerikan Dolarına, Türk Lirasının paspas yaparak 2.5 milyon kat değer kazandıran; Ortada hiçbir neden olmaksızın ve Türkiye 10 yılda 100 yıllık kalkınma ve gelişmeyi başarmış iken, nahak yere 27 Mayıs kalkışmasıyla ortalığı kan revan eden; Akabinde her biri çok büyük soygun ve vurgunlara ortam hazırlayan periyodik darbeler; Peş peşe yaratılan kriz, kaos, bunalım ve buhranlarla milleti taciz edip devleti soyanları…
Medeni bir devlette ADALET, EĞİTİM VE SAĞLIK ücretsiz olmak zorunda iken; Kutsal İnsan hayatı, Adalet ahlâkı, Cumhuriyet, Bilim ve Demokrasi için olmazsa olmaz bu şartı hiçe sayarak; Bu unsurları bile “çıkar aracı” haline getirenleri kimler yetiştirdi acaba?..        
Mensup olduğumuz sözde İslâm âleminde de durum vahim.
Tablo bu:
            İslam Konferansı Örgütü'ne (OIC) üye 57 ülkede 500 Üniversite var. Üniversite başına 3 milyon kişi düşüyor. Kalite sorunu başka mesele! Oysa sadece ABD'de 5 bin 758 Üniversite var. 2004 yılında hazırlanan “Dünya Üniversitelerinin Akademik Değer Listesi”ne Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerden ilk 500’e giren tek bir üniversite bile yoktu.
Acaba!.. Niçin?.. Neden?.. 
Cevap: Kalitesiz ve ezberci eğitim...
UNDP verilere göre Hıristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı % 89’dur. Bunların %98’i en az ilkokul; Her 100 kişiden 40’ı üniversite mezunu. Hıristiyan çoğunluğa sahip 15 ülkedeki okuma-yazma oranı ise %100. Yani bu 15 ülkede okuma-yazması olmayan tek kişiye rastlamak mümkün değildir!. 
Müslüman ülkelerde durum bunun tam zıddı: 100 kişiden sadece 40’ı okuma-yazma bilir. Herkesin okuryazar olduğu bir tek Müslüman ülke bile yok! Bunların da %50’si ilkokul, sadece %2’si üniversite mezunudur. ABD’de bilim insanı sayısı 4.000, Japonya’da 5.000, 57 İslâm ülkesinde ise 230 kişidir. (Akademisyenlerin hepsi ‘bilim insanı’ demek değildir. Bilim insanı, pozitif bilimlerle aktif olarak uğraşan kişi demektir.) Şu halde her 1 milyon Müslüman kişiye bir bilim insanı düşmektedir. Böyle bir fotoğrafta öğretmenler günü’mü kutlanır!...

13 Kasım 2013 Çarşamba

MİLLİ DAVA KIBRIS ve bir belâ daha Ban Ki Mun

KKTC’nin Başına Ban Ki-Mun Belâsı
Mustafa Nevruz SINACI
Kefere korkusu yahut AB’den menfaat beklentisi yüzünden, daha hükümete sahip olur olmaz; Rab’in lânetlediği ve faillerinin en ağır surette cezalandırılmasını emrettiği zinayı, tam bir mürailikle serbest bırakanların, başörtüsünden medet umdukları ve parlamentoya türbanla girmeyi zafer çığlıkları ile kutladıkları bir garabet yaşıyoruz.
Bu utanç yetmezmiş gibi; Sahil ve sınırlarının kahir ekseriyeti gâvura peşkeş çekilmiş; Ekseri mahalleri fuhuş, kaçakçılık, yolsuzluk-soysuzluk, terör-tedhiş, uyuşturucu bataklığına dönüşmüş; İslâm ülkesi olmasına rağmen resmi izinli ve ruhsatlı domuz çiftlikleri, mezbaha ve haram haneleri ile maruf hale gelen bir memlekette öğrenci evleri cazgırlığı yapılabiliyor!.
Hayret ki ne hayret!.. 
Henüz Güvenpark polis işgaline son veremeyen, milli hudutları korumak yerine, başbakanlık/bakanlık çevrelerinde güvenlik kordonu ve barikatlar oluşturan, buna mukabil cadde ve sokaklarda araç parkı rezilliğini önlemekte aciz kalan.; Demokrasiyi geliştirmek ve halka hizmet etmekle memur ve mükellef iken, asli görevini unutup, tali iş ve meşveretle “seçim sath-ı maili ve ekonomisi” yaratmaya çalışan bir icra ile malul olduk…         
Bunun yanı sıra, şerefli ve şanlı “Türk Ordusu/Peygamber Ocağı” vasfını; (mezkür hükümetin halâ sorgulayıp, yargılamaya yanaşmadığı) menfur 27 Mayıs günü filen yitirmiş bir teşekkül’ün; Mütalâa ve müzakereye açık, şaibeli davaları müteakip çok garip istifalarla sarsıldığını hayretle müşahede ile; Kasım 2013 celbinde “En büyük asker (!) bizim asker” nidaları ile inleyen gar ve otogar peronlarını; Aleni saflık ve masum yalancılıkla rol kesen gafilleri utançla temaşa vaziyeti alırken şaşırıp kalıyoruz…
27 Mayıs’ı yapan, Atatürk’ün Anayasasını çöpe atan, Cumhuriyet, adalet, hukuk ve demokrasiyi rafa kaldıran; Demokrasiyi geliştirip, adalet ve hukuku pekiştirmek yerine, Her on yılda bir darbe yapmaktan utanmayan; 1963’den itibaren 3.5 baldırı çıplakla başlatılan terör, tedhiş ve anarşiyle, ta hükümete ortak oluncaya, parlamentoya girinceye kadar hal ve baş etmeyen, hakkından gelmeyen; İsrail’le iştirak-işbirliği, tank-tahkimat-tamirat, ticaretle malul eli silâhlı topluluğa Türk Ordusu denilemez!..   
Bütün bu hicaplar yetmezmiş gibi bir de, Başbakanlık sandalyesinde oturan kişinin; İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt ile düzenlediği ortak basın toplantısında; “Annan planı artık adeta rafa kaldırıldı, buzdolabına kondu. Şimdi artık bir Ban Ki-mun planı herhalde oluşacak. O zaman bu planı oluşturalım, adımı da artık atalım ve neticeye kavuşturalım. Oyalama devam etmesin. Güney Kıbrıs kararlıysa Kuzey Kıbrıs’a da aynı şekilde gerekli telkinleri yapabiliriz. Yunanistan da bu telkinleri yapmış olsun. BM Genel Sekreteri’nin riyasetinde bu işi neticelendirelim,” diyebilmesinin büyük şoku ve şaşkınlığı içindeyiz.
Meğer Başbakan: BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’a "Şu anda ve önümüzdeki dönem yapılmakta olan görüşmelere G20 zirvesinde St. Petesburg'da başlamak istiyorum.”da demiş..
Bir yanda bunlar telâffuz olunurken, diğer taraftan; Akritasçı-Eokacı Anastasiadis’in görüşmelere başlamak için Maraş’ın Rumlara devredilmesi talebiyle ortaya çıkması, ne büyük bir utanmazlık, yüzsüzlük, cüretkârlık, şımarıklık, alçaklık, şerefsizlik ve soysuzluktur! Buna Türkiye Cumhuriyeti hükümeti’nin dışişleri bakanı nasıl seyirci kalabilir? Dahası, Kıbrıs Rum diyasporasının ana karası Yunanistan’ın, irili-ufaklı ONBİR Türk-Ege adasını gasp-irtikap ve işgal etmesine rağmen mütehammil olunup, nasıl seyirci kalınabilir?
Türkiye AB Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış; Kıbrıs sorununun (?) çözümü için Annan Planı benzeri bir “Ban Ki-Mun” planının ortaya çıkmasının söz konusu olduğunu belirterek: “Kıbrıs meselesi çözülürse şimdi çok kısa bir süre içerisinde 12 faslı açıp rahatlıkla 10 faslı kapatabilecek noktaya gelmiş oluruz. Çok az bir çalışmayla, bazı kanunları geçirerek o rakamı daha da artırabilecek noktadayız.Şu anda fasıl kapanamıyor, çünkü Kıbrıs meselesi çözülmedikçe fasıl kapatmama olamaz şeklinde alınmış bir AB kararı var..” diyor!..
Görülüyor ki; AKP’ye göre halâ bir Kıbrıs sorunu var sanılıyor. Neymiş o? KKTC.
Meseleyi 54 yıllık AB domuzluğu düzleminde gözlediğimizde, çok açık, net biçimde: AB kalleşliği, TC düşmanlığı ve dâhili-harici bedhah işbirlikçiliği görülür. Bu hainliğin faili malum tarafı: Türk, Türkiye ve KKTC düşmanı, dönme-devşirme, sabe ve kriptolardır biline!   
***
KIBRIS YİNE KIBRIS
Metin HASIRCI
metin@nizamajans.com
Muhterem Mustafa Nevruz Sinacı Beyefendi, Milli davaları omuzlamaya her zaman amade bir vatan evladı olarak, dikkatimizi çeken bir mail aracılığıyla feryadı basmış. AB’ye girme delisi olmuş zihniyet sahiplerine ikaz mahiyetinde bir şeyler demeye çalışırken, sevgili kardeşim Ekrem Şama’nın sitemizdeki son yazısında buyurduğu gibi, Muhterem Erbakan Hoca’mız sağ olsaydı, Sayın Tayyib’e; sen deli misin? Sen deli misin?, sorusunu cevap alma arzusuyla yöneltirdi demesi geldi. Sayın Tayyip, AB’ye iştirake bu kadar delicesine girme çalışmalarını desteklerken, meşhur 1853/1854 Kırım Savaşını ve avakıbini, Osmanlı devletinin yanında yer alan İngiltere ve Fransa’nın yardımlarının elbette ki savaşı kazanmamızda hisseleri olduğu vakıadır. 
Fransız medeniyetinin sosyal kültür anlayışını, Osmanlı medeniyeti anlayışının içine monte etmek istemeye kendilerini bezl edenlerin, aradan çok geçmeden, 23 sene sonra Osmanlı devletini, 1877’de Moskof önünde bir başına bırakıp, İslam dolayısıyla Osmanlı devletinin büyük bozgununu keyifle seyrettiklerini, hele bunlardan İngiltere’nin, Rusya ile aramıza girerek sulhun sağlanması hususunda yardımları karşılığında, Kıbrıs’ı bahşiş olarak talep ettiğini siz bilirsiniz de, danışmanlarınızdan hatırlatan olmaması sizin için çok büyük talihsizliktir. 
Sayın Mustafa Nevruz Sinacı demekteki feryadında: 
“…Başbakanlık sandalyesinde oturan kişinin; İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt ile düzenlediği ortak basın toplantısında; “Annan planı artık adeta rafa kaldırıldı, buzdolabına kondu. Şimdi artık bir Ban Ki-mun planı herhalde oluşacak. O zaman bu planı oluşturalım, adımı da artık atalım ve neticeye kavuşturalım. Oyalama devam etmesin. Güney Kıbrıs kararlıysa, Kuzey Kıbrıs’a da aynı şekilde gerekli telkinleri yapabiliriz. Yunanistan da bu telkinleri yapmış olsun. BM Genel Sekreteri’nin riyasetinde bu işi neticelendirelim,” diyebilmesinin büyük şoku ve şaşkınlığı içindeyiz.
Ey bakın milli görüşçülere ikide birde, bunlar sizin içinizden çıktı diye, akıllarınca çıktıkları yapıya suç sıçratmak niyeti taşıyanların, milli görüş lideri merhum Hoca’mız Kıbrıs meselesi diye bir meselemiz yoktur. Şanlı ordumuz ve devletimiz Kıbrıs devletinin her zaman yanındadır, sözlerini hatırlatmak isteriz. Yani ben milli görüşçüyüm diyen hiçbir şahıs, Hocamızın bu tespitine iştirakten başka düşünce taşıması, palyoçuluk etmeğe savuşmaktır, böylelerinin de milli örüşçüler için hiçbir kıy met-i harbiyesi yoktur. Öte yandan Sayın Sinacı aşağıda şu ifadelere yer veriyor mail’inde: 
“..Meğer Başbakan: BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’a "Şu anda ve önümüzdeki dönem yapılmakta olan görüşmelere G20 zirve sinde St. Petesburg’da başlamak istiyorum.” da demiş.. ( Böylece de Sayın Sinacı, Sayın Tayyib’in aculculuğuna dikkat çekmiş ki, bu husus, böyle olmasını isteyen mahfiller bulunduğu hükmünü çıkarabilmemiz lazım geldiği gibi bu mahfillerin milli menfaatlerimizin karşısında kimseler olduğunu sanırım işaret ediyor.)
Bir başka açıdan Sayın Sinacı, aşağıya aldığım mail’inin paragrafında, hamd olsun, Yunanistan‘ın irili ufaklı onbir adamızın gaspına dair de hatırlatmalarda bulunmaktadır. Fakir, Metin Hasırcı olarak, bir evlâd-ı fatihan torunu oluşum, ataları Bosna’yı, Yanya’yı kaybetmiş bir Müslüman olarak, çakıl taşını bile düşmana vermeme anlayışı taşıyan biriyim, 2011 genel seçimleri esnasında Namık Kemal Zeybek Bey’in ifşaatıyla haberdar olduğumuz bu adaların sirkati hasebiy le bir nebze olsun, Akit’i ve Milli Gazeteyi harekâta geçirmeye muvaffak olduysak da, bu hususta devamlılık sayılabilecek bir hassasiyet yakala yamadık.
Sayın Mustafa Nevruz Sinacı diyor ki:
“.. diğer taraftan; Akritasçı-Eoka’cı Anastasiadis’in görüşmelere başlamak için Maraş’ın Rumlara devredilmesi talebiyle ortaya çıkması, ne büyük bir utanmazlık, yüzsüzlük, cüretkârlık, şımarıklık, alçaklık, şerefsizlik ve soysuzluktur! Buna Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin dışişleri bakanı nasıl seyirci kalabilir? Dahası, Kıbrıs Rum diyasporasının anakarası Yunanistan’ın, irili-ufaklı ONBİR Türk-Ege adasını gasp-irtikap ve işgal etmesine rağmen mütehammil olunup, nasıl seyirci kalınabilir? 
Aslında Sayın Mustafa Nevruz Sınacı’nın bu seyirci kalınışı sorusunu TBMM’de dile getiren kişiler oldu. MHP milletvekili bir zat sordu. Ne vakit Sayın Hariciye nazırı, bu soru genel kurmaya sorulmalıdır demek suretiyle karşıladı. Buna karşılık işin peşine düşen olmadı. Misal olarak söylüyo rum, Milli Gazetede Kıbrıs’daki mücadeleyi en yakından takip etmiş hem de Prof. bir yazar zaman zaman değil, her zaman sağ olsun Kıbrıs ile alakalı mühim yazılar ile hizmete gayret içindedir. Ne var ki, bu milli bir meseledir diyerek kalem oynatan gazetedeki kalem sahipleri bu meseleye biz de bir destek verelim deseler daha güzel olmaz mı? Bir de aşağıdaki AB ilişkileri bakanının beyanına göz atalım: 
Türkiye AB Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış; Kıbrıs sorununun (?) çözümü için Annan Planı benzeri bir “Ban Ki-Mun” planının ortaya çıkmasının söz konusu olduğunu belirterek: “Kıbrıs meselesi çözülürse şimdi çok kısa bir süre içerisinde 12 faslı açıp rahatlıkla 10 faslı kapatabilecek noktaya gelmiş oluruz. Çok az bir çalışmayla, bazı kanunları geçirerek o rakamı daha da artırabilecek noktadayız. Şu anda fasıl kapanamıyor, çünkü Kıbrıs meselesi çözülmedikçe fasıl kapatmama olamaz şeklinde alınmış bir AB kararı var..” diyor!..
Sayın Bağış, bilmelisiniz ki, 1571 Kıbrıs fethi elli bin şehide mal olmuştur. 1974 ise 498 şehitle istirdat edilebilmiştir. Üst komuta heyetinden hayatta hiç kimse kalmamış bulunmaktadır. Allah korusun, bu AB’ye girme hastalığı, hasbel kader o komutanlar, Kıbrıs’ı niye istirdat etmişler ? Onları bulup cezalandırın deseler, fasılları açıp kapamak uğruna cevabınız acaba ne olurdu? Fiemanillah. 
12 Kasım 2013, MİLLİ GAZETE,

23 Ekim 2013 Çarşamba

DOLMUŞ ESNAFI ADETA İŞKENCEYE MARUZ!...

DOLMUŞ (Minibüs) ESNAFINA İŞKENCE
Mustafa Nevruz SINACI
Halkın DOLMUŞ dediği, bizim de kısaca Minibüs olarak tanımladığımız, toplu taşım ve pratik kitle ulaşım araçlarını ‘ekmek kapısı’ olarak kullanan esnaf, Türkiye’nin her yanında dert küpü. 2013 yılı Ramazan ayının başlangıcından Eylül ayı sonuna kadar, (çok hayırlı bir toplumsal proje gereği) doğudan batıya 22 vilâyet gezdim. Nerede dolmuş varsa orada (halkın değil) belediyeler ve mülki idarenin, dolmuşçular ve halk otobüsçüleri esnafı ile takıştıklarını hayret ve dehşet içinde gördüm! Oysa bir taraf kamu (halk) hizmetkârı memur; diğer tarafsa, devlete kaynak sağlayan ve millet yararına çalışan, hizmet üreten ‘kutsal emek sahibi’ esnaf.         
Bu durum, Başkent Ankara için tam bir yüz karası
Meselâ 27 Mayıs 2013’de, ‘Başbakanlık (!) çevresinde alınan güvenlik önlemleri’ gibi çok sudan bir bahane ile resen gasp edilerek el konulan Güvenpark (100.Yıl, ODTÜ, Çiğdem, Çukurambar) duraklarının yolcusu; Aylardır hile, haksızlık, keyfilik/küstahlık ve adaletsizliğe maruz, rezillikten bezgin, çile doldurmaktan yorgun, yollarda kepaze. Buna mukabil yaklaşık 600 bin kişiye hizmet veren, durağın dolmuş esnafı mahvolmuş, itilip kakılmaktan yorulmuş, ekstra masraf, zorunlu israf ve ceza baskısı altında ezilmiş, madden çökmüş ve perişan halde.
Gasp ve işgal yaklaşık 150 gündür amansızca sürüyor
İtiraz, talep ve şikâyetlere kulak veren, anlayan, aldıran yok. Müktesep hakları olan 40 yıllık durakları “bilgi ve rızaları hilâfına” haksız, hukuksuz ve kanunsuz bir şekilde müsadere edilerek (uygun bir yer gösterilmeksizin) caddeye atılan bine yakın dolmuşçu esnafı dertli… “Bu iş çığırından çıktı ve durma noktasına geldi. Hizmet verdiğimiz 600 bine yakın vatandaş perişan. Sabrımız tükendi. Haksız işgal ve bu insanlık dışı muamele karşısında üzgün, acılı ve yorgunuz. Aslında kontak kapatıp gitmekten başka çaremiz kalmadı!..” diye yakınıyorlar. 
            Milli Müdafaa Karmaşası
Çok haklılar. Yolcularla birlikte zulme maruz kalıyorlar. Genellikle minibüsler Milli Müdafaa Caddesi’nde beklemek zorunda. Özellikle mesai saati bitiminde tam bir kriz, kaos, karmaşa, kargaşa, koşuşturmaca ve telâş hakim cadde de. Bu hengâme içinde zaman zaman vatandaş, ya da sürücülerle tartışmalar, kavga ve kazalar vuku buluyor. Trafik ekipleri, yolda birikip kalan bir kısım dolmuşları, farklı yer ve istikametlere yönlendirmeye kalkınca kargaşa,  rezillik ve perişanlık iyice artıyor. Bu düzensizlik, başıbozukluk ve karmaşa karşısında durak müdavimleri yılgınlık gösterip dağılıyor. Hatta durak yerleri zaman zaman değiştirildiği veya zorunlu olarak değiştiği için akşamları büyük bir şaşkınlık, sefillik ve perişanlık gözlenmekte.
Derde deva umarken başa gelene bakın
Bir tarafta bu rezillik sürüp giderken, diğer taraftan, aziz ve mübarek Kurban Bayramı öncesi hâlâ şok etkisi devam eden, bir başka sıkıntı daha baş gösterdi. Zaten ağır vergi yükü, hat ve durak sorunları ile özellikle fahiş sigorta primleri altında ezilen, müşteri kaybeden ve yolcu bulmakta zorlanan dolmuş esnafı, bu defa çok sayıda ve yasal tebligat süreleri geçmiş yüksek tutarlı “trafik cezası ödeme makbuzları” dayatmasına maruz kaldılar.
Oysa "Karayolları trafik kanunu hükümleri gereğince uygulanan idari para cezalarının tahsil ve takibinde uygulanacak usul, esaslar ile kullanılacak alındılar, tutanaklar ve defterlere dair yönetmeliğin 10. maddesinde:, “İster yetkili kılınmış personel tarafından isterse de sabit / masaüstü cihazlarla elektronik ortamda düzenlenen trafik cezalarının “10 iş günü içinde”  tebliğ edilmesi gerektiği hükme bağlanmıştır...
Madde metni iş günü dediği için, hafta sonları ve tatiller bu süreye dâhil değildir. Eğer bir trafik cezası, ihlâl tarihinden itibaren, 10 işgününü aşan bir zaman içinde muhataba tebliğ edilmiş ise, bu halde Sulh Ceza Mahkemesi nezdinde dava açılır. Sadece bu nedenden dolayı, mahkemenin trafik cezasını iptal etmesi gerekir.
Kaldı ki, tek amacı kamu hizmeti ve zor şartlar altında evine ekmek parası götürmek olan minibüs şoför (ve esnafı) bu cezaları hak etmemiş olsa gerek. Zira cezaların toplu tebliği neticesi bazı esnafa bir anda 100'den fazla ceza gelmiş. Her ne kadar ortada hukuki bir analiz yoksa da; Olayın doğrudan muhatabı şoförler ile görgü şahitlerinin beyanları, samimi itiraf ve özlü anlatımlarına göre bunların bir kısmı yersiz, gereksiz, haksız, adaletsiz… Bir bölümü ise, ilgili memurun işbalığı, mülki idare ve belediyenin ihmalleri ile olası tedbir noksanlıklarından kaynaklandığı iddia edilmekle; Adeta “her fırsatı ganimet bilerek” ve/veya “sanki kendilerine tembih edilmişçesine daha çok ceza kesip, bu yolla hükümete gelir temin etmek için” esnafa baskı, taciz ve zulmetme eğilimli bir ceza politikası uygulandığı düşündürülmektedir!..
Özellikle: “Fazla bekleme yaptın, fazla yolcu aldın”, “yavaş gittin, hızlı gittin”, “durak dışı yolcu indirdin, durak dışı yolcu aldın” gibi namlar altında;, Teknik olarak işin aslı ve özüne taalluk eden “olmazsa olmaz/hattâ olması doğal ve beklenir” hallerden dolayı ceza kesilmesi kamu vicdanı, esnafın ifa ve icra ettiği “toplu taşım ve kitle ulaşımı esaslı sosyal hizmet” yurttaşlık hakları, insaf/merhamet ve “hakkıyla adaleti uygulamakla memur ve mükellef” kamu görevi ile bağdaşmaz!.. ,
Nitekim 2918 Sayılı Trafik Kanunu’nun 65/1-a maddesi’ne dayanılarak minibüslere “Taşıma sınırı üstünde yolcu alınması” usulünü düzenleyen; “Araçların Yüklenmesi” başlıklı Madde: 65 (Değişik madde: 18/11/1986 – 3321/1 md.) dikkatlice analiz edildiğinde buradan: “Şehir içindeki toplu taşım ve kitle ulaşım araçlarına ceza yazılmasına cevaz teşkil edecek bir anlam ve emir” çıkmamaktadır. Banliyö trenleri, metro, vapur, belediye ve halk otobüslerine, bu hükmün uygulanmamasının sebebi budur. Dolayısıyla Minibüsler için de bu esas ve usulün geçerli olması gerekir. Sonuçta hepsi de “kamu yararına çalışan” toplu taşım aracı değil mi?
Kaldı ki, cezaların kanun gereği hukuki süresi içinde değil de; Yasada “görevi ihmal” olarak tanımlanan “biriktirilip topluca gönderilmesi” bile, hukuki yönden sakattır. Yani, iş bu cezalar tek tek ve zamanında gelse, sürücü neden ve niçin ceza aldığını bilir, eksiklerini, hata, muhtemel ihmal ve kusurlarını gidererek, kendince gerekli tedbirleri alır. Bu tedbirle tekerrür önlenir. Sonuçta, “hukuka saygı, insan ve vatan sevgisi” bağlamında sorun çözülür.
İnsan’ı yaşat ki, devlet yaşasın..
Nihayet mesele: Önce İnsan’a ve ‘Kutsal İnsan’ın şahsında Vatana hizmettir.
Dolayısıyla halka hizmet: Dikkat, itina, akıl, mantık, sorumluluk, ilim, ahlâk, iman ve disiplin gerektirir. Kaldı ki, konu trafik olunca, bu ve benzer “riayeti zorunlu kurallar” çok daha farklı boyut, anlam ve algılara kayar. Örneğin: Her hususta kendinde ve farkında olmak, her daim soğukkanlı, sakin ve sağduyulu, onurlu ve sorumlu hareket etmek gibi!..
Şimdi soruyorum:
Yukarda derc edilen ve dolmuşçuluğun tabiatından olan fiillere; “ciddi risk ve kaza ihtimali” yaratmadıkça, neden ve niçin ceza kesilir? Zaten bütün minibüsler, tıpkı otobüs ve metro vagonları gibi “ayakta yolcu taşıma amaçlı” olarak tasarlanıp imal edilmemiş midir? Üstelik adı dolmuş!.. Dolmuş’un dolması, “ayakta ve oturacak yer kalmayıncaya değin” yolcu alması demektir. Akıl, mantık, yarar ve tedbir bunun neresinde? Amma maksat: “Kamuya her şeye rağmen kaynak sağlamak maksadıyla cebri icbar, fırsatçılık ve dayatma ise” o başka!..  
Böylelikle cezada caydırıcılık olur
Plakaya gıyabi (arkadan) ceza yazıldığında, kasıtla ihlâl edilen “çok önemli ve hayati” kural hataları var ise, muhatabın neyin hatalı olup olmadığını bilmesi mümkün olmamaktadır. Sonuç olarak, zaten ilgili yönetmeliğe aykırı olarak hukuksuz tebliğ edilen çok yüksek tutarlı toplu cezaların tamamıyla affedilmesi ve (münhasıran toplu taşım ve kitle ulaşım araçlarına) gıyaben / arkadan plâkaya ceza yazılması uygulamasına son verilmesi gerekir.
            Korsan Taşımacılıklara tedbir yok  
Bir de bakıyorsunuz vatandaş hususi aracı ile taşımacılık ve taksi dolmuş yapıyor. Oysa bu konuda kesin yasak var. Cezası kişi başı 250 tl, ama uygulama yok. Neden ve niçin? İştigal alanlarının korunması ticaret ahlâkı ve hukukun amir hükmü olup; Minibüs esnafı her gün yeni bir borcun içine girmekte, ekmeğini kazanması zorlaşmakta, çektiği çile, ıstırap ve sıkıntı büyümektedir. Oysa hükümetlerin görevi adil olmak, herkes ve her kesim için hayatı kolaylaştırmak, sevdirmek ve ne pahasına olursa olsun “hakkaniyeti faziletle” uygulamaktır. 

12 Ekim 2013 Cumartesi

BAYRAM MESAJI :: "Lânetli muhalefet, bayram ve paket"

LÂNETLİ MUHALEFET;
BAYRAM VE PAKET
Mustafa Nevruz SINACI
Milli Devlet ve Milli siyaset hayatımızı derinden sarsan, kamu vicdanını yaralayan ve Türk Milletinin geleceğe dair ümitlerini karartan muzlim paket 30 Eylül 2013 günü açıklandı. Milliyetçi, gerçek demokrat ve objektif anlamda sağcı kesimce beklendiği biçimde, 27 Mayıs suçlandı. Lâkin suçlayıcı taraf, hâlâ niçin 27 Mayıs’ın sorgulanıp yargılanmadığına dair uzun süredir beklenen merakı giderecek bir cevap da vermedi!..
Ana muhalefet: “Zaten malumun ilânı, üstelik bizden kopya” dedi.  
Yavru muhalefet sadece esti gürledi. Tehdit etti. Bağırıp çağırdı. Tabanına bolca mesaj verdi. Ancak, ne anası ve ne danası yargıya gitmedi. Anayasa Mahkemesi, İdare Mahkemesi veya Danıştay’a giden olmadı. Alenen işlenen suç’a rağmen Cumhuriyet Baş Savcılıklarına suç duyurusunda bulunan da olmadı.
Demek ki, bunların tamamı ittifak, iştirak ve suç ortakları!..
Al birini vur ötekine.
Üstelik iktidar partisine “terör örgütünün işbirlikçisi” diyorlar!.. 
Şu hale nazaran, millet yine kendi derdine yanacak. Anaların ıstırabı, mağdur, mazlum ve ocağına ateş düşenlerin lâneti inşallah 77 partinin tamamından oluşan muhalefeti bütünüyle vuracak. Helâk edecek. Yok edecek. Edecek te, inşallah Türk Milleti ve Türk Vatanı ile oyun oynamanın ne demek olduğunu, çok görecek, bu kere kendileri acıları tadacak ve bilecekler!..  
VE, AKABİNDE BİR BAYRAM!..
Oysa ve her şeye rağmen; Sevgili halkımız ve Aziz Milletimiz her yıl olduğu gibi bu yıl da; Kutsal sevincimizi Milli birlik, beraberlik, kardeşlik, huzur ve güven içinde yaşamayı arzu ve Kurban Bayramını sevinç ve saadet içinde kutlamayı ümit etmektedir.
Bu mutluluk, huzur, güvenlik ve esenlik ortamı milletin hakkı;
Ülkemizde eşitlik, hakkaniyet, istikrar, hürriyet ve adalet ortamını temin, tesis, ikame ve idame ise müesses hükümetin görevidir. Hükümetlerin en önemli ve ana görevi de: Hüküm ve hikmet sahibi olmak, milleti “bir bütün” halinde muhafaza, adaletle kalkındırma, istikrarla geliştirme ve medeni milletler arasında en ileri seviyelere çıkartmaktır.      
Ancak; Huzur, güven ve esenliğe muhtaç iç dünyamız ile milletçe idrak, ihya ve tüm dünyaya “birlik ve beraberliğin gücünü” ilâna hazırlandığımız bu günlerde,; “Müktesep hak, adalet, hukuk ve demokrasiyi katleden, Türk Milleti’ne kin ve nefretle yaklaşıp; Anarşi, terör, tedhiş, kin ve nefret örgütünün dayatmaları yönünde; Alenen bölücülüğü tahrik, teşvik ve hiç gerekmediği halde Türk yurttaşlarının hız ve ilham kaynağı Andımız-ı yasaklamaya kalkışan menfur bir paket nedeniyle huzurumuz bozulmuş, kamu vicdanı rencide edilmiştir.
Türk Milleti’nin, geçici bir süre için icrayı emanet ettiği mevcut siyasi kadronun buna teşebbüse hakkı ve haddi yoktur. Oslo ile başlayan süreçte haddini aşan ve milletin bahşettiği yetkileri kötüye kullanan iktidar partisi; Adeta bir despot, mütegallibe ve mütareke hükümeti gibi hareket etmeye kalkışmaktadır. Zira adına, kinayeten “Demokratikleşme Paketi” denilen bu tasarı/paket tam bir manifestodur.
Mezkür manifesto, sözde bir demokratikleşme adına; Ülkemizdeki gerçek demokrasi, binlerce yıllık hakkaniyet, adalet, eşitlik, huzur ve hukuk geleneğini yok etmeyi hedeflemiş olup; Yönetimin buna asla hakkı, haddi, hukuku yoktur. Anayasa kimseye bu derece/düzeyde bir yetki vermemiş; Türk Milletini bölmeye teşebbüs, terörle ortaklık, dil, din, alfabe ve milli – manevi, ilmi, tarihi ve kültürel değerleri ile oynamayı kesinlikle yasaklamış ve men etmiştir. Yeni bir anayasa ütopyası da buna dâhildir.  
Kaldı ki, ülkemiz insanları Cumhuriyetin ilânından bu güne tam bir birlik, beraberlik, eşitlik, huzur ve emniyet içinde yaşaya gelmiştir. Hükümetlerin asli görevi: Bu huzur, güven, istikrar ve insicam ortamını geliştirerek sürdürmektir. Buna mukabil, başta faşist Yunanistan, insanlık düşmanı vahşi Çin ve diğer çete ülkelerinde azınlık statüsünde yaşayan Türk/İslâm kardeşlerimiz sürekli çile, alçakça muamele ve daimi işkenceye maruz bulunmaktadırlar.
Asli, İslâmi ve Kurucu unsurlarımızdan biri, kader arkadaşımız ve kan kardeşimiz olan sadık ve samimi Kürt vatandaşlarımızı gaflet, dalâlet ve hıyanetle “azınlık” statüsüne çekmek isterken.; Lozan ve Cemiyet-i Akvam nezdinde “eşit ve adil haklara sahip” hür dünya içinde “en mutlu tali unsur” durumundaki Yahudi, Ermeni ve Yunan azınlıklarını, adeta “azdırmak” suretiyle “Milli Devlet, Adalet ve Hukuk” dengelerini bozmak korkunç bir bühtandır…
Tarihi bir yanılgı ve hatadır.      
Millet bu şeametten şikâyetçi, vicdanen rahatsız, madden ve manen huzursuzdur.
Paket kalkışması, bu cihetle tarihi bir yanılgı veya vatana ihanetle eş’tir…
Oysa milletimizin, asgari müştereklerinin korunması, başlıca bileşke unsurları ve tarihi çimentosu olan: “Tek Dil, Tek Bayrak ve Tek Vatan” umdesinin, yoğun tehdit, harici vesayet ve bilumum bedhah/düşman baskısına karşın mutlaka korunması şarttır, lâzımdır, elzemdir…
Asla unutmamak gerekir ki:      
Bu menfur paket; Türk Milleti, Türkiye Cumhuriyeti ve Milli Devlet düşmanlığı ile dolup taşan görüntüsü ile aziz ülkemiz ve güzel insanımızın “bayrama kavuşma sevincini” bölücülüğe, kurban etmiş, gölgelemiş ve milliyetperver halkımızın huzurunu bozmuştur.
Böylece, ülkemizde giderek artarak, bunalım ve buhrana dönüşen demokrasi sorunu; Vesayet, icazet, dış himaye, güdümlü sulta, terör-tedhiş örgütü katkılı ve dikta odaklı politik ACI’larla, haksızlık-yolsuzluk-cehalet ve değersizlikle kirlenen siyasi kulvarda hak, hakikat, eşitlik, adalet ve hukuk gibi, temel insani değerlerin “keellem yekûn yok sayılması”, milletçe çok büyük bir felâketle burun buruna geldiğimizin vahim bir göstergesidir.   
Aziz ve kadim Türk Milleti; iyice tehlikeye düşen Milli Birlik, bütünlük, özgürlük ve güvenliğimizi korumak, siyasete vaziyet ederek; Namuslu, Dürüst ve Demokrat vatandaşlar vasıtasıyla: Devlet idaresinde, millet iradesini tekrar hâkim ve hükümran kılmak zorundadır.
Tek Çare:
Adalet Ahlâkı, Hukukun Üstünlüğü, Namuslu, Dürüst, Bilimsel ve Saydam bir Demokrasidir. Daha açık bir ifade ile: Millet iradesinin, devlet idaresinde hâkim kılınması.
Bunun için ve bu mübarek Kurban Bayram hürmetine:
Sevgili halkımızı eşitlik, adalet, hak ve hukuka; Milli Devlet, Milli Dil, Milli Anayasa, Lâiklik, Din-İman, Toprak ve Bayrağımıza; Hasılı, Vatana ve Millete Sahip çıkmaya; Bölücü, bozguncu ve işbirlikçi hainlere, tam bir “ittihat ve tevhit” (birlik ve beraberlik) şuuru içinde:
“Yeter!.. Söz Milletindir…”
Demeye davet ediyorum. Çünkü: Başta aziz vatanımız "TÜRKİYE CUMHURİYETİ" olmak üzere; Türk Milleti ve İslam ümmetinin kutsal bayraklarının dalgalandığı, Ezan okunan her iklimde; karşılıklı sevgi, saygı, barış, güvenlik, adalet, hukuk, huzur ve hoşgörünün temini herkesin hakkı ve sorumlu hükümetlerin mutlak görevidir. 
Milletimizin huzur, güvenlik, egemenlik, özgürlük ve mutluluğu için Cenab-ı Hak’tan yardım diliyor; Türk Vatanı ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını her türlü fitne, tefrika ve tedbirsizlikten korumasını; Vatan, Bayrak, Birlik, Dil ve Toprak düşmanlarını kahhar ismiyle kahredip cezalandırmasını temenni, dua ve niyaz ediyoruz…
Selam, içten saygı ve sevgilerimizle,
Bayramınız Hayırlı, Mübarek ve Kutlu Olsun…
            Daha nice Bayramlara; İnşâllah!..

7 Ekim 2013 Pazartesi

KURBAN BAYRAMI; HAC, KURBAN, VEKÂLET VE BAĞIŞ HAKKINDADIR...

DİN TÜCCARLARININ 
KURBAN COŞKUSU
Mustafa Nevruz SINACI
Yıllardır olduğu gibi, bu yıl da, aziz mübarek Kurban Bayramı’na haftalar kala mutat ilânlar köşe, bucak, meydan ve bilboardları doldurdu. Üstelik bu yıl radyo, televizyon, yazılı, sesli ve görsel reklâmlarda cabası. Olmadı, cep telefonlarınıza mesajlar yağıyor. “Bu bayram Kurbanınızı biz keselim. Vekâletinizi bize verin. Yurtiçi bedel bu kadar, yurtdışı şu kadar!..”
1990’dan 2013’e Çeçenistan, Bosna Hersek, Karabağ, Somali, Doğu Türkistan, İran, Irak, Nyanmar, Sudan, Fas, Tunus, Libya, Mısır ve nihayet Suriye olmak üzere., Türk-İslâm coğrafyasında bir milyondan fazla Müslüman’ın; Alçakça / kalleşçe katledilip, yüz binlerce masum, müsemma kadının ırzına geçilerek rezil ve rencide edilen sözde İslâm âleminin hayır, hizmet (!) ve himmet kurumları, “vekâleten kurban” için para devşirme coşkusu yaşıyor…
Mısır da, şurda-burda kâfirin icazetiyle darbe yapan, hükümet olmak için domuz ini, ahır ve şeytan tapınaklarında yoldaş tutanları bir kenara atalım; Ama adına “İslâm Konferansı Örgütü” denilen Dâr-ül Aceze’nin; Bütün bu insanlık dışı vahşet, dalâlet, kalleş, alçak saldırı ve soykırımlar karşısındaki sessizlik, etkisizlik, güçsüzlük, acizlik ve zavallılığa ne demeli?..
Bunlar mı İslâm Âleminin önderleri, Rab adına emanetçi ve koruyucuları!..
Kahrolası korkaklar, yalancı, haramcı, mason ve misyoner talancılar.   

Elbette, usul ve fıkıh dairesinde, vekâlet verenin huzurunda kesim yaparak ibadete iyi niyetle katkıda bulunanları tenzih ederim. Amma lâkin aralarında Kızılay, Lösev, Türk Hava Kurumu ve dünya çapında vakıfların bulunduğu nice ‘hayır ve yarar’ kurumlarının vekâleten kurban yolsuzluklarını unutmamak gerek!.. Halâ mahkemesi devam eden ve mahkumiyetleri süren genel başkanlar, yardımcıları, üyeleri, iştirakleri ve suç ortakları var. Unutmayın!..
Aslında, geçmişte vaki bu araştırma, soruşturma, takip ve baskınların sürmesi gerek.
Düşünün bir kere, hiç Müslüman hırsızlık, yolsuzluk ve dolandırıcılık yapar mı? 
Elbette yapmaz. Yapanları kimse Müslüman sanmasın ve lütfen aldanmasın...
Müslüman akıllı, âlim, uyanık, şuurlu-dikkatli olmak ve doğru yapmak zorundadır.      
PEKİ NEDİR DOĞRUSU?..          
Istılah (Yüce Rab'in, kullarının gerçeğe ulaşmaları için peygamberler aracılığıyla akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği; Onları dünya ve âhiret  mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah'ın koyduğu hükümler.,)’da, Kurban Bayramı’nda sadece Harem-i Şerif, yani Kâbe-i Muazzama da” Hac farizasını yerine getirenler kurban kesebilirler.
Akika, adak ve kefaret gibi haller dışında; Özellikle de, “Kurban Bayramına özgü bir ibadet” biçiminde algılamak suretiyle kurban kesmemek gerekir. Zira Kurban kesmek ancak Hac’da farzdır veya aynı manada vaciptir. Peygamberimiz yalnız hacda kurban kesmiştir.
Kur-an’ı Kerim, sadece hac yaparken kurban kesmeyi emreder. 
Buna göre:
“Kurban kesmek ancak, Hac (Kâbe/Mekke-i Mükerreme/ Mescid-i Haram) da farz veya aynı manâda vaciptir. Bu iki terim aslında aynı şeyi ifade eder. Bunun dışında, kurban kesmek müstehab (Sevilmiş şey, yapılması sevaplı olan. Peygamber Efendimizin bazen yapıp bazen terk eylediği, farz ve vacibin dışındaki sevaplı işler. Sevaplı iş, nafile, mendup, fazilet, edeb, tatavvu) sünnetlerden olup; Hac’da kurban kesemeyenin 3 gün orada 7 gün döndükten sonra oruç tutması farzdır. (Fazıl Agiş, Emekli Öğretim Görevlisi, Müçtehid ve Fakih)
PEKİ!..
BU ZAM MİKTARI SON BİR YILLIK
ENFLÂSYON'UN ON KATI DEĞİL'Mİ?..
HANİ İSLÂM KARDEŞLİĞİ VE
MÜSLÜMANLARIN DÜRÜSTLÜĞÜ
BUNUN NERESİNDE
 ?... 
“Kurban kesmek, hac ibadetini yerine getirenler için bir vecibedir. Türkiye’de sadece zenginlerin yerine getirmesi gereken bir ibadet olarak algılanmaktadır. 
Ancak, kurban etinin bir kısmının fakirlere dağıtılması kaydı şartıyla bu uygulamanın hayırlı bir “gelenek” olduğu söylenebilir. (Prof. Dr. Ömer Özsoy, Prof. Dr. İlhami Güler, Sistematik Kur’an Fihristi; 364)
“Kurban, hac’ı yaşayanların bayramıdır. İhramlanıp Arafat’ta gündüzleyen, Meş’ar’e doğru akan, Müzdelife’de geceleyen hacılar, ertesi sabah şeytan taşlar, tıraş olur ve ihramdan çıkarlar. 
Artık hac tamam olmuş sayılır. İhramda tek bir kıl bile koparamaz, bir yeşil yaprağı koparması yasakken, bayram sabahı bir canı, bir hayvanı boğazlamak üzerine vacip olmuştur.

İşte “Kurban Kesmek” budur. 
Önce HACI olunur, sonra ibadet kurban ile tamamlanır.  

21 Eylül 2013 Cumartesi

Demokrasi!.. Nedir?, ve ne değildir?..

MUKABELE-İ BİLMİSİL!
Mustafa Nevruz SINACI
Türk bilim ve yönetim (devlet idare sistemi/sanatı) tarihinde, adına “Medeni Siyaset” denilen.; Özellikle İbn-i Haldun, İbn-i Batuta, İbn-i Sina ve İmam-ı Matüridi ile fiiliyatta dünya çapında örnek, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’e göre devlet; Hak, adalet ahlâkı, mutlak dürüstlük ve yüksek faziletle yönetilmesi zorunlu bir teşkilât / cemiyettir…
Devlet yönetiminde gevşeklik, başıbozukluk, zaaf ve acze yer yoktur.
Düzeni sağlamak, istikrarı sürekli kılmak, kalkınma ve gelişmeyi adaletle sürdürmekle yetkili, görevli ve sorumlu icra (hükümet); Yerleşik kanun, kural, kurum, kuruluş, gelenek, görenek, bilim, manevi mukaddesler ve milli kültürü korumak, eserleri ihya ve “daha iyi, ileri, doğru, dürüst ve mükemmeli gerçekleştirmeye matuf” bir yaşam tarzı inşaya ve idare cihazını suç ve suçluya hayat hakkı tanımayacak bir düzeye taşımaya mecburdur...  
Devleti hüküm (doğru-dürüst karar, kaide) ve hikmetle, eşitlik, adalet ve faziletle yönetmeyenin hükmü “kelb-i küffar” (kâfir köpeği, dönme, devşirme, kripto) olup, tespit ve ispatı halinde; Hazreti Ömer (R.A) Efendilerimizin fıkhı üzere kılıçla infaz vaciptir.
Zira esasta her insan bir devlettir ve devlet cihazının varlık sebebi: Adalet, Hukuk, Eşitlik ve Hikmetle hükümferma olunup, kul hakkına tecavüzün men-i, icra-i sanat, ticaret, hukuk ve mülkün paylaşımında adaletin “hakkıyla çalışma ve helâl kazanç ile mütenasip olmak kayıt ve şartıyla” her alanda mutlak eşitliğin sağlanmasıdır.
Modern hukuk, objektif adalet karinesi ve medeni siyaset biliminde, “kuvvetler ayrılığı” olarak açıklanıp tanımlanan: Yasama, Yürütme ve Yargı’nın olmazsa olmaz görevi budur. İlkenin sağlam, kavi ve sağlıklı yürümesi için, ya bire bir insanlar tarafından doğrudan seçilmiş bir Meclis veya bütün kuvvetlerin mutlaka birbirine karşı bağımsız ve tarafsız olması şarttır. Burada en küçük bir bağılılık, ilgi veya bağımlılık vesayete tekabül eder.   
Ayrıca devlet, kimseye mülk olmayıp; Tarihi kurum, kuruluş ve kuralları, yasa, adet, din, ahlâk, örf, gelenek, görenek; Bilgi, bilim, kültür ve birikimleri özenle muhafaza edilerek yaşatılması ve tarih içinde ebed-müddet kılınarak istikrarla ileriye taşınması, bütün yöneticiler için mutlak bir vecibe, asli görev ve mükellefiyettir.
Devleti, dolayısıyla halkı yönetmek üzere seçilenler, bu altın kuralı mutlaka kaale almak; İdare cihazında fevkalâde şikâyet ve ağırlıklı biçimde milletin talebine maruz bir mazarrat varsa bunu, yine milletle müzakere ve müşterek kararla izale,; Bunun dışında hak, adalet, hukuk ve demokrasiyi “bilimsel norm, emsal ve evrensel kuralları muvacehesinde” güçlendirmek, tahkim etmek zorunda ve durumundadırlar.
Hiçbir yönetim, (emaneten ve vekâleten) idare ettiği ülkeyi, şahsi mülkü gibi göremez, gösteremez!..
5'Lİ ÇETE, HAYDUTLAR VE HARAMİLER!..
Ve yine hiçbir yönetimin “eşitlik, hak, adalet ve hukuku” ilgaya hakkı yoktur.    
Müesses olan nizam “hak, adalet, hukuk, eşitlik ve faziletle” idame edilir.
En açık tabiriyle: Ülkenin bütün vatandaşları eşittir ve eşit haklara sahiptir.
Bu meyanda: Asillerin fiilen sahip olmadıkları ve bizzat kullanmadıkları hiçbir hak, ayrıcalık ya da imtiyaz vekâlet üstlenenlere (milletvekili ve/veya parlamenterlere) tanınamaz, verilemez. Millet Memurluğu gibi, fiili kamu görevi hariç: Siyaset yoluyla vekâleten yetki kullananlara, icra ettikleri faaliyet “profesyonel bir meslek” bağlamında kabul edilerek her hangi bir hakkı-huzur veya ücret ödenemez. Sadece “yönetimle iştigal” masrafları karşılanır o kadar. Buna kaide ve millete rağmen kendilerini ayrıcalık, imtiyaz, istisna ve dokunulmazlık gibi “insanlık, ahlâk, medeni siyaset ve hukuk dışı” asil’in sahip olmadığı imkânlara sahip kılanlar, şüphesiz ve kesinlikle vatanın, milletin, devletin, adalet ve hukuku düşmanıdırlar.    
Ayrıca: Evrensel ve bütün peygamberleri şamil İslâm Dini’nde esas olan;
1. İnsanların, kendi kendilerini idaresi ve toplumu yönetecek insanları ilmen, ahlâken ve dirayeten en yüksek derecedekileri bulup; (Asr-ı Saadet döneminde dört Halifenin seçildiği gibi…) “Açık, şeffaf, namuslu, dürüst ve tam demokrat yöntemlerle, hiçbir baskı, dayatma, diretme, vesayet ve tavsiye altında kalmadan kendi olarak ve doğrudan karar vermek suretiyle bizzat seçtiği sisteme:
Cumhuriyet,
2. Cemiyeti, yine bizzat kendi seçtikleri insanlar vasıtasıyla (Daha açık bir anlatımla. Devlet idaresinde, Millet iradesinin “özgür irade, hürriyet, adalet ve tam bağımsızlıkla” hâkim ve hükümran olduğu) İlim, Din, Ahlâk ve Hukuk kuralları muvacehesinde yönetmesi usulüne:
Şûra / Demokrasi,
3. Milleti meydana getiren tüm unsurların din, inanç, mezhep, dil ve etnik köklerine bakılmaksızın:: “Devletin temel kuralları, Anayasa ve kanunlarına riayet etmek, iyi insan; iyi, namuslu - dürüst, onurlu ve sorumlu vatandaş olmak; Anarşi, terör, tedhiş ve bölücülükle iştigal etmemek, kötülere yardım ve yataklık, hırsızlık, yolsuzluk, adaletsizlik ve haksızlık yapmamak, vergi vermek, insanlık ve vatandaşlık görevlerini tam bir onur ve sorumlulukla ifa ve icra etmek” koşuluyla “İnandıkları gibi yaşama” hakkının serbestçe kullanılmasına:
Lâiklik
Denilir. Bu kaidelere, bir yanda “Hükümet” ve diğer yanda “Halk-fert, birey” olarak riayet şarttır. Aksine tasarruflar hakkaniyet, adalet, ahlâk, eşitlik ve hukuk dışı olup; Cezayı mülzemdir. Adil bir hukuk devletinde hiçbir suç cezasız kalmaz. Adaletin bedeli ve maliyeti asla ve kesinlikle tartışılamaz, hesaplanmaz. Maliyeti her ne olursa olsun; Ulusal ve Uluslar arası hukuk alanında adalet mutlaka kesinlikle “mutlaka caydırıcı olacak biçimde” uygulanır.
Ceza da taammüden katilin katli ve sairde mukabele-i bil misil şarttır.
Başkaca bir usûl veya uygulama adalet ve hukuk olarak kabul edilemez.
Ki, devlette adalet, emniyet, huzur ve hukuk olsun. Anarşi, terör, tedhiş, başıbozukluk, emniyeti suiistimal, görevi kötüye kullanma-ihmal, gevşeklik, yandaşı-yoldaşı kayırma, halkı ayırma, kaypaklık, rüşvet, iltimas, usulsüzlük, yolsuzluk ve disiplinsizlik olmasın!...
Bunların olduğu yerde hükümet yok hükmündedir.
Biline.             

5 Ağustos 2013 Pazartesi

din şuuru, diyanet ve ilimle amel; gaflet, hıyanet ve belâda tekerrür; büyük utanç, İslâm'a ihanet ve rezillik...

DİN ŞUURU, 
DİNAYET VE İLİM’LE AMEL
Mustafa Nevruz SINACI
            Süratle paralize olan, İnsan Hakları, Adalet Ahlâkı ve Hukuk yönünden sürekli değer kaybeden İslâm toplumu için; En önemli, en stratejik kurum şüphesiz (din öğreticisi anlamına gelen diyanet değil) DİNAYET; Din ve Âyet İşleri Başkanlığı ya da Milli Müftülüktür.
Osmanlı Devleti’nde “Din ve Ayet İşleri” bütün İslâm ülkeleri ile azınlık mezheplerini kapsar biçimde din işleri Meşihat Makamlığı'nca Devlet Reisi Halife adına Şeyhülislam eliyle yürütülürdü. 1920’de kurulan Meclis Hükümetince Meşihat, Şeriyye ve Evkaf Vekâleti adıyla müstakil bir bakanlık olarak teşkil edildi. Hilâfet kurumu Lozan sonuçlanıncaya kadar (1924) sürdü. Lozan Antlaşmasının imzalanmasından (1923) sonra anlaşma hükümleri istikametinde, azınlıklar dâhil bütün din teşkilâtı yeniden düzenlendi. “Din hizmetlerinin politikanın dışında ve üstünde tutulması gereğinden hareketle” 03 Mart 1924 tarihinde, müstakil Şer'iye ve Evkaf Vekâleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) ilga edilip yerine; 429 sayılı Kanunla, Başbakanlık bütçesine dâhil ve doğrudan “Başbakanlığa bağlı” Dinayet İşleri Reisliği kuruldu. 
            Ayrıca, ola ki saltanat ve halifelik iddiasında bulunmasınlar diye Hilâfet; “TBMM Şahsiyeti Maneviyesinde Mündemiç Olmak Kaydı Şartı” ile Hanedan elinden alındı. 5 Mart 1924’de de son Halife Abdülmecit ve ailesi; malları müsadere edilerek sürgün edildi.    
Akabinde Millî Mücadele yıllarında büyük hizmetler vermiş, idarî tecrübesi ile maruf, Ankara Müftüsü Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi, 1 Nisan 1924’de Dinayet İşleri Reisliğine atandı. Kendisine en yüksek devlet memuru maaşı bağlandı. Diğer bakanlara verilen “kırmızı plakalı bir makam aracı” tahsis edildi ve protokolde en ön sıralarda yer aldı.
Dinayet İşleri’nin merkez teşkilatı, kuruluşunun ilk yıllarında Müşavere Heyeti, İdare ve Sicil Müdüriyeti, Müessesatı Diniye Müdüriyeti, Evrak Müdüriyeti ve Levazım Müdüriyeti birimlerinden oluşturulmuştu. 1927’de Tetkiki Mesahif Reisliği (Mushafları İnceleme Kurulu) ile Teberrukât Heyeti Reisliği (bağışları denetleme kurulu) birimleri teşkil edildi. Atatürk’ün öldürülmesinden sonra da 5 Temmuz 1939 tarihinde kabul edilen 3665 sayılı kanunla bir Reis Muavinliği ihdas edildi. 4 Haziran 1935 kabul ve 22 Haziran 1935 yürürlük tarihli 2800 sayılı "Diyanet (!) İşleri Reisliği Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun", ilk teşkilat kanunu oldu.
2800 sayılı kanunla teşkilat yapısı düzenlenen ve 11 Kasım 1937 tarih ve 7647 sayılı kararname ile yürürlüğe konan "Diyanet İşleri Reisliği Vazifelerini Gösterir Nizamname” ile 1939-1950 döneminde yaşanan elim vukuatlar, men ve müdahaleler hariç olmak üzere, 1927 yılında oluşturulan yapı, 1950 yılına kadar sürdürülmüş olup, 20 Nisan 1950’de DP’nin ısrarlı talepleri karşısında iktidarca yürürlüğe konulan 5634 sayılı Kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı günün şartlarına göre yeniden düzenlenerek: ‘Hayrat Hademesi’ ile ‘Yayın Müdürlüğü’ adı ile 2 yeni müdürlük kuruldu. İlk kez "Gezici Vaizlik" ihdas edilerek atamalar yapıldı. Son olarak: 1951’de, ‘Dini Yayınlar Döner Sermaye Saymanlığı’ kuruldu.
1961 Anayasası (Md.154) Diyanet İşleri Başkanlığı'nı “sıradan” bir Anayasal kurum olarak düzenledi. Genel idare içine aktardığı kurumun, özel kanunla belirlenen bazı görevleri yerine getirmesi öngörüldü!... Geleneksel uygulamaların tamamı ile kuruma özellik, özerklik ve ayrıcalık tanıyan bütün mevzuat işlemez hale getirildi. Anayasa’nın öngördüğü yönde 22 Haziran 1965 tarih ve 633 sayılı "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun" ile yeniden düzenlendi. 30 Nisan 1979 tarihinde yürürlüğe giren 26 Nisan 1976 tarih ve 1982 sayılı Kanunla 633 Sayılı ‘Kuruluş ve Görevler’ ile ilgili yasada değişiklik yapılarak, yegâne olumlu icraat babından kurumun yurt dışında da teşkilatlanması sağlandı ise de;, Bu yasa, Anayasa Mahkemesi'nin 18.02.1979 tarih ve E.1979/25,K.1979/46 sayılı kararı ile iptal edildi. İptal sonucu 633 sayılı Kanunun 1982 sayılı Kanunla değişen maddeleri yürürlükten kalktı ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile çeşitli kanun ve KHK’ler, mer-i 633 sayılı Kanunun bazı maddelerini hükümsüz kıldı.”
Böylece Atatürk’ün, olağanüstü önem ve ağırlığına binaen Genel Kurmay Başkanlığı ile eş zamanlı olarak kurduğu “DİN-AYET İşleri Başkanlığı” sürekli taciz ve rencide edildi.
GAFLET, HIYANET 
VE BELÂDA TEKERRÜR!..
Mustafa Nevruz SINACI
Ancak, 1 Temmuz 2010 kabul tarih ve 6002 sayılı yasa ile öncelikle (sözde) iptalden doğan boşluğun giderilmesi amaçlanırken; aynı zamanda, toplumumuz açısından son derece önemli görevleri yerine getiren Diyanet İşleri Başkanlığının teşkilat yapısının çağın gerekleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi olduğu açıklandı.
Halka gösterilen parlak fotoğraf ve aydınlık gelecek vaadinin fütursuz bir yalan ve din ticareti yatırımı olduğu pek çabuk ortaya çıktı. Doğu ve G. Doğu Anadolu illerine bine yakın mele ataması yapıldı. Mele’ler, imam ve Kur'an öğreticisi olarak görev yapacak. Mele Kürtçe bir kelime, Türkçesi ‘imam’, aynı zamanda 'molla' kelimesinin de eşanlamlısı biçiminde kabul ediliyor. Doğu ve Güneydoğu’da (illegal) varlığını koruyan medreselerde yetişiyorlar. Maksat Kürtçeyi camiye resmen sokarak fitne, fesat ve tefrikayı destekleyip beslemek..
1961 Anayasasında Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yer alarak özel kanunla kaim görevleri yerine getireceği hüküm altına alınmıştı. 1982 Anayasa’sının 136. maddesi ise: “Diyanet İşleri Başkanlığı, genel idare içinde yer alan bir kamu kurumu olup, 'laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmekle yükümlüdür” biçiminde ileri, açık, net ve makul hükümler getirdi.
Mezkür kanunda bu görevler, 'İslâm dininin ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili hususatı yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve mabetleri yönetmek' şeklinde belirlenmiş olmakla; Atatürk zamanında mükemmel bir surette uygulanan, vefatından sonra (misyonerlik lehine) tedricen yürürlükten kaldırılan;, Müteakip süreçte ise başkanlığın görev ve yetkileri ile uyması gereken kıstaslar sıkı sıkıya belirlenip, belirtilerek; siyasetin güdümüne sokulmuştur.
Şu halde Başkanlık, yurtiçi ve yurtdışındaki vatandaş, soydaş ve dindaşlarımıza İslâm Dininin orijinal/objektif emir, maksat ve yasakları doğrultusunda hizmette sıkıntı yaşamakta; Durum ve konum itibarıyla üzerine düşen görevleri yerine getirebilmek ve daha iyi bir hizmet sunabilmek uğruna fevkalâde zorlandığı gözlenmektedir. Öyle ki, zaman zaman Diyanet İşleri Başkanlığının dönme-devşirme, kripto, mason, misyoner ve hatta veledi zina bir bakan’a bile bağlandığı vakidir. Umarım bundan böyle, Atatürk döneminde olduğu gibi Diyanet İşleri nevi şahsına münhasır olarak özerkleştirilir, gaflet, dalâlet ve hıyanet önlenerek İslâmi uyanış, arı-duru şuur, “ilim ve amelde (eylem ve söylemde) bir” oluşun yolları açılır…   
            Mevcut haliyle Diyanet; Objektif ve reel anlamda ‘Din ve vicdan hürriyeti, ibadet ve ahlâk’ bağlamında: ‘İnsanların diledikleri gibi inanma ve inandıkları gibi yaşama’ özgürlüğü demek olan ‘lâiklik’ ikileminde bile atıl, aciz, güçsüz, etkisiz ve zayıf kalmaktadır. Üstelik de, tüm kapitalist-emperyalist, insanlık düşmanı sapkın, hırsız, bedevi ülke ekseriyeti din devleti olup; Halifelik (Papalık) ve Şeriat hâkimken; Başta Türkiye olmak üzere, sözde medeni İslâm devletlerinin hiçbirinde “şerait” (evrensel hukuk) hak, adalet ve demokrasi geçerli değildir!..
            En başta mason/ate unsurları, kök faktör Yahudiler ve diğer gayrimüslimler ile fanatik paganlar “İslâmi ve İnsanî yönetim” olgusuna şiddetle karşı çıkmakta; Muhtemel bir İslâmi modelin hayata geçme ihtimaline karşı her türlü önleyici tedbir alınmakta; Bu uğurda NBC, hatta konvansiyonel savaştan bile kaçınılmamaktadır. El Kaide, Saddam, Eset, Suud, Çrna Ruka, Megalo İdea, Çetnik ve Asala menfurlarını bunlar kurdular. İnsanlık dışı yöntemlerle NATO ve BM’i alet ederek lâğım çukurlarını idare, idame, ikame ve finanse edip, her daim lojistik destekle; nihayet pis, iğrenç ve korkunç emelleri uğruna ‘vahşi yaratık’ kullanmaktan utanmaz ve çekinmezler. Üstelik yeryüzünde insan hakları, adalet ve ileri demokrasi havarisi gibi dolaşıp, Müslüman soykırımlarını organize eden de bu ikiyüzlü mürai melânetlerdir.
            Şu anda, haksız yere potansiyel “fundamentalist” ve “cihat” yanlısı olarak suçlanan İslâm ülkelerinde kargaşa, iç savaş var. Srebrenica’da nasıl Müslüman katliam ve soykırımı BM yaptı ise, Nyanmar ve Suriye’de de aynısı icra edilmektedir. Şemdinli kalkışmasında BM ve NATO teyakkuz halinde idi. Asala bir bayrak diksin de, anında duruma el koyalım diye!.. 
BÜYÜK UTANÇ, 
İSLÂM’A İHANET VE REZİLLİK
Mustafa Nevruz SINACI
BOP’la, BİP’le tahrik ve taciz olunan İslâm; Alçakça, kalleşçe ve hunharca soykırıma uğratılan, ihanete maruz kalarak helâk olan Müslüman.. Toplantılarında İngilizce konuşulacak kadar insanlık ve İslâm dışı “İslâm Konferansı Örgütü” vahşet, soykırım ve dalâlete seyirci!..
Oysa köktendincilik adını verdikleri, esasta kendi güdümlerindeki bir akım, özellikle masonlar, Musevilik ve Hıristiyanlığa özgüdür. Zira tarihin hiçbir döneminde Müslümanlar Engizisyon Mahkemeleri, kitle imha fırınları ve ölüm çukurları kurmamıştır. Bu cihetle, Türk Milleti ve İslâm ümmetine katliam, soykırım, zorunlu göç gibi yalan ve iftiralar, tefrika isnat edenler; Kesinlikle ajan provakatör, dönme-devşirme, kripto ve zina ürünü bedhahlar olup; Bu hain furya, dış güdüm ve misyoner saldırıları karşısında diyanet ve hükümet aciz kalmakta!..
            Hakikatte bu bir sahtekârlık, hukuk-u düvel ihlâli ve Müslümanların hakkını gasp, irtikap, insan hakları, adalet ve hukuk düşmanlığı; Dahası tam bir despotluktur. Zira başta ABD, İngiltere ve İsrail, pagan-muharref İsevi-Musevi düzleminde yer alan “mafya ve çete” organizasyonlarının nezaretinde şeriatla yönetilmektedirler..
            Bu şer, şeamet ve şeytanla ortaklık Atatürk tarafından çok iyi bilindiği ve kavrandığı içindir ki; İlk Dinayet Teşkilâtı Lozan öncesi çok güçlü, alanında hâkim ve başvekâlete bağlı “özerk bir kurum olarak” teşkil ettirilmiştir. Ancak, 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşmasından sonra; (?) 3 Mart 1924’de cebren, baskı, dayatma ve hileyle tenzile maruz kalmıştır. Lozan antlaşmasını müteakip revize edilmesinin nedeni: Başta İngilizler ve ABD olmak üzere, bütün galiplerin “Yeni TC, kesinlikle halifeliği ilga etmeli ve bir ikame teşkilât dahi kurmaya teşebbüs etmemelidir” biçimindeki domuzluktan gelen düşmanlık yüzündendir.
            Zaten, malum ve meşhur “şark raporu’nun” amacı da bu değimli idi. İslâm’ı ilga!...
            Diyanetin bakiyesi de zaten, Atatürk sayesinde mümkün ve kabil olabilmiştir. 
            Kaldı ki, azınlık Kiliseleri ve Yahudi Havralarının statüsü bile Lozan’da belirlendi.
            Hal böyle olunca; Bu elbette bir prematüre doğum veya başka bir anlatımla daha yürümeye bile başlamadan, alçakça bir saldırıya maruz kalmaktır. Dinayet İşleri Başkanlığı (ilk adı), Lozan’la dizayn edilen yeni din hayatı içinde “mümkün olan en iyi biçimde” teşkil edildi, teşkilâtlandı ve işlevini; Atatürk döneminde mükemmel bir surette yerine getirdi.
            Fakat, Atatürk’ün katledilmesinden itibaren, hiçbir şey eskisi gibi olmadı!...  
            Hani kinâyeten cahil, gafil veya maniple bir kesim “dinler arası diyalog” nam menfur bir furya başlatmıştı da; Böylece, önce Âyet, (Kur-an), sonra Hâdis (Cenabı Peygamberin söz, vasiyet, emanet ve âlemlere rahmet, insanlığa örnek yaşamı) İcma, İçtihat ve Kıyas-ı Fukaha bir kenara atılıp; Ashabı Kiram, Ashabı Güzin, Evlâdı Resul ve Asrı Sâadet imamlarının “arı-duru, saf ve samimi, tertemiz din yolu: Ehli sünnet ve’l cemaat” akaidi yok sayılıvermişti..
            Eş zamanda Âl-i İmran Suresinin 19. âyeti kısmen hutbelerden kaldırıldı. Rabbin, kul hakkı dâhil, af-mağfiret kapılarının tümüyle açık olduğu yalanı yayıldı. Akabinde Vahhabilik benzeri bir “light/yumuşak” İslâm akımı aldı yürüdü. Bu arada kâfir Amerika “Furkan” adlı, sözde hakiki Kur-an’ı piyasaya sürdü. Furkan aşkıyla 5 Milyonu aşkın Müslüman katledildi.  
            Diğer taraftan AB müktesebatına göre misyonerlik, yasal güvence altına alınıp, faili katli vacip zina suç olmaktan çıkartılırken; Başta Avrupa olmak üzere, dünyanın her tarafında “irşâd” faaliyetlerine despotik önlemler getirildi. AB’de, özel konut dışında Türkçe konuşmak men edildi. Camilere ‘minare’ yapma yasağı katılaştı, minareden “hoparlörle ezan okumak” bütün Vahşi Batı ve eski SSCB hinterlandında Azerbaycan ve Bosna Hersek dâhil “alçakça ve düşmanca” yasaklandı. Bunların hiçbirine TC diyanet kurumu karşı çıkmadı veya çıkamadı!...
            Diyanet, bir defa bile; “AB’ye karşıyız” diyebilme yürekliliğini gösteremedi!..
            Özellikle İslâm’a ve insana zıt olmasına; akıl, adalet, ilim, hukuk, ahlâk, özgürlük ve egemenliğe aykırı menfur dayatmalara maruz kalınmasına rağmen ‘domuzlaşmış’ bir karakterle AB kapılarında pineklemeyi sürdürmek, apaçık bir sorumsuzluk, aymazlık, onursuzluk ve dinsizliktir. 
Diyanet bu süreçte: "Aziz ve Kadim Türk Milleti, İslâm Ümmeti, İyi İnsan, Namuslu, Dürüst, Onurlu, Sorumlu ve İyi Vatandaşlarımızın" boy hedefi, ağlama duvarı ve günah keçisi oldu. Ancak, bütün haklı, hukuki, yerinde ve doğru tepkilere rağmen, Politik ACI’lar, batı yalakalığı, her daim zebunu oldukları hırs, ihtiras ve muhtemelen menfaatleri uğruna her kepazeliğe (görüntü ve menfur kutlamalara bakılırsa) isteyerek, keyifle katlandılar?!... İşte bunlara lânet olsun ve Rabbin Kahhar ismi şerifi mucibi kahrolsunlar inşâllah...